Saturday, March 19, 2011

Frida Kahlo, The Bride Frightened at Seeing Life Opened. 1943.
Frida Kahlo, Hayatı Açılmış Görmekten Korkmuş Gelin. 1943.
"Düşünüyordu:

'Sandal geriliyor, iki adım ileri, bir adım geri gidiyor, ama kürekçiler inatçı insanlar, yorulmadan kürek çekiyorlar, yüksek dalgalardan korkmuyorlar. Sandal ileri, hep ileri gidiyor, işte artık görünmüyor; yarım saat sonra kürekçiler vapurun ışıklarını açıkça görecekler, bir saat sonra da vapurun iskelesinde olacaklar. Hayatta da böyle... İnsanlar hakikat peşinde iki adım ileri, bir adım geri giderler. Hayatın acıları, yanılmaları, sıkıntıları onları geriye atar ama hakikat sevgisi, azim, irade, ileri, boyuna ileri sürer. Hem kim bilir? Belki de asıl gerçeğe ulaşacaklardır...'"

Anton Çehov, Sayfiyede, Zeki Baştımar çevirisi. Sayfa 124.

Wednesday, March 09, 2011

Yanılmışım

Geçen Eylül ayında gazetecileri eleştiren bir post yazmış, Türkiye'de gerçek anlamıyla araştırmacı gazetecilerin azlığından yakınmıştım. Meğer böyle gazeteciler varmış, ben de Türkiye'ye paraşütle indiğim için yeni tanıyorum onları. Nedim Şener'i, Hanefi Avcı'nın hapse atılmasından sonra sık sık televizyon programlarında görmüştüm. Cengiz Çandar'ı Tayyip Erdoğan'ın İsviçre'de hesabı olmadığına ikna eden, o gerçeği bilen ve haksızlığa tahammül edemeyen insanlara özgü hal vardı üzerinde. Sürekli bildiklerini anlatıp karşısındakini ikna etmeye uğraşıyordu. Tabii ne kadar anlatsan, karşındakinin işine geldiği kadar. Ahmet Şık'ın kim olduğunu ise yeni öğrendim. Radikal'in o ezilenin yanındaki imajını oluşturmasını sağlayan pek çok haber yapmış. Sonra Radikal bordrolarda maaşları düşük gösteriyor, fazla mesaileri vermiyor diye dava açınca işinden kovulmuş. Daha sonra Nokta dergisine girmiş, darbe günlüklerini yayınlayan ekipte yer almış. Ertuğrul Mavioğlu'yla birlikte Ergenekon üzerine kitap yazmışlar.

Şimdi bu iki düzgün gazeteci Silivri'de.

Her İstanbul'a gidişimde, şiddetle akan ışıl ışıl bir nehir görüyor gibi oluyorum. Daha önce gördüğüm şeye yine şaşırıyorum. Her yerde ışıklar, yollar, arabalar, yeni inşaatlar var. Bu nehirle birlikte akmak ne kadar kolay, ne kadar zevkli olurdu diye düşünüyorum. Rüzgarı arkana alınca ilerlemek ne kolay. Ama bu nehir nereye akıyor? Bunu sadece muhafazakarlar aşırı güç kazanıyor, bundan sadece bir çemberin içindekiler nemalanıyor diye söylemiyorum. Bu pırıltının arkasında karanlık bir taraf var, fakirlik var, pislik var. Çöpler var bir yerlere yığılan. Zehirli gazlar var, zehirli kimyasallar var yediklerimize karışan. Tüketilen kaynaklar var. Anlamsız hayatlar var.

Bir de bunları görüp o nehre karşı yüzmeye çalışanlar var.

Tuesday, March 08, 2011

Sıra geldi emeği geçenlere...

İşler biraz düzgün gitti mi çok sevinip aradaki zorlukları unutmak biz fanilere özgü bir kusurdur. Hatta zorluklar ve sıkıntılar ne kadar büyük olursa, onları aşmaktan duyulan sevinç de kötü hatıralara o derece baskın çıkabilir. Son durumdan memnunsanız o zorlukları çıkaranları "bugüne gelmeme katkısı oldu" diye affedebilirsiniz bile. Ama benim hafızam güçlü olduğu için zorlukları ve onların bana yaşattığı duyguları unutmam, şu anda bile aynen yaşayabilirim. Hem şu son altı aydır yaşadıklarımı buraya yazmak istiyorum, ibret olsun da boşa gitmesin diye.

* İlk mülakatımı, Türkiye'ye döndükten iki gün sonra, işverenlerin kurduğu bir sivil toplum kuruluşunda çalışmak için, A. şirketinin Şişli ofisindeki N. Hanım'la yaptım. Görüşme sırasında az daha uyuyakalan bu hanım, telaffuz ettiğim rakamı "müdürlerin bile almadığını" söyledi. Bu lafını şimdi muhabbetle anıyorum. Ne kadar iyi yalan söyleyebildiğinizi ölçen klasik mülakat sorularını sordu: "En büyük zayıflığınız nedir? İnisiyatif alıp çözdüğünüz bir problemi anlatın."

Ayrıca yakın zamanda bu STK'nın hazırladığı bazı görüşleri, değerlendirmeleri yakından inceleme fırsatım oldu. Fikirlerimi kendime saklamayı tercih ediyorum.

Şirket ofisinin karşı köşesindeki tabldot restoranında çalışan garson ve aşçı beylerin anlattıklarına göre, bu şirkete bankaların mülakatlarına girmek için onlarca genç gelir, öğleden sonraki aşamaya geçebilenler bu restoranda yemek yerler, sonuçları orada beklerlermiş. Garsonla aşçı kafa kafaya verip bu gençlerin haline tavrına bakıp karar verse, ortaya daha sağlıklı sonuçlar çıkar.

* R. haber ajansı, "senior correspondent" arıyormuş. Türkiye büro şefi olan bey, ilana senior correspondent yazmış olmasına rağmen asıl aradığının, mesela bir şirketin finansal sonuçlarını çok çabuk yazabilecek acar finans muhabirleri olduğunu söyledi. B. haber ajansıyla yoğun rekabet halindeymişler. Benim gibi iyi okullardan mezun pek çok muhabir geçmiş ellerinden, bunların kusuru "çok düşünmeleriymiş." Mülakatın üzerinden üç ay geçtikten sonra editoryal teste girdim, meğer henüz açılmamış bir pozisyon içinmiş. Bir daha da kendisinden haber alamadım.

* T. isimli demokrasi savaşçısı düşünce kuruluşunun iyi yönetişim bölümüyle de görüştüm. Daha önce bu blogda eleştirdiğin yerde çalışmayı neden istiyorsun diye sormayın, zaten ağzımın payını aldım. Benimle temasa geçen Ö. Hanım, işe alım sürecini hızlandırdıklarını, bayramdan önceki Cuma günü görüşme için beni beklediklerini söyledi. Aptal aptal fahiş THY biletlerimi aldım, görüşmeye gittim. Ö. Hanım'ın patronu kendisine tam yetki vermiş, sıcak bir görüşme yaptık.

Kasım'da yaptığım görüşmenin sonucunu, Ö. Hanım'ın "sayın başvuru sahibi" diye başlayan E-maili ile Şubat ayında öğrendim. Bu pozisyon için fazla senior'muşum. İyi yönetiştik hep birlikte.

* Bir sonraki İstanbul seyahatimi, R. gazetesinin ekonomi müdürü J. Hanım'la görüşmek için yaptım. R. gazetesi henüz R. gazetesiyle birleşmemişken, şu anda kapanan R. gazetesinin yazı işleri müdürü olan beyle görüşmüştüm. Kendisi muhabir olmamam gerektiğini lisan-ı münasiple anlatmıştı. Neredeyse üç yıl sonra kendisine yine yazınca, akıllanmadığımı söyledi ama E-mailimi J. Hanım'a yolladı. J. Hanım açık pozisyon olduğunu söyleyerek beni görüşmeye çağırdı.

Elimde yapmak istediğim haberlerin listesi, bir süre bir muhabirin masasında J. Hanım'ın yuvarlak masa toplantısından dönüşünü bekledim. Yapmak istediklerimi anlattım, bana bir-iki ay ücretsiz staj yapmam gerektiğini söyledi, İstanbul'da kalacağım yer olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince stajı İzmir bürosunda yapabileceğimi, büro şefiyle konuşacağını söyledi.

Bir kaç gün sonra İzmir büro şefinin kendisinin haberi olmadan değiştiğini, evden yazı gönderebileceksem göndermemi, yoksa açık pozisyon olmadığını söyleyen bir E-mail attı.

* N. Hanım'ın röportajlarını okumuştum; sponsoru, patronu olmadan bağımsız gazetecilik yapabilme özleminden bahsediyordu. Ancak hazırladıkları tablet gazetede henüz kendi haberlerini yapmıyorlardı, yalnızca gün içinde ajanslardan gelen haberleri derliyorlardı. İnşallah yaza doğru freelance çalışan yazarların, muhabirlerin işlerini satın almaya başlayacaklardı.

N. Hanım yazılı basında benim gibi pek çok insanın öğütüldüğünü, müdürlerin kendilerini gölgede bırakır diye iyi muhabirleri işe almadıklarını, kötü dönemlerde pek çok muhabir çıkartılırken, donanımsız olduğu halde daha kıdemli olanların pozisyonlarını koruduklarını anlattı.

* Son olarak, aklıma ana muhalefet partimizde araştırmacı olarak çalışma fikri geldi. Geçen yıl bir konferansta tanıştığım, yeni parti meclisine seçilen beyefendiye güzel bir E-mail yazdım. Seçimlerden önce de, sonra da genç bir araştırmacı grubunun ne kadar işlerine yarayabileceğini anlattım. Kendisi Ar-Ge işlerine bakan sosyolog S. Bey'e yollamış E-mailimi. Bir aydan fazla oldu, S. Bey'den bir yanıt gelmedi. Öyle tahmin ediyorum ki iktidar partimize aynı başvuruyu yapmış olsaydım, çok daha fazla ilgi görürdüm.

Thursday, March 03, 2011

Siyah Kuğu

Herkesin artık bildiği gibi Nina, Kuğu Gölü balesinde kuğu kraliçesi rolünü oynaması için seçilmiş bir balerindir. Hayatı aşırı müdahaleci annesiyle birlikte yaşadığı eviyle bale stüdyoları arasında geçmektedir. Nina bu hayatın ne kadar çorak olduğunun farkında değildir; bildiği tek mutluluk balede daha iyi bir performans sergileyebilmektir. Gösterinin kareografı başrolü ona verince bu şansı yakalar, ancak bu rolün hakkını verebilmek için şimdiye kadar görmezden geldiği, bastırdığı "karanlık taraf"ını ortaya çıkarması gerekmektedir.

Nina her taraftan ezilmektedir: Onun için çok fedakarlık yapmış annesi onun bir an için bile sözünden çıkmasına tahammül edemez, kareograf tutkularını açığa çıkarması için "baskı yapar" ve önüne Nina'nın zıttı kişilikte (ve rahatlıkta) Lily'i rakip olarak koyar, eski baş balerin (ve kareografın eski sevgilisi) Beth Nina'yı kareografı baştan çıkarmakla suçlar ve kendini bir arabanın önüne atar, Lily bir yandan Nina'ya dostane davranırken diğer yandan kareografın kendisine gösterdiği ilgiyi kabul etmekten çekinmez... Yani Nina, bir Mahsun Kırmızıgül filmi karakteri (ya da bir laboratuvar faresi) gibi dünyadaki tüm dertlerden muzdariptir.

Dünyayı Nina'nın gözünden izlediğimiz için, bir yerden sonra gerçek halüsinasyonlara karışıyor. Mesela Lily, annesi ya da kareograf aslında Nina'nın düşündüğü kadar Nina'ya düşman mı bilemiyoruz. Gerçi filmde neyin gerçek, neyin sanrı olduğu eninde sonunda açığa çıkıyor, dolayısıyla gerçek olmadığı açıkça belli olmayan bir sahne de acaba sanrı mıydı diye paranoya yapmaya gerek yok. Film bize düşündürmek istediği kadar derin değil bence. Hatta bütün o şüpheyle ve efektlerle olmadığı kadar derinmiş gibi gözükmeye çalıştığı için, filmin dürüst olmayan bir yanı var. Delilik, subjektifliği ve anlaşılmazlığıyla izleyiciyi hem korkutan, hem merakla kendine çeken karanlık bir çekim alanı ve yönetmen Darren Aronofsky, bu etkiyi kötüye kullanmış.

Filmde kuşkusuz gerçek bir yan da var ve filmi izleyen bütün kadınlar ve genç kızlar Nina'yı (değişik derecelerde) anlayabilirler. Mesela Nina'nın gittikleri barda Lily'nin rahatlığına hayretle baktığı gibi ben de bazı hemcinslerimin gamsızlığına hayret ve kıskançlıkla bakmışımdır. Nina'nın etrafındaki herkes kişiliğini özgürce (ve düşüncesizce) yaşar ve zavallı Nina'ya yaşatırken, Nina mükemmel performansı gösterebilmek için mükemmel olmayan tarafını açığa çıkarmaya "zorlanıyor." (Buradaki ironi, daha önceki bir postta yazdığım "belki de en mantıklı olan insanın duygusal tarafını hesaba katması" tespitiyle paralellik taşıyor.) Sanki Nina, dünyadaki kötülüklerin ve düşüncesizliklerin altında ezilmektedir, bir türlü onlara karşılık verememektedir. Kimse Nina'nın niye böyle olduğunu ve kendisinin bu durumdaki payını düşünmüyor, Nina'yı anlamaya çalışmıyor. Ece Temelkuran'ın şu yazısında söylediği gibi, belki de Nina'nın ihtiyacı olan şey sevgi ve kimse Nina'yı onun ihtiyaç duyduğu kadar çok ve koşulsuz sevmiyor.

Filmde annenin ve kareografın Nina üzerinde kurduğu tahakküm, bana Çoğunluk'ta babanın oğlu üzerinde kurduğu tahakkümü hatırlattı. İlişkilerde bir tarafın diğeri üzerinde kayıtsız şartsız tahakküm kurması, bunu hakkı bilmesi haksızlık. Hiç bir ilişkinin doğası, bu haksızlığı haklı çıkarmaz. Buna popüler kültürde gittikçe daha çok dikkat çekilmesi olumlu. Ancak bize sözünü dinleten herkesten nefret etmeden önce şunları düşünmekte yarar var: Birincisi, bir tarafın diğerinden güçlü bir konum almasını haklı çıkaran nedenler, durumlar olabilir. Her ilişkinin her zaman demokratik olması beklenemez. İkincisi, güçlünün güçlülüğü, aynı zamanda zayıfın zayıflığı demektir. Gönül ister ki her ilişki pür sevgi ve saygı çerçevesinde yürüsün, reel olarak güçlü olan zayıfın haklarına saygı göstersin. Ancak maalesef dünya böyle bir dünya değil. Dolayısıyla zayıf olan taraf ya güçlenmek, kişiliğini ve haklarını savunmak, ya da ilişkiyi terketmek durumunda. Bazen böyle bir seçenek olmadığını biliyorum, ama bazen de var. Önemli olan zayıfın bunu farketmesi.