Wednesday, June 23, 2010

Mülakatlarda alternatif yanıtlar

(Copyright Ozan)

-(12 aylık kontrat için mülakat yapılmaktadır) 12 ay sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Kendi kendimi imha etmeyi.

-Neden şu anki işinizden ayrılmak istiyorsunuz?

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

Yahya Kemal Beyatlı

Sunday, June 20, 2010

Que Sera Sera

When I was just a little girl
I asked my mother "what will I be?"
Will I be pretty, will I be rich?
Here's what she said to me:
Que sera sera
Whatever will be will be
The future is not ours to see
Que sera sera

When I was just a child in school
I asked my teacher
"What should I try?"
Should I paint pictures
Should I sing songs
This was her wise reply:
Que sera sera
Whatever will be will be
The future is not ours to see
Que sera sera

When I grew up and fell in love
I asked my sweetheart what lies ahead
Will there be rainbows day after day?
Here's what my sweetheart said:
Que sera sera
Whatever will be, will be
The future is not ours to see
Que sera sera

Que sera sera
Whatever will be will be
The future is not ours to see
Que sera sera
What will be, will be.

Que sera sera.

Saturday, June 12, 2010

Medenileşemedim bir türlü

Geçen hafta bir arkadaşımız Etyen Mahçupyan'ın şu makalesini yollamış. Okuyunca beni yine bir panik almasın mı... Bir kaç yüz yıl sonra insanlar dönüp bize baktıklarında, çok saçma olduğu çoktan anlaşılmış hurafelere inanan bir sürü sersem görecekler. Kendilerinin ulaştığı bilince ulaşılabilmesi için geçilmesi gereken bir aşama, o aşamanın kurbanları. Yani Russell Crowe filmlerindeki maşrapalardan içki içen, etraflarında dolanan dağınık beyaz tombul kızların memelerini avuçlayan barbar Orta Çağ savaşçıları gibi. (Gerçi bu türden şu anda da pek çok var etrafta, üstelik savaşçı da olmadıkları için iyice can sıkıcılar.) Aptallığımıza acımaya gelinceye kadar, herhalde serbest piyasa hurafesine inanıp başlarına bir sürü borç bıraktığımız için zaten öfkeli olacaklar bize. Aman canım ne yapalım. Biz de gelecek nesilleri böyle uzaylı gibi canlandırmıyor muyuz gözümüzde.

Misal ben, bir türlü post-modern olmayı başaramıyorum. Neymiş efendim, mutlak doğrulara "just because" inanıp, her kararımızı onlara dayandırmayacak, onlarla kısıtlamayacakmışız. Her şeyle aramızda ironik bir mesafe olacakmış ki, inançlarımız bizi yönetmesin, biz inançlarımızı yönetelim. Yani ne dine inanalım, ne kendimizi bir yere ait hissedelim, ne ailemize bir sorumluluğumuz olsun, ne de çok değerli bilim adamlarının teorilerine körü körüne bağlanalım. Otoritelerin bilmemize izin verdiği kadarına elimiz mahkum olabilir, ama komplo teorileri kurabiliriz dilediğimizce.

Tamam öyle olsun da, böyle yüzüp yüzüp kuyruğuna geliyorum, tam post-modern olacağım, kendimle yüz yüze geleceğim, kararlarımın tek sahibi, tek dayanağı ben olacağım... Kendime bir bakıyorum, kaçtığım her şeyin toplamı gibiyim. Kendim burdayım ama işim, ilgilerim, sevdiklerim Türkiye'yle ilgili. Şimdi bunları özgür irademle seçersem post-modern sayılabilir miyim? Yani böyle özgürce türban takmış gibi falan? Çok kafam karışık, çok.

Tuesday, June 01, 2010

Gece, Melek ve Bizim Çocuklar

Bilmiyorum başkaları için üretmek ne demektir, ama benim için yazmak günah çıkarmak gibi. Bu dünyadaki haksızlıkların, felaketlerin, tüm bunlara uğrayıp da gene de başkaldırmayanların farkına vardığımızda, onlardan kaçacak yerimiz kalmadığında, bunları unutup hiç bir şeye kaptıramadığımızda kendimizi, yapacak tek şey onlarla yüzleşip, kendimizle yüzleşip, günah çıkarmak oluyor. Bir tek günah çıkarmaya verebiliyorum kendimi. Eskiden küreselleşme karşıtlarına, çevrecilere, savaş karşıtlarına, gönüllülere önyargılı bir kayıtsızlıkla bakardım. Onları saf bulurdum. Şimdi anlıyorum ki insanların mahkum edildiği haksızlıkları görmediğim için asıl saf benmişim. Hatta kötü niyetli. Eskiden solcu yazarların kitaplarını okurdum halbuki, hiç benle, yaşadığım dünyayla ilgisi yokmuş gibi. Şimdi gene okuyorum, kendimi okur gibi.

Dün Ekşi Sözlük'teki Aşk-ı Memnu yorumlarını okuyordum. 1945 rumuzlu yazarın yazdıkları çok hoşuma gidince kimmiş bu 1945 diye bakayım dedim. 1945 başlığına bakınca Sezen Aksu'nun 1945 şarkısını hatırladım. Aklıma şarkının bestecisi Onno Tunç geldi, sonra Uzay Heparı, onların yaptıkları, benim daha ilkokuldayken çok sevdiğim şarkılar, 90'lar, Mithatpaşa Caddesi'ndeki evimiz, annemle gittiğimiz butikler, yakıp söndürdüğümüz ışıklar geldi. Onlar hakkındaki belgesellerden klipler izledim, şarkılar dinledim, haberler okudum. Sezen Aksu'nun röportajlarını dinledim. Şu sıralar bana en çok dokunan şey, geçen zaman ve zamana yayılmış ilişkiler. Bir tarihe, bir dünyaya beraber göğüs germek yani. Madem hepimiz şu düzeni bozuk dünyaya doğmuşuz, birbirimizin, birilerinin hayatını kolaylaştırmaktan başka bir yaşama nedeni bulamıyorum. Bütün mesele bunu en iyi nasıl, nerede yapacağını bulmakta.

Neyse bütün bunların sonunda Gece, Melek ve Bizim Çocuklar'ı izledim. Daha önce hiç izlememiştim. Hala kafamda yer ettiğinin farkında olmadığım (tabii nasıl olacaksam şu orta sınıf hayatımda) ezberleri birer birer bozdu film. Bozdu da, yine de kızamadım onlara. Sadakatmiş, namusmuş, güvenlikmiş, kurallar, sınırlarmış hiç birinin önemi kalmıyordu hayatta kalmak zorunda olunca. Hayatta kalmanın yolu da paraydı, ama ondan da önemlisi birilerinin varlığıydı, desteğiydi, sevgisiydi. Geriye ne kalıyorsa bunları önemli bulma lüksü olmuyordu insanın. İnsanlar belki bu yüzden başkaldırmıyorlar. Sanki sevdikleri esir alınmış da, fidyesi isyan etmeden göğüs germekmiş gibi.

Belki de hepimiz esiriz, hepimiz.
Feelings for sale

Today in the plane I was thinking how far I would go if I could just get rid of feelings. The love I feel for my family and the fear of not returning their thoughtfulness and kindness. The fear that something will happen to them. The anxiety when I meet with people I admire. Fear of flying. The stupid hope that the reality is different from what it is when I'm in love. The fury when people expect or demand too much from me or try to manipulate my decisions. Shades of envy and admiration for people who produce beautiful, intelligent things, anything. Despair at the indifference of people and passing time. Sodade for the lost days when I listen to an old song.

Like a bug in a jar of thick honey. What to do to get out and fly again in the cool, light breeze of rationality? What to do to find my balance? Should I keep myself occupied - with work, friends, football games, electronic gadgets, traveling, soap operas, shopping, consumption of art and news and analysis and gossip? Should I start drinking?

We are drugging ourselves with constant activity not to allow any second, unhappy, unsure thoughts into our heads. Because these thoughts spark unnerving emotions. Guilt, regret, despair at the missed chances. We do our best to distract ourselves constantly from what really matters in the world and in our lives. So that we won't have to do anything about it. So that we have the strength to live with what we never try to understand or express or change.

Sometimes I wonder who will be remembered a hundred years from now as the great thinkers, writers and artists of our times. Do we have them amongst us? Have we heard of them already? I'm afraid they may be too distracted to produce real stuff, stuff that captures the spirit of our times and lives. I'm afraid we may be too busy to leave anything meaningful behind.