Saturday, August 20, 2011

Dondurma

Ben Amerika'dayken (!) kızmıştım Danimarkalı karikatüristlere. Sonra İngiltere'ye gelip bir panel dinledim, konuşmacılar diyorlardı ki herkesin her alındığını sansürlemeye kalkarsak işin içinden çıkamayız. Üstelik neden herkes dindarlara tolerans göstermek zorundayken dindarların her şeye alınmaya hakkı oluyor? Hak vermiştim vermesine de, gene de alınıyordum batılıların bu duyarsızlıklarına, hiç bir işe yaramayan küstahlıklarına: Yerden yere vurmuştum Four Lions filmini. Arkadaşlarım dalga geçtiler alınganlığımla.

Geçen akşam saat yedi sularında Nişantaşı'na gittim, ağzımın tadı yoktu, bir dondurmacıya girdim bir külah dondurma alırım diye. Önümdeki yaşlı hanımı beklerken hatırladım ki Ramazan. Dondurmacı kıza sordum işler nasıl gidiyor diye, "burda oruç tutan pek kimse yoktur, merak etmeyin" dedi. Böğürtlenli ve limonlu dondurmamı alıp çıktım, ama vicdan azabından mı bilmem herkes bana bakıyormuş gibi geldi. Kendimi açık saçık giyinmişim gibi hissettim. Ama bir yandan da inat ettim: Neden onlar haklı, ben haksız olayım? Neden onlar beni ayıplarken ben onları düşünmek, canları istemesin diye tasalanmak zorunda olayım? Neden onlar haklı, ben haksız? Onlar taviz vermiyorlar, çoğunluktalar diye mi? Anladım ki içimden kızmışım, ama daha fazlası yemediği için kızgınlığımı Nişantaşı'nın dindar bir-iki sakininden çıkarıyorum. Bir tad almadan, sırf inat olsun diye bitirdim dondurmayı.

Kime mi kızmışım? Twitter'da Allah'ın ağzından komiklikler yazanı susturmaya kalkarlar. Anadolu'nun kasabalarında, şehirlerinde insanları oruç tutmuyor diye taciz ederler. Can Yücel'in mezarını kırarlar. Kim ne düşüncesini söylese kıçından anlar, galeyana gelirler. Ben bıktım bu duyarlı insanlardan, onların duyarlılıklarından. Beğenmiyorsan okuma, izleme kardeşim!

Yüz sene öncesinin kitaplarını okuduk işte lisede, hiç bir farkımız yok. Hala aynı yerde sayıyoruz, aynı konuları konuşuyoruz. Her şey eğitimde bitiyor falan derdik de, bu toplumdan daha farklı bir eğitim sistemi çıkması mümkün müydü acaba? Belki çok incelikli bir analiz olmayacak ama, Avrupalıların geçtiği hiç bir aşamayı geçirmemiş, hiç bir hakkı için mücadele vermemiş bir toplum, bundan farklı bir noktada olabilir miydi? Bundan farklı şeyler için mücadele eden bir hükümet seçebilir miydi? Gittikçe tarihin akışı karşısında çaresizliğe ve kaderciliğe kapılıyorum. Üzerinde düşünmek, daha iyisini ummak çok boşuna geliyor.

Gemisini kurtaran kaptandır bundan böyle. Ben sevdiğim kitapları okurum, sevdiğim müzikleri dinlerim, gezer dolaşırım, vaktimi sevdiğim insanlarla geçirir onların hayatını kolaylaştırmaya çalışırım, işimi gücümü düzgün yapmaya çalışırım, arada buraya yazarım ama hiç kimsenin okumadığını, hiç bir şeye faydası olmadığını bilerek, sırf yazmazsam içimde kalır diye, sırf kendim için. Başımı belaya sokmamaya çalışırım, hakkımı savunurum. Başka da hiç bir şeye karışmam. Kim kimi dövüyormuş, kim kimi öldürüyormuş, kim kimin hakkını yiyormuş, kim kimin dümen suyuna gidiyormuş öğrenmek de istemem.

Bunun da böyle olacağı başından beri belliydi.
How can the world not prevent a famine?

There was a time when scholars studied things that were truly close to their hearts. So Amartya Sen studied the 1943 famine in Bengal, India. Jeffrey Sachs summarizes what he found here. Sen found that the real reason of the famine was not a dramatic drop in food supplies, i.e. a drought, but an increase in demand created by an urban economic boom. Rural wages did not keep up with the increasing prices, so people simply could not afford food. At the time, the British rulers in colonial India did not have enough of an incentive to help the poor, so Sen theorized that a democratically elected government would have done a much better job.

The current famine in the Horn of Africa also appears to stem from man-made reasons and not just droughts. A World Bank report on food prices found that food prices have increased by a third on average (and much more for corn, wheat and sugar) since last year around this time. The Guardian quotes the report: "While the emergency in the Horn of Africa was triggered by prolonged droughts, especially in areas struggling with conflict and internal displacement such as Somalia, food prices that are near the record high levels seen in 2008 also contributed to the situation."

And the reason for the increasing prices? Poor harvests for one thing, but the diversion of farming to biofuel production in the US is also causing a decline in food supplies across the world. World Bank's chief economist for Kenya, Wolfgang Fengler, says that prices in the region are even higher than world average because of a small number of farmers controlling the market.

The political situation in Somalia is also apparently blocking humanitarian aid, especially in the southern regions controlled by the group al Shabaab. The regions controlled by the militia are claimed to be suffering from the worst of the crisis, but the crisis is not limited to these regions, and al Shabaab militants are not the only ones to blame.

The West should probably look in the mirror before claiming that Africans are the only ones responsible for their crisis. If the militia in Somalia are so bad as to "divert rivers" to benefit their cronies and ban vaccines, then why intervene in Libya and not in Somalia? And why distort the world food prices by investing so much agricultural land in biofuels, whose value is questionable at best? Are you any more advanced than the British rulers of colonial India?
Why not?

I first heard about the Tree of Life when it won the Palme d'Or in the same Cannes Festival where Nuri Bilge Ceylan won the grand jury award with his film Once Upon a Time in Anatolia. From what I gathered, Terrence Malick and his movie sounded mysterious and different. I read the two very positive reviews written by Peter Bradshaw in the Guardian, and this concept stuck in my mind: "And all the time, gigantic scenes from the secret life of the cosmos endow these family dramas with something alienated, bewildering – a sense of a terrifying new perspective in which their traumas are vanishingly tiny and yet have an excruciating new spiritual magnitude."

I went to see the movie on a rainy day in London, and trusting Bradshaw, I was completely prepared to get carried away and be impressed by it. And so I was. I think what the movie does is remind the viewers of the grandness and incredibility of the cosmos and the nature, and one doesn't need to see the "light" and dinosaurs and flowing lava to remember it, just looking at a big tree against rays of sunshine would suffice, but we seem to have forgotten it regardless. And we are part of that nature, and with all our numbers and experience and pride, it is nature that guides us, not the other way around. We are small and unimportant, and we all experience similar things. Similar scenes are repeated millions of times across the world.

And yet, are we? The story of the family and everyone's joy, pain, aspirations and disappointments gain such great proportions in the movie that you can compare the joy to the sunshine and the pain to the lava. So Malick appreciates not only the nature (and its creator) but also what each one of us has to go through every day and how we cope with it. I empathized with the father's struggles through the world's drudgery as much as I admired the mother's untainted goodness, heavenly "way of grace."

Bradshaw says that the movie created a "Christianityless metaphysics" for him. And so it did inspire a religionless metaphysics for me. Having not pondered about these questions (everything is random, one shall not seek for meaning, just for a refuge) for a while, and having had weak faith (if any at all) during this time, the movie did give rise to this question in my mind: Why not? We don't have any evidence either way, so having no faith is a form of faith in itself.

Maybe the real issue is the loss of faith in humanity.

Tuesday, August 09, 2011

Suç ve Ceza
(Kitabı okumadıysanız bu yazıyı okumayın lütfen, kitapta ne varsa yazacağım çünkü.)

Romanın ana karakteri Raskolnikov, bir fikrin esiri olmuştur: Bütün yasaklara rağmen dünyaya yararı olmayan, hatta zararlı olduğunu düşündüğü bir kocakarıyı öldürmek, kötülük sayılamaz. Raskolnikov’a gore ancak bağımsız düşüncelerini herkese rağmen eyleme dönüştürme yürekliliğini gösteren insanlar “seçkin” sayılabilirler, ancak bu yürekliliği gösterebilecek insanların iktidara sahip olma hakkı vardır. Raskolnikov kadını öldürürken, bir bakıma da kendisinin “seçkin” insanlardan biri olup olmadığını test etmektedir. Ancak daha kadını öldürürken paniğe kapılır; kadının masum kız kardeşini de öldürmek zorunda kalır, güç bela ve tamamen şans eseri olay mahallinden kaçar ve suçunu itiraf edene kadar psikolojisi o kadar bozulur ki tüm şüpheleri üzerine çeker.

Raskolnikov daha fazla dayanamayıp suçunu itiraf etmeden once bile işlediği cinayetin bir suç ve günah olduğunu kabul etmez: Kendisi için hayatı çekilmez hale getiren suçluluk duygusu değil, “aklıyla” doğruluğunu bildiği eyleminin arkasında duracak kadar yürekli olamayışıdır. Telaşa, paniğe, korkuya kapıldığı için seçkin bir insan olamamıştır, iktidarı hak etmemiştir.

Raskolnikov eyleminin temelindeki fikri inatla savumayı sürdürse, savaşlarda masum insanların öldürülmesi kabul edilirken kendi suçunun böylesine kınanmasındaki ikiyüzlülüğe isyan etse de, adaleti sağlamaya çalışırken yol açtığı adaletsizlikleri görmezden gelemiyor olmalıydı: Masum bir insanı öldürmüş, masum bir diğer insanın hapse düşmesine yol açmıştı. Olmalıydı diyorum, çünkü Raskolnikov’un karmakarışık duyguları içinde böyle bir vicdan azabını ancak Raskolnikov ölen kız kardeş Livazeta’nın Sonya’nın tek arkadaşı olduğunu öğrenince açıkça seçebildim. Bu insanlar kuşkusuz Raskolnikov’un tanımına gore seçkin değildiler, sıradan insanlardılar, ama iktidar sahibi birinin yapması gerektiği gibi sıradan insanları, bir fikri savunmak için “ödenmesi gereken bir bedel” olarak göremiyordu.

Kitabın sonunda Raskolnikov iyi karakter Sonya’ya aşık olmayı başardığında, bir eşiği geçer: Artık onun için teoriler bitmiş, yaşam başlamıştır. Sıradan bir insan oluşunu dert etmeyi, sıradan insanları küçümsemeyi bırakır. Dostoyevski büyük teorilere, taammüden sıradışı bir şeyler yapmaya çalışan insanlara büsbütün mü karşıdır, yoksa aşkı sıradan insanlara sıradanlıklarını unutturabilecek bir teselli armağanı, sığınak olarak mı görür, orasını bilemiyorum.

Sanırım Dostoyevski, insanların çektiği acılara ve başa çıkamadıkları talihsizliklere asla kayıtsız kalamamakla birlikte (Raskolnikov Sonya’ya ilk ziyaretinde onun önünde eğildiğinde, onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğilmiştir,) adaleti sağlamaya çalışan fikirlerin hiç birine inanmıyordu. Her insanın once kendini kurtarmasının topluma daha faydalı olacağı fikrini Lujin kadar sevimsiz bir karaktere söyletiyor, komün kurmaya çalışan iyi yürekli ama saf Lebezyatnikov’un “ilerleme” fikri ve akılcı bir düzen hayalleriyle ise açıkça dalga geçiyordu. Sonya’nın Tanrı’nın izin vermeyeceğine inandığı bütün felaketlere, Raskolnikov’un da öngördüğü gibi Tanrı izin verecek oluyor, ancak Svidrigaylov gibi bir günahkarın vicdan azabı ile yaptığı yardım mani oluyordu. Gerçi inanan biri burada Tanrı’nın müdahale ettiğini iddia edebilir.

Dostoyevski’nin 150 yıl once kıtabında açıkladığı fikirlerin, çatışmaların hiç değilse böyle şeylere kafa yoranlar için taptaze sürüyor olması Dostoyevski’nin dehasının göstergesi midir, yoksa insanlığın bütün teknolojik gelişmeye rağmen ahlaki yönden geri kalmışlığının mı?