Thursday, October 28, 2010

Çoğunluk

Dün akşam Seren Yüce'nin Çoğunluk filmini izledikten sonra yönetmenle yapılmış bir kaç röportajı ve Ekşi Sözlük'teki bazı yorumları okudum. Ben de filmin gerçekliğine hayran kaldım. Peki gerçeği olduğu gibi görmek niye insanı bu kadar çarpıyor? Çünkü biz, günlük hayatımızda gerçekten kaçmak için elimizden geleni yapıyoruz. Popüler sinema da çoğunlukla bu ihtiyacımıza cevap veriyor. Gerçeği olduğu gibi görüp gösteren bir eser ise, kendimize karşı yeterince dürüstsek, hem bir uçurumdan bakmak kadar çarpıcı, hem de korkutucu.

Bir yorumcu "hissizlik"ten bahsetmiş. Aslında Mertkan hissiz değil ama korkuyor. Acıma, üzüntü, öfke, sevgi hep bu korkuya yenik düşüyor. Mertkan korku dışında başka bir şey hissetmekten bile korkuyor. Kız arkadaşından ayrılmasını isteyen babasından dert yandığında, annesi ona kendisinin ne istediğini soruyor. Mertkan tereddütlü cevap verince de sabırsızlıkla "ben senin hayatta hiç bir şeyi istediğini görmedim, vardır babanın bir bildiği" diyor.

Gerçek aslında ölü bir gezegenin çorak toprakları da, biz dünyalılar gözlerini ufka dikmiş, hikayelerle oyalanan hayalperestler miyiz? Gerçekten kaçmakla onunla yüzleşip, yine de daha iyisini hayal edebilmek, bunun için çalışabilmek arasında bir fark var. Anlamlı olan, bu çaba.
"Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz..." Sonra meçhul bir düşmanıyla kavga ediyormuş gibi hırçın bir sesle devam etti: "Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için.... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı bir av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, sayfa 81-82.

Tuesday, October 19, 2010

Arı kovanı

Pek çok insanın pek çok şekilde hakkı yeniyor. Evde, trafikte, merkezi sınavlarda, atamalarda, kamu ihalelerinde, mahkemelerde. Sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz işçi çalıştıran iş yerlerinde. Tabii bunlar hala yadırgayabildiklerimiz. Bazılarını haksızlık olarak bile görmüyoruz, sistemin doğal işleyişi sayıyoruz. Bu hep böyleydi, ama benim aklım şimdi erdiği için şimdi öfkeleniyorum.


Aleni fauller

Bugünün iki haberi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinde Adalet Bakanlığı'nın istediği adayların seçilmesi ve KCK davası. Bu iki haber aslında tek haber: KCK gibi davalar, hükümetin yargıyı dilediğince yönlendirmesinin sonucu.

Murat Yetkin'in bugünkü yazısından öğrendik ki, biz Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK'da yer almasından şikayet ederken, üç bakanlık bürokratı HSYK'na girmiş. Dedikodulara göre, eski müsteşar yardımcısı hakim ve savcıların atama, nakil, yetki gibi işlerine bakacak olan dairenin başına geçecekmiş. Eski personel müdürü mesleğe kabul, terfi ve disiplin işlerine bakan dairenin başkanı olacakmış. Denetim ve soruşturma izni işlerinden sorumlu üçüncü dairenin başkanlığına ise eski Adalet Akademisi Merkez Eğitim Müdürü'nün yerleştirilmesi düşünülüyormuş. Ahmet İnsel'in bugünkü yazısına göre Müsteşar Ahmet Kahraman bürokratların seçilmesiyle birlikte "bakanlıktaki hafızanın kurula taşınmasını" olumlu buluyormuş.

Kurumların değiştirilmesiyle yargının bağımsız ve tarafsız olamayacağını Koşullar ve Formüller adlı yazımda anlatmıştım. İyileşmeyi bir yana bırakın, işler daha da kötüye gitti. Eskiden hiç değilse HSYK ve hükümet yargı üzerinde zıt yönlü baskı uyguluyordu. Artık birbirlerini tamamlayacaklar. Kimse hakimler ve savcıların seçimlerde serbest iradeleriyle karar verdiklerini iddia etmesin. "Ne olur ne olmaz" diye düşünenlerin sayısı az değildir. Ne de olsa yerin kulağı, duvarların gözü vardır, oylarının hesabı kendilerine sorulabilir.

KCK davasının ise şu anda sürmekte olan onlarca benzeri gibi siyasi bir dava olduğu duruşmalar başlayınca meydana çıktı. İddianame 7578 sayfaymış, ekleriyle 130 bin sayfayı buluyormuş. Aralarında eski DTP yöneticileri ile BDP'li belediye başkanlarının, il genel meclisi başkanlarının ve belediye meclisi üyelerinin bulunduğu sanıklar “devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma”, “terör örgütü üyesi ve yöneticisi olma”, “terör örgütüne yardım ve yataklık etme” suçlarından yargılanıyormuş. 151 sanıktan 103'ü tutukluymuş. Anladığım kadarıyla geçen yılın Aralık ayındaki operasyonlardan beri tutuklular.


Tribünlerin sevinci, korkusu

Ortalıkta dolaşan iki hikaye var. Birincisi, ya "cahilliğin talih olduğu yerde bilginin aptallık olduğunun" idrakine varmış, ya hayat meşgalesinden (çalışmak da hayat meşgalesidir, keyif sürmek de) etrafına bakmaya mecali kalmamış, ya da rüzgarı arkasına almış mutlu çoğunluğa anlatılıyor. Tabii bir de yabancılara. Bu hikaye "demokratikleşme, normalleşme, Alevi-Kürt-Roman açılımı, ekonomik büyüme, ordunun tasviyesi, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri, rezidanslar" diyor.

İkinci hikayeyi ise öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler anlatıyor. O hikaye, HSYK'na seçilen bakanlık bürokratlarının ve KCK gibi nice davadan hüküm giymeden, hüküm giyerek yıllarını hapiste geçirenlerin hikayesi. Bu, yüzeydeki ışıltının, boş sözlerin ve inşaatların altında süregitmekte olan haksızlıkların hikayesi. Bu hikayenin anlatılmasından hiç şikayetçi değil hükümet, hiç bir şeyi gizlemeye çalışmıyor. Sorulunca usulen diyor "hakimlerimizin iradesidir, yargının takdiridir" diye ama, aslında ibret-i alem olsun istiyor. Biliyor ki çoğunluğun zaten umurunda değil bu hikaye. Anlatılanlara kulak verip durduk yere öfkelenen basiretsiz azınlığa gelince... Bırakınız dinlesinler, görsünler, iyice anlasınlar. Hiç bir kuralın, kanunun, kurumun önemi olmadığını, önemli olan tek şeyin güç olduğunu. Gücün bizde olduğunu.