Sunday, July 22, 2012

Karamazov Kardeşler üzerine

(Kitabı okumadıysanız bu yazıyı okumayın, kitapta ne varsa anlatıyorum çünkü.)

Karamazov Kardeşler'i okurken ve şimdi bu yazıyı yazacakken, şunu anlamaya çalıştım hep: Dostoyevski hangi fikri savunuyordu, hangi karaktere hak veriyordu? Aslında Ivan Karamazov'un Büyük Engizisyoncu bölümünde anlattığı özgürlüğünden kurtulmaya çalışan insana yakışan bir soru bu: Hazır cevaplar ister bu insan, yönlendirme ister.

Ama yazar ya henüz kesin bir fikre ulaşamamıştır, ya da fikirlerini çok büyük bir maharetle gizler. Belki de olgunluk çağını yaşayan yazarın bu kitabı yazmaktaki amacı, içinde çarpışan fikirleri ortaya döküp bir karar verebilmekti. Bunu yaparken her görüşün hakkını öyle iyi verir ki, Ivan Karamazov'un inancın temelinde yatan "ahenk" fikrine İsyan'ına da, Büyük Engizisyoncu'nun insanların onları kurumsal dinlere yönelten zayıflıkları üzerine tahlillerine de, iyi bir din adamı olan Staretz'in ölüm döşeğinde verdiği vaaza da -büyük ölçüde- hak verirsiniz.

Dostoyevski, karakterlere de aynı hassasiyetle yaklaşır. Kitaptaki tek bütünüyle kötü karakter Fyodor Pavloviç, tek katıksız iyi karakter ise Alyoşa'dır. En kötücül ve sevimsiz karakter Smerdyakov'un bile kötülüğünün sebeplerini anlamak, Gruşenka ile Mitya'nın tüm düşüncesiz delidoluluklarına karşı içlerindeki iyiliği, kadirbilirliği farketmek, Ivan'ın inancın varolmadığı yerde erdemin de varolamayacağı teorisini çürüten vicdan muhasebesine şahit olmak, Katya'da gururu, nefreti, yüce gönüllülüğü ve sevgiyi bir arada görmek mümkündür. Ivan'la Mitya'nın başına gelen felaketler kötü insanlar oldukları ve bu yüzden de başlarına felaketler gelmesi gerektiği için değil, gerçek hayatta da böyle olacağı için gelmiştir. Gerçek hayatta mucizelere yer yoktur: Staretz ölür ölmez kokacak, İlyuşeçka sevgili babasının hayattaki tek neşe kaynağı ve umudu olduğu halde ölüp gidecek, "mujikler"den kurulu jüri Mitya'yı mahkum edecektir.

Yazar kitap boyunca tarafsız, belki de "gerçeğin tarafında" kalmayı başarır. Yine de, (dini inançtan tam olarak kopmayan, ama dini inançla bir de tutulamayacak) bir tür maneviyatı her şeyin üzerinde tuttuğunu hissedersiniz. Nasıl Suç ve Ceza'da Raskolnikov Sonya'ya aşık olduğunda onun için "teoriler bitmiş, yaşam başlamışsa," Alyoşa da Ivan'a "mantıktan önce hayatı sevmesini" salık verir, "anlam ancak o zaman anlaşılır hale gelir." (sf. 299). İnsanlar birbirlerine karşı sorumluluk duymalı, bütün zayıflıklarına, kusurlarına ve aptallıklarına rağmen birbirlerine merhamet etmeli, birbirlerine çocuklara, hastalara bakar gibi bakmalıdırlar. Yazar da karakterlerine sevgiyle, merhametle yaklaşır.

Peki Dostoyevski'nin iki eserinde de başvurduğu bu maneviyat, ne ölçüde dini inançtan  beslenmektedir, ya da beslenmelidir? "Tanrıya inanmayan, kullarına da inanmaz" derken haklı mıdır Staretz? Ivan Karamazov'un Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne duyulan inancın dünyada sevginin ve ahlakın temeli olduğuna dair yarı ciddi iddiası ne kadar doğrudur? Maalesef pek çok kişi için hala geçerliliğini koruyan bu sorunun cevabını da okurun kendi vicdanına dönerek vermesi gerekir.

Karamazov Kardeşler'den notlar

...Beş gün ya var ya yok, kendisi burada hanımların çoğunluğu oluşturduğu bir toplulukta, bir tartışma sırasında çok ciddi olarak, dünyada insanları hemcinslerini sevmek için zorlayan bir gücün, insanlığın ille de sevileceğine ilişkin bir yasanın bulunmadığını ileri sürmüş. Yeryüzünde sevginin varlığını doğa yasalarına değil, sırf insanların ruhun ölmezliğine olan inançlarına bağlamış. İvan Fyodoroviç parantez içinde, doğa yasasının da bu olduğunu söylemiş; insanoğlunda ruhun ölmezliğine ilişkin inanç yok edilse, yalnız sevgi değil, yeryüzünde hayatın devamı için bütün canlı güç de söner gidermiş. Öte yandan, ahlaksızlık kavramı kalkacak, her şey, hata yamyamlık bile doğal sayılacakmış. Daha da ileri gitmiş: ne Tanrıya, ne de ölmezliğe inanan herkes için -mesela bizler gibi- doğadaki ahlak yasası hemen eski din yasasının tam tersine bir biçim almalıymış. İnsanlar için kötülüğe kadar giden her türlü bencil davranış sakıncasız görüldükten başka, en gerekli, akla uygun, nerdeyse en soylu bir kurtuluş çaresi sayılmalıymış. Bu tür paradokslar ve gariplikler kumkuması sevimli İvan Fyodoriç'imizin sözü nerelere götürebileceğini, daha doğrusu götürmek niyetinde olduğunu tahmin edebilirsiniz beyler.

Dmitri Fyodoroviç ansızın,

-Müsaade buyurun! diye atıldı. Yanlış duymadımsa, kötülüğe yalnız izin verilmeyecek, bu her zındık için en gerekli, en zekice kurtuluş yolu olacak! Öyle değil mi?

Paisiy Peder, 

-Evet, öyle! diye doğruladı.
-Hatırımda kalsın.

Dmitri Fyodoroviç sözünü tamamlayınca, konuşmaya katıldığı gibi ansızın sustu. Hepsi ona merakla baktı.

Staretz birdenbire İvan Fyodoroviç'e döndü.

-İnsanlarda ruh ölmezliğine inancın kaybolmasının gerçekten böyle bir sonuç doğuracağı kanısında mısınız? diye sordu.

-Evet, iddiam budur. Ölmezlik düşüncesi kalkınca erdem aramayın...

-Bu inanışınızla ya çok mutlu ya da son derece mutsuzsunuz.

-Neden mutsuz olayım? diye gülümsedi İvan Fyodoroviç.

-İhtimal kendiniz de ne ruh ölmezliğine, ne de Kiliseyle Kilise davası üzerine yazdıklarınıza inanıyorsunuz da ondan.

-Belki haklısınız. Ama gene de büsbütün şaka etmiyordum ben.

İvan Fyodoroviç bu garip, ani itiraftan kızarıverdi.

-Büsbütün şaka etmiyordunuz, doğru, içinizdeki bu henüz çözülmemiş sorun yüreğinize acı veriyor. Ama çilekeşin birinin içini kaplayan acı umutsuzlukla eğlenmekten hoşlandığı olur; hatta sanki ona bunu doğrudan doğruya umutsuzluğu yaptırmaktadır. Siz de şimdi umutsuzluktan sözlerinize inanmadan, yüreğiniz sızlarken, için için gülerken, dergilerdeki makalelerle, sosyete tartışmalarıyla gönül eğlendiriyorsunuz. Sorunu henüz halletmediniz; büyük üzüntünüz budur, çünkü çok acele bir çözüme ihtiyaç olduğunu biliyorsunuz.

(sf. 82-83, İş Bankası Yayınları, Çeviri: Nihal Yalaza Taluy.)

-...Bir şey söyleyeyim mi, Aleksey Fyodoroviç: şu sizin, yani sizin... daha doğrusu bizim düşüncemizde ona, şu zavallıya karşı bir küçümseme yok mu dersiniz; biraz yüksekten bakarak ruhunu didiklemiyor muyuz? Parayı yüzde yüz kabul edeceğini kestirmenizde de bir küçümseme yok mu?

Bu soruya sanki önceden hazır olan Alyoşa, kesin bir tavırla,

-Hayır, Lise, küçümseme yok, dedi. Bunu buraya gelirken ben de düşündüm. Ne küçümsemesi, kendimiz de onun gibiyiz. Bizim de ondan daha iyi yanımız yok. Daha iyi olak bile, bir de onun yerinde olduğumuzu düşünün... Sizi bilmem ama Lise, ben, birçok bakımdan ruhumun küçüklüğünün farkındayım. Snigirev'in tam tersine, küçük olmayan, duygulu bir ruhu var. Hayır, Lise, ona karşı küçümser davranmıyoruz! Benim Stratez bir keresinde insanlara çocukmuşlar gibi, hatta bazılarına hastanedeki hastalara bakar gibi bakmak gerekir, demişti.

(sf. 280)

-...Burada oturmuş kendi kendime ne diyordum, biliyor musun: hayata inanmasam, sevdiğim kadına sırt çevirsem, dünyanın gidişine inancım kalmasa, hatta tam tersine, her şeyin karmakarışık, uğursuz, belki de şeytanca bir kaos olduğuna iman etsem, insanların hayal kırıklığından uğradığı bütün korkulara tutulsam gene de yaşamayı isteyeceğim, hayat kadehini ağzıma götürünce bitene kadar bırakmayacağım! ... Baharın pırıl pırıl körpe yapraklarını, mavi göğü severim ben, anlıyor musun? Akıl mantık işi değil bu, içinle, karnınla seviyorsun; ilk gençliğinin gücüyle seviyorsun...

İvan birdenbire güldü.

-Bu saçmalığıma akıl erdirebildin mi, Alyoşka, yoksa hiçbir şey anlamadın mı?

-Çok iyi anladım, İvan: içinle, karnınla sevmek istiyorsun; güzel söyledin bunu. Böylesine yaşamak isteğiyle dolu olduğun için senin hesabına memnun oldum. Bence hepimiz, her şeyden önce hayatı sevmeliyiz.

-Anlamından çok hayatı sevmeli, öyle mi?

-Evet, dediğin gibi mantıktan önce, mutlaka mantıktan önce hayatı sevmeli, anlam ancak o zaman anlaşılır hale gelir.

(sf. 298-299)

-Beni dinle, daha açık olmak için yalnız çocukları örnek aldım... Yerin kabuktan göbeğe emdiği öbür insan gözyaşlarından söz etmiyorum, konumu bile bile daralttım. Bir tahtakurusundan başka şey değilim, aczimi açığa vuruyor, her şeyin neden böyle olduğunu zerre kadar anlamadığımı olduğu gibi söylüyorum. Demek ki, suçlu olan insanların kendileri; onlara cennet verildiği halde, özgürlük istemişler, mutsuz olacaklarını bildikleri halde gökten ateş çalmışlar. Benim zavallı, ölümlü, Euklitos kafamla bildiğim sadece şunlardır: dünyada ıstırap var, suçlular yok; her şey bir zincirin halkası halinde, tam bir basitlik ve sadelikle geçip gidiyor ve sonunda dengeye varıyor. Ama bu sadece Euklitos çerçevesinde hezeyandır, bunu biliyorum, bunun üzerine hayatımı kuramam ben! Suçlular bulunmamış, her şey düz, basit bir zincirlemeden ibaret olmuş, benim de bunlardan haberim varmış da ne olmuş! Ben, eden bulur karşılığı  peşindeyim, bulamazsam kendimi yok etmem lazım. Hem bu karşılık ileride, sonsuzlukta değil, hemen burada, yeryüzünde olmalı; bunu gözlerimle görmeliyim. İmanım vardı, görmek de isterim; o ana kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü her şey bensiz olursa acınırım doğrusu. Hayatta işlediğim suçların, çektiğim acıların gelecekte, bilmem kim için ebedi ahenk hazırlığına gübrelik ettiğini görmek istemem, çektiklerim bunun uğruna değildi. Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen bir adamın dirilip katiliyle kucaklaştığını gözlerimle görmek isterim. Başkaları dünyada olanların nedenini öğrenirken bulunmak isterim. Yeryüzündeki dinlerin temeli bu isteğe dayanıyor; benim de yeteri kadar imanım var. Ama arada çocuk meselesi var, çocukları ne yapacağız? Bu meseleyi çözemiyorum. Yüzüncü defadır tekrarlıyorum: elimde konu pek çok, ama ben yalnız çocukları ele aldım. Dinleyin: ölümsüz ahengi sağlamak için acı çekmemiz gerekiyor, kabul. Ama çocukların ne ilgisi var bununla, lütfen söyler misiniz bunu bana?Onların hayatta acı tatmak, ıstırap çekmek pahasına ahenk satın almalarına ne gerek var?
...
O iğrenç yerde öcü alınmamış gözyaşları döküp göğsünü yumruklayarak, "Tanrıcığı"na yalvaran yavrunun tek gözyaşına değmez bu üstün ahenk! Değmez, çünkü çocuğun gözyaşlarının hesabı sorulmadan kalıyor. Karşılık olmalı, yoksa kutsal ahengin anlamını kavramak mümkün değil. Ama neyle ödenebilir bunlar? Var mı böyle bir şey? Bir öç mü sadece? Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem, yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi? Sonra, cehennemle kutsal uyum nasıl bağdaşabiliyor: kimsenin ıstırap duymasını istediğim yok artık, büyük af için bağrımı açmaya hazırım. Çocukların ıstırabı gerçeğin satın alınması için ödenene katıldıysa, bu gerçeğin böyle bir pahaya değmediğini şimdiden söylerim. Ayrıca, bir ananın oğlunu köpeklere parçalatan zalimle kucaklaşmasını istemem ben. Onu bağışlamaya hakkı yoktur! İsterse, kendi hesabına bağışlar, canavara çektirdiği sonsuz analık acılarını bağışlar; ama işkence içinde ölen evladının ıstırabını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk kendisi bağışlasa bile!... Bağışlamaya hakkı olmadığına göre, nerede bu kutsal uyum, sorarım sana? Dünyada bağışlayabilecek, bağışlama hakkına sahip tek bir insan var mı? Yo, istemem ben ölümsüz uyumu, insanları sevdiğim için istemem. Haksız da olsam, öcü alınmamış acılarımla, giderilmemiş hiddetimle kalmaya değişmem bunu. Zaten uyuma pek yüksek bir değer biçildi, bu giriş kesemize göre değil... Bu yüzden ben bileti hemen geri veriyorum. Namuslu bir adamsam bunu bir an önce yapmam gerekir. Ben de yapıyorum işte. Tanrıyı reddetmiyorum Alyoşa, sadece giriş biletini üstün saygılarımla geri veriyorum.

Alyoşa yere bakarak, yavaşça,
-İsyan seninki... dedi.

(sf. 317-320)

"Ama Sen insanları özgürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. 'Yalnız ekmekle yaşanmaz' diye karşılık verdin...

Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı. Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine bir takım tanrılar icat ederler, birbirlerine 'Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!" diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böyle sürüp gidecektir.... Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir.
...
Zira insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur.
...
Oysa bizde herkes mutlu olacak, bağışladığın özgürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek, ne birbirlerine kıyacaklar. Evet, ancak özgürlüklerini ellerimize teslim ederek gösterdiğimiz yoldan gidince tam anlamıyla özgür olacaklarına inandıracağız onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz? Verdiğin özgürlüğün onları nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza inanacaklar, özgürlük, fikir serbestliği ve bilim onları öyle içinden çıkılmaz bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki, isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi, ama güçsüz olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar, ayağımıza gelip, "Evet, haklısınız," diyecekler. "O'nun sırrı yalnız sizin elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun!" Ekmeği elimizden alırken, şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan, taşları ekmek yapmadan, sadece onlardan aldığımızı gene onlara dağıttığımızı görecekler. Ama sevinçleri mutlaka ekmeğe kavuşmalarından çok, bunu elimizden almalarından doğacak. 
...
Ama sürü gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara, yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırabileceği sakin, kendi halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları. Sen, paye vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını, ama en tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman pısırıklaşıp tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için kudretimize, zekamıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını yitirecek kadar hiddetimizden korkarak çocuklar ya da kadınlar gibi sulugöz olacaklar; ama bir işaretimizle gözyaşlarından neşeye, gülmeye, temiz bir sevince mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii çalıştıracağız onları, ama işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız. Hatta günah işlemelerine de izin vereceğiz; zayıf ve acizdirler, günah işlemelerine izin vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak, tapacaklar bize... Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla, metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate göre izin verecek ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar, biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü bu şekil onları bugünkü kendi başına özgürce karar verme azabından kurtaracak."

(sf. 330-339)

"İnsanların içinde taşıdıkları kendi günahlarından başka herkes ve her şey için de sorumlu oldukları inancınız doğrudur," dedi. "Bu fikri bütün genişliğiyle kavrayabilmeniz gerçekten hayrete değer, insanlar bu düşünceyi benimseyebilseler cennetin onlar için gerçekleşmesi kolayca mümkündür." İçimden kopan acıyla, "Ama ne zaman olur bu!" diye bağırdım. "Hem olacak mı? Ya sadece hayal olarak kalırsa?" "İnanmıyorsunuz," dedi. "Hem öğüt veriyor, hem öğütlediklerinize inanmıyorsunuz! Hayal saydıklarımızın gerçekleşeceğini bilin, inanın buna. Yalnız dünyadaki olayları düzenleyen belirli yasalar olduğu için hemen gerçekleşemez bu. Psikolojik engelleri var bunun. Dünyayı yeni bir şekle sokmak için insan ruhuna başka, yeni bir yol açmalı. Herkesle içten, gerçekten kardeş olabilmek gücünü kazanmazsan yeryüzünde kardeşlik nasıl gerçekleşir? İnsanlar ne bilgilerini, ne çıkarlarını isteyerek başkalarıyla paylaşmıyor, haklarından geçmeye razı olmuyorlar. Açgözlülük, kıskançlık içlerini kemirecek, birbirlerini yiyecekler. Hayalin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşmesine gerçekleşecek, ama önce insan için yalnızlık devrinin sona ermesi gerekiyor." "Ne yalnızlığı?" diye sordum. "Her yerde, hele yüzyılımızda alıp yürüyen yalnızlığı kastediyorum. Ancak henüz vadesi yetmedi bunun... Zamanımızda herkes kütleden sivrilerek bireysel bir hayat yaşamak peşinde... Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan, bu çabalamanın sonunda ruhsal bir yalnızlığa düşer. Böylece dolgun, dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir. Evet, yüzyılımızda herkesin tekliğe kaçması, kendi kabuğuna çekilmesi, varını yoğunu başkalarından kaçırması insanları sadece hemcinslerinden uzaklaştırmak, karşılarındakilerini de kendinden nefret ettirmek sonucunu veriyor. Biriktirdiği servetin miktarı arttıkça 'Artık kudretliyim, hiçbir ihtiyacım kalmadı!' diye düşünür. Çılgının, ne kadar çok biriktirse kendisini o ölçüde ölüme götüren bir iktidarsızlığa güttüğünden haberi yoktur, çünkü yalnız kendine güvenmeye alışmıştır o. Toplumda tek olarak sivrilmiş, ruhunu insanlara, insanların yakınlığına inanmamaya alıştırmıştır. Elde ettiği parayla sağladığı hakları yitirmemekten başka derdi, tasası yoktur. İnsan zekası gitgide kişilerin güvenliğiyle rahatının tek, özel çabalarla değil, toğlumun birleşmesiyle sağlanabileceği konusunda alaycı bir anlayışsızlık göstermeye başladı. Ama bu korkunç ruh yalnızlığının sonu mutlaka gelecektir, insanlar hep birden, kişilerin birbirinden ayrılmasının doğal yaşayışa ne kadar aykırı olduğunu anlayacaklardır. Böylece herkes, bunca zaman nasıl karanlıkta yaşadıklarına şaşacaktır. O zaman göklerdeki Tanrı oğlunun dönüş işaretleri de görünmeye başlayacak... Yalnız o güne kadar bayrağı yüksek tutmalı; tek tük de olsa, meczup görünmek pahasına da olsa kardeşçe birleşme, ruhların yalnızlıktan kurtarılması yolunda çabalar görülmeli. Büyük fikri yaşatmak için yapmalı bunu!..."

(sf. 396-397)

"Bak Alyoşeçka, Rakitka'ya, bir baş soğan sadaka verdiğimi övünerek söylüyordum. Sana bunu başka maksatla anlatacağım. Aslında bunun bir hikayesi var, küçüklüğümde şu bendeki aşçı Matriyona'dan duymuştum. 'Bir zamanlar bir kocakarı varmış... Kötü, hırçın mı hırçın bir şeymiş. Bir gün bu kocakarı, arkasında tek bir hayır bırakmadan ölüyor. Şeytanlar kaptıkları gibi ateş gölüne fırlatmışlar onu. Kadının koruyucu meleği bunu görünce düşünmeye koyulmuş: Ah, yaptığı tek bir iyiliği hatırlasam da Tanrıya anlatsam!.. Derken birden hatırlamış, Tanrının huzuruna çıkmış. Bir gün bostanından bir baş soğan koparıp bir dilenciye vermişti, demiş. Tanrı, al o soğanı, göldeki kocakarıya uzat, demiş; ona tutunsun, kurtulmaya çalışsın. Başarırsa, varsın girsin cennete, soğan koparsa, talihine küssün kocakarı... Melek göle koşmuş, soğanı kocakarıya uzatmış: Tutun şuna kadın, yukarı çıkmaya çalış. Kadın usulca çekmeye başlamış, ama göldeki öbür günahkarlar bunu görünce birlikte kurtulmak için asılmışlar. O da hırçının biri olduğu için başlamış onları tekmelemeye: Sizi değil, beni çekiyorlar. Soğan da sizin değil, benim!... diye bağırmış. Tam o anda soğan kopmuş, kocakarı yeniden göle düşmüş. O gün bugün gölde yanıyormuş. Melek de ağlayarak çekilmiş gitmiş..." Bu bir mesel Alyoşa; ezberledim onu, çünkü o hırçın mı hırçın, kötü kocakarı benim. Rakitka'ya bir baş soğanı verdiğimi böbürlenerek söyledim. Ama sana başka türlü anlatıyorum: ömrümce sadaka olarak topu topu bir baş soğan verdim; yaptığım iyilik bundan ibaret... Bunun için bir daha beni övme Alyoşa, iyi kalpli bilme beni, kötüyüm, hırçın mı hırçınım. Övmekle utandırırsın beni.
...
-Yargıç yerinde değil, suçluların en suçlusu olarak konuşuyorum. Bu kadının yanında neyim? Buraya alçaklığımdan, kendimi mahvetmek için geldim. Ama o, beş yıl çektiği acıdan sonra duyduğu içten bir tek söz hatırına her şeyi unutabiliyor, gözyaşı döküyor, namusunu lekeleyen adam gelmiş, (çağrısına) onu affederek, sevine sevine gidiyor. Eline bıçak alamayacaktır o, hayır! Senin nasıl olduğunu bilemem, ama ben öyle değilim Mişa. Bana ders oldu bu... Gruşenka ikimizden de yüksek! Şimdi anlattıklarını daha önce duymuş muydun? Şüphesiz hayır, aksi halde çoktandır her şeyi anlamış olurdun. Evvelsi gün hakaret gören kadın da her şeyi öğrendikten sonra affedecektir. Henüz huzura kavuşmamış bir ruh bu, örselememek lazım onu... belki derinliğinde bir hazine gizlidir.
...
-Belki henüz affetmedim ya... diye mırıldandı. Belki kalbim affetmeye yeni yeni hazırlanıyor. Bilir misin Alyoşa, onu doğrudan doğruya sevmiyorum ben; gözyaşlarımla dolu beş yılı, uğradığım hakaretleri seviyorum.
...
Gruşenka kendini kaybetmişçesine Alyoşa'nın ayaklarına kapandı.

-Niçin daha önce gelmedin meleğim?.. Hayatımda hep senin gibi birinin gelmesini bekledim; böyle birinin gelip beni bağışlayacağını biliyordum. Beni bütün çirkefliğimle seven birisi çıkacağını biliyordum!

Alyoşa, duygulanarak gülümsedi.

-Ne yaptım ki sana? dedi, eğilerek sevecenlikle ellerinden tuttu. Bir soğan uzattım sana, ufacık bir baş soğan... o kadar, hepsi bu.

(sf. 459-466).

Friday, July 13, 2012

Different worlds

"What is terrible is that after every one of the phases of my life is finished, I am left with no more than some banal commonplace that everyone knows: in this case, that women's emotions are all still fitted for a kind of society that no longer exists. My deep emotions, my real ones, are to do with my relationship with a man. One man. But I don't live that kind of life, and I know few women who do. So what I feel is irrelevant and silly... I am always coming to the conclusion that my real emotions are foolish, I am always having, as it were, to cancel myself out. I ought to be like a man, caring more for my work than for people; I ought to put my work first, and take men as they come, or find an ordinary comfortable man for bread and butter reasons - but I won't do it, I can't be like that..." Doris Lessing, the Golden Notebook, page 283.

"Researchers spent some time dealing with this notion of gratification; neurology has been enlightening us about the tension between the notions of immediate rewards and delayed ones. Would you like a massage today, or two next week? Well, the news is that the logical part of our mind, that 'higher' one, which distinguishes us from animals, can override our animal instinct, which asks for immediate rewards. So we are a little better than animals, after all-but perhaps not by much. And not all of the time." Nassim Nicholas Taleb, the Black Swan, sf. 88

I never understood people who fall in love with the wrong people. In this category are married people, current and ex partners of good friends, colleagues in the same team or people who are considerably older or younger. People falling in love with people far richer or poorer than them are just the stuff of old Turkish movies. Even when circumstances allow for such encounters frequently enough for a relationship to develop, I think the choice of a serious romantic partner can never be completely irrational.

But what if you fell in love and you realize, with your 'higher' mind, that the person you love is not right for you? Sure, sometimes you realize that because you no longer love that person, but sometimes you realize that despite the fact that you still love them. I recently realized that I assumed, subconsciously, that under such circumstances one should simply fall out of love. Of course I knew that couples separate when they still have feelings for each other (although I thought there could never be a good enough reason to merit such a separation!), and I knew that people could stay in love with people so wrong for them that they end up in prison, or worse yet, dead. A Turkish singer, who had a very public relationship with a married clarinetist and ended up in prison because of possession and sale of cocaine, claimed that most of the women in prison were there because of the wrong men. Take Anna Karenina and Amy Winehouse. I knew all this, but I never thought I would fall in love with the wrong person, and worse yet, still have feelings for him even when I knew, for a fact, that he is wrong for me. As an extension of this assumption, I thought either that my feelings were not real and just a sign of emotional and mental weakness when he is so obviously the wrong person, or that he could not be the wrong person since I still harbored feelings for him.

But now I feel that this tug of war between the heart and mind and the inconsistent behavior it leads to, which I explained in my favorite post ever, Warm Heart, Cold Heart, actually make sense. And it is more pronounced for women. When one evaluates the human condition in today's society, and women's condition specifically, from a completely rational and self-interested standpoint, one can conclude that our emotions often stand in the way of our best interest as individuals and our personal success, and vice versa. I think Anne-Marie Slaughter explained this elaborately in her piece Why Women Still Can't Have it All. Unless one is very lucky and all stars are aligned in love and family and career, it's still an either/or question for women. And we made this so by trying to prove that we are no different from men. Maybe the real challenge would have been to stand up for who we are and the value of what we value, and seek change, not merely acceptance, instead of struggling to score points in both our personal lives and careers on men's terms.