Sunday, July 26, 2015

Kafamda bir tuhaflık

Orhan Pamuk’un geçen sene çıkan son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık, gözlemleyebildiğim kadarıyla çok ses getirmedi. Pamuk, bana kalırsa iyi bir hikaye anlatmaktan, derinlikli karakterler yaratabilmekten, iyi edebiyattan daha fazlasını, “sosyal içerikli” bir kitap yazmayı hedeflemiş ve bu çabası metinde göze batıyor.

Orhan Pamuk ilk defa tamamen kendi sınıfının dışındaki karakterleri anlatıyor kitapta. Mevlut ve ailesinin yaşamı akıp giderken, Orta Anadolu’dan İstanbul’a göçenlerin yerleştiği “tepe”lerin de yıllar içinde nasıl dönüştüğünü gözlemliyoruz. Göçmenlerin çevirdiği arsalardan sefalet içinde yaşamların sürüldüğü gecekondulara, gecekondulardan birkaç katlı apartmanlara ve en sonunda gökdelenlere uzanan bir dönüşüm bu. Mevlut’un amcası ve oğulları, önce Mevlut’un babasına ufak bir kazık atarak, sonrasında da güçlü Hacı Hamit Vural’a yakın durarak ortaya çıkan ranttan pay sahibi olabilmeyi başarıyor, ancak Mevlüt bir türlü kendini kurtaramıyor. Seyyar satıcılık, büfe müdürlüğü, otopark bekçiliği, elektrik dağıtım şirketinde memurluk gibi bir dizi iş yapıyor, akşamları da hep bozacılık.

Mevlüt karakteri gerçekten tuhaf bir karakter. İyi niyetli ve saf olduğu her fırsatta vurgulanıyor. Sanki Orhan Pamuk, alt sınıftan herhangi bir insanın iç dünyasına giremeyeceğini düşündüğü için Mevlut’u diğer kitaplarındaki baş karakterlere  benzetmiş. Mevlüt geceleri şehirde yürümeyi, mezarlıklarda gezmeyi sevdiği için bozacılığı bırakamıyor, köpeklerden korkuyor, karanlık bir gece kaçırdığı kızın sevdiği kız değil ablası olduğunu anlayınca kaderine razı oluyor. Bozacılık, sanki Mevlut’un çağrıldığı evlerdeki “laik orta sınıf” (ya da tarikat mensubu) müşterileriyle gelenek, siyaset ve din üzerine sohbet edebilmesi ve yazarın “alem” kelimesini sıkça kullanmasına fırsat vererek sokaklarda gezebilmesi için kitaba monte edilmiş bir araç. Aynı şekilde, metinde Mevlut’un hikayesine iliştirilen, o sırada memlekette neler olup bittiğine dair siyasi ve sosyolojik notlar çoğu zaman Türk okur için basit ve sakil kaçıyor, sanki yabancı okur için yazılmış. Bunlar, metne yedirilemediği ve hikaye içinde bir amaçları olmadığı zaman sırıtıyor. (“Eski dostu Ferhat, ‘İstanbul’un apartmanları üçe ayrılır,’ demişti bir kere: 1. Kapısında ayakkabıların çıkarıldığı, namaz kılınan, dindarların evleri. 2. Ayakkabılarınlarınla girebileceğin Avrupai zenginlerin evleri. 3. Her iki türden ailelerin birlikte yaşadığı yeni yüksek apartmanlar.” Sf. 31)

Kitabın güzel, eğlenceli tarafları da yok değil. Sınırlı üçüncü şahıs anlatıcı Mevlüt’ün hikayesini anlatırken diğer kahramanların araya girip sözü almaları güzel ve eğlenceli bir yöntem. Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı’da da her bölümde farklı bir kahramana söz vermişti, ama bu kitapta kahramanlar daha kısa sürelerle, birbirleri ardına söz alıyorlar, bu da insana sanki Mevlut’un hayatı üzerine, bol röportajlı bir belgesel izliyormuş izlenimi veriyor.

Mevlut amcasının oğlunun entrikasına kurban giderek asıl niyet ettiği güzel Samiha’yı değil, ablası Rayiha’yı kaçırmıştır, ancak kaderine razı, Rayiha’ya aşık olur ve onunla evlenir. Mevlut karısı öldükten sonra Samiha ile de evlenecektir, ama asıl sevdiği Rayiha’dır. Yıllar geçtikçe evlilikleri eskise ve Rayiha mektupların Samiha’ya yazıldığını öğrenince kızkardeşine karşı başedemediği bir kıskançlık duysa da, beraber geçirilen zaman ve yaşanan tecrübelerin gerçek sevgi ile ilişkilendirilmesi güzeldi.

Mevlut’ün bozacılık yaparken gezdiği karanlık, sessiz ve ürkütücü sokaklar değil, ama daha ortaokuldayken babasıyla yoğurtçuluk yapmak için çıktığı, herkesin bir şeyler alıp satmaya çabaladığı yaşam dolu sokaklar da güzeldi. Pamuk, büyük olasılıkla kendisi bu sokaklardan sadece bir gözlemci olarak geçmiş olsa da, sokakların ritmini, enerjisini okura hissettirebiliyor. Aynı şekilde Mevlut dışındaki karakterler hayat dolu. Süleyman, Ferhat ve Korkut çok daha eğlenceli, fırlama, ilginç karakterler. (Belki seslerini duyurabildikleri için Mevlut’ten daha şanslı olabilirler, şimdi Mevlut’e de haksızlık yapmayalım.) Benim Adım Kırmızı ve Masumiyet Müzesi’nde olduğu gibi, Pamuk kadın karakterlerin iç dünyasına girebilmek için de gerçek bir çaba sarfediyor. Samiha’nın dik başlılığı, Rayiha’nın kıskançlığı, Vediha’nın kız kardeşleri ve kocasının ailesini idare etme çabası çok güzel anlatılmış. Hele Vediha’nın maruz kaldığı muameleleri sayıp döküp, bunların doğru olup olmadığını sorduğu bir bölüm var ki, bir harika. (“Yıllarca ‘Paramız var, Şişli’ye taşınalım,’ dememe Korkut’un hiç kulak asmamasından sonra, bana inat eder gibi Süleyman’ın yeni gelinle Şişli’ye yerleşmesi doğru mu?”sf. 376)

Kitabın sonlarına doğru olayların akışı birden çok hızlanıyor. Sanki Pamuk, artık kitabı bitirmek için sabırsızlanıyormuş gibi hissediyorsunuz. Kara Kitap ya da Benim Adım Kırmızı kadar etkileyici olmasa da, Kafamda Bir Tuhaflık kolaylıkla okunan esprili bir kitap.

Tuesday, July 14, 2015

Annelik ve konformizm

Anneler çocuklarına “aman olaylara karışma, sonunda olan sana olur” derler ya hep – mesela benim babaannemin sürünün ne başında, ne sonunda gitmeli minvalli bir lafı vardı. Annelik çok emek istiyor ve çocuğunuzun iyiliği her şeyin önüne geçiyor. Anne olmadan önce savunduğunuz bazı şeyleri anne olduktan sonra savunamamaya başlıyorsunuz, çünkü enerjiniz yok. Hayat tarzınız tamamen değişiyor (kulağa o iğrenç kamu spotu gibi gelmeye başladım) ve eskiden “sıradan” sandığınız, tercihlerini küçümsediğiniz insanlara yakın tercihler yapmaya başlıyorsunuz. Annelik aslında, “dünya yansa kendimi düşünürüm”cülüğün “dünya yansa çocuğumu düşünürüm”e evrilmiş versiyonu, fedakarlık kisvesi altında bencillik yapabilme fırsatı.

Birkaç örnek vereyim belki beni daha iyi anlarsınız.
1)      Sınıf bilinci: Burada sınıf bilinciyle ilgili pek çok yazı yazmıştım. Ancak “emekçi” insanların hepsi dürüst, iyi niyetli ve mazlum değil. Bunun böyle olmadığını, kendi çevrenizin dışındaki insanlarla biraz vakit geçirince gayet iyi anlıyorsunuz. Bakıcılarla olan tecrübelerim, insanların kolayca yalan söyleyebildiğini ve bundan ahlaki olarak hiç rahatsız olmadığını gösterdi. Siz ne kadar geri adım atarsanız, onlar kendi isteklerini o kadar rahat dayatabiliyorlar. (Gerçi bu eğilimi sadece yanınızda çalışan insanlarda değil, en yakınlarınızda da rahatlıkla görebilirsiniz.)  

Belki de rahat büyümüş, en azından çocukluklarında isteklerini elde etmek için mücadele etmek zorunda olmamış benim gibi insanlar, kendileri kadar şanslı olmayanlara karşı böyle peşin hüküm vermemeliler. Ancak annelik hayattaki sorumluluklarımı öyle çok ve aniden arttırdı ki, insanlara her zaman anlayışla yaklaşamıyorum. İş ahlakı ve iyi niyete çok ihtiyaç var. Sadece işverenler için değil, çalışanlar için de geçerli bu.  

2)      Alışveriş merkezleri kurtarıcıdır: Mecbur kalmadıkça alışveriş yapmayı sevmem ve eskiden beri alışveriş merkezlerini sıkıcı bulurum. Ancak pusetle sokaklarda gezinmeyi deneyin bakalım… Yol üzerinde bir restorana-cafeye oturun ve çocuğunuzun altını değiştirmeye çalışın bakalım. Arka koltukta ağlayan bir bebekle park yeri arayın bakalım. Ya da araba kullanmayıp toplu taşıma araçlarını ya da taksileri kullanmakta direnin bakalım. Alışveriş merkezleri, gerçek bir ihtiyaçtan doğmuş ve insanların sokaklarda gezmektense AVM’leri tercih etmelerinin bir sebebi var. Tabii ki gönül güzel parkların, geniş kaldırımlı bulvarların, restoran/cafelerde bebek bakım odalarının yaygınlaşmasını ister, ancak şu an için dışarı çıkıp biraz kafasını dağıtmak isteyen bir annenin elindeki en rahat seçenek AVM’ler. Zaten annelik sizin bir şeyleri prensip edinip de, bu prensipler uğruna bir şeyleri protesto/boykot etmenize izin vermiyor. Günü mümkün olduğunca düzgün bir psikoloji ve sağlığı/keyfi yerinde bir bebekle atlatmaya çalışıyorsunuz. 

3)      Tüketim dünyası: Kendiniz için alışveriş yapmayı, eşya kalabalığını pek sevmeyebilirsiniz, ama çocuk büyütürken daha önce hiç aşina olmadığınız bir sürü eşyayı almak ve kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Modern dünyada bebeğinizle hayatınızı sürdürebilmek için tüm bu eşyaları kullanmaya mecbur olduğunuzu düşünüyorsunuz, ama modern dünyanın hayatınızı kolaylaştırmayı vaad ederken kafanızı yoran pek çok şeyi gibi bu eşyaları seçmek, kullanmayı öğrenmek, temiz ve düzenli tutmak, her gittiğiniz yere taşımak çok yorucu aslında. Çocuğunuz için alışveriş yapmak özellikle yorucu: Araç koltuğunun güvenlisini, yiyeceklerin, mama kaplarının, oyuncakların kanserojen olmayanını bulmaya çalışıyor ve kendinizi sizi ve çocuğunuzu kandırıp zehirlemeye çalışan kapitalist dünya karşısında tek başına hissediyorsunuz. Çoğu durumda iyi olanın pahalı olan olduğunu varsaymaktan daha fazlasına enerjiniz yetmiyor.  

4)      Kentsel dönüşüm: Kentsel dönüşümün ya da mutenalaşmanın,  yerlerinden edilen insanlar için ne kadar büyük bir zulüm olduğunu biliyorum, daha önce yazmıştım. Beşiktaş’ta oturuyorum ve evimin çok yakınında köy evi benzeri bahçeli bir ev var. Gecekondu mu bilmiyorum.  Bahçesinde ve etrafında tavukların gezdiği bir ev bu. Günün her saatinde öten bir horozu var. Bu ev, bütün kış çok kötü kalite kömür yakarak mahallenin havasını mahvetti, camı açıp evi havalandırmayı olanaksız hale getirdi. Nisan ayının sonuna kadar o baca tütmeye devam etti. Kuşkusuz kabahat, kalitesiz kömürleri bu insanlara dağıtanlarda, ama ben, bu sorunun en kısa zamanda çözülmesinin yolunun, evin kentsel dönüşüme kurban gitmesi olduğunu düşünmeye ve bunu dilemeye başladım.  

Annenin içinde beliren bir başka dürtü de, siteye taşınma arzusu. Bunun AVM’lerin birden çekici hale gelmesine benzer nedenleri var: Evinizden çıktığınızda pusetle trafikten korkmadan rahatça yürüyebileceğiniz, çocuğunuzu gezdirebileceğiniz, ipsiz sapsız insanları içeri almayacak güvenliği olan, siz işteyken bakıcının da çocuğa güvenle hava aldırabileceğini bildiğiniz bir yerde yaşamak istiyorsunuz.  

5)      İşim aslında o kadar da kötü değilmiş: Evde oturup çocuğa bakınca, nerede çalıştığınızın ve işinizin ne ihtiva ettiğinin o kadar da önemli olmadığını, dışarıda çalışma konseptinin başlı başına değerli olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Giyinip evden çıkmak, işyerinde iki insan görüp konuşmak, kafayı çocuktan başka konulara verip beyin hücrelerinizin çalıştığını hissetmek, evdeki güç dengelerini korumak, maaş ve özel sağlık sigortası gibi güzellikleri var dışarıda çalışmanın. Hakettiğinizi düşündüğünüz konumda, size gerçekten anlamlı gelen bir amaca yönelik çalışmıyor olabilirsiniz, ama ne gam! İdealleriniz çok geride kalırken işyerinin eve yakınlığı, esnek çalışma saatleri gibi şeyler önem kazanıyor. Çalışıyor olmak yeter.
Çocuk sahibi olmak, inandıklarınız ve tercihleriniz arasındaki makası açacak, tutarsızlıkları artıracaktır. Buna hazırlıklı olmak gerekli. Ama bir yandan da pek çok konuda sizi tercih yapmak zorunda bırakan ve tercihlerinizi belirleyen, hayatınıza sınırlar koyan bir şey. Yani sizi hem ilerlemek, büyümek zorunda bırakıyor, hem de ilerleyebileceğiniz yolları belirliyor. Bu insanı ataletten kurtarıp, ferahlatıcı bir etki yapabilir. Gerek zamanınıza, gerekse tercihlerinize konulan sınırlar, onları aşmak, etraflarından dolanmak için yaratıcı çözümler bulmanıza, kendinizi geliştirmenize, zamanınızı daha verimli kullanmanıza vesile olabilir. İnşallah öyle olur!