Saturday, October 26, 2013

In praise of emotions at work

In the corporate world, the display of emotions, especially the negative ones, is frowned upon. If someone did something that made you angry, or if you simply think they are doing "the wrong thing," you don't tell them anything, unless, well, they are reporting directly to you. On the spot you hide your anger for that person and their decisions and act as if nothing happened. What you do next depends on your power relative to that person. You might have to wait it out and do nothing, which is often the case. Or you might start lobbying against that person behind their back, hoping that someone stronger will tell them off. 

As you hide your emotions and opinions and as a consequence your emotions and opinions end up having no consequence whatsoever, having emotions and opinions ceases to appear rational. You start not caring, and you just do what you are told to do, just for the money and the benefits. You are probably too busy anyway, the next project washes away the remains of any feelings you had just a few days ago, convincing you that they were trivial anyway. Then you become a "resource" in the true sense of the word, not human but simply a means of production. You keep your mouth shut until you rise up high enough in the company. But by then you probably have already acquired and internalized the values of the company anyway, including an impatience for young people's opinions and grievances.

While the job market leaves no option to white collar employees but that kind of existence, I think the companies and their executives lose out, as well. Imagine a simple relationship between two people and how much each person can learn from the other's way of looking at things, their priorities, their values. The way we produce offspring should give people an idea: The product is stronger when it incorporates different opinions, different values, and dare I say, more pieces to the reality of the world, the "truth."

Here's a line from Madonna's song, the Power of Goodbye: "Pain is a warning that something is wrong." Even if you can't do anything about them yet, don't discount or overlook or trivialize your emotions. They are a signal. People may tell you something is not important, but if you think it is important, then it is important. That's the only way you can preserve your character and still have your own opinions and feelings a few years from now. 

Friday, October 04, 2013

Anneler ve kızları

Sinem o gün annesine benzedi.

Sabah kalktı, kocasını geçirdi. Panjurları kaldırdı, camları araladı. Ortalığa atılmış gazeteleri, kitapları, giysileri topladı. Bilgisayar başında bir kase Nesfit yedi. Duş aldı, makyaj yaptı, uzun uzun gardrobunun başında durup ne giyeceğine karar verdi. Saatini, küpelerini, yüzüğünü taktı. Kıyafetine uygun çantasını hazırladı. Düz ayakkabılarını giydi, nasılsa ofiste topukluları vardı. Kapıyı kilitledi, alarmı kurdu. Yolda güneş gözlüğünü evde unuttuğunu farketti. Ofiste haberlere baktı, öğle saatinde oda arkadaşlarıyla yemeğe gitti, kaç gündür üzerinde çalışmakta olduğu raporun o gün için planladığı kadarını olmasa da birkaç paragrafını daha bitirdi. Eve dönüş yoluna çıktığında hava kararmış, serinlemişti bile; balık pazarına uğrayıp lüfer, manava uğrayıp domates, biber, roka, fırından taze ekmek aldı. Diğer işler yapılırken çamaşırların yıkanması gerekiyordu, renklileri ayırıp makineye attı. Üzerini değiştirdi, yüzünü yıkadı, balıkları fırına koydu, domatesleri, biberleri, rokayı yıkayıp doğradı. Bütün ev balık koktu. Bu sırada kocası geldi, camları açarken evde balık yapmanın çıkardığı işlerden yakındı ama lüferleri severek yedi. Sinem sofrayı topladı, bulaşık makinesini boşalttı, bulaşıkları akıtıp içine koydu, fırını temizledi, masayı sildi. Yıkanan t-shirtleri askılara asıp çorapları eşleştirirken televizyondaki tartışma programında konuşulanları dinledi. Kocası uyuklamaktaydı, karısını yanına çağırdı. Sinem de onun yanına uzanıp ona sarıldı, bir an mutlu olduğunu hissedip şükretti, sonra uyuyakaldı. Kolu bacağı ağrıyıp üşüyünce uyandı, kocasını da uyandırıp yerine yatmaya ikna etti. Camları kapattı, panjurları indirdi. Yatmadan önce kitap okuyamayacaktı, hali kalmamıştı. Dişlerini fırçalarken beyaz yüzündeki yorgun ifadeyi tanıdı: 

Annesine benzemişti. 

Kendine ait bir oda

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da 16. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan bir zaman diliminde  kadınların büyük yapıtlar yaratabilmesinin önündeki engelleri sıralar: Kadınlar yoksuldur, küçük yaşta evlendirilirler ve hayatlarını dört duvar arasında çocuk bakarak geçirirler, gizli ve geri planda kalmak zorunda hissederler, kitaplarına ilham kaynağı olacak ve başkalarının kitaplarına ilham verecek “yaşam tecrübelerine” sahip olamazlar, yapıtları erkeklere ve yaşamak istedikleri tecrübelerden onları yoksun bırakan haksızlıklara karşı duydukları hınçla gölgelenir, erkeklerin önemli bulduğu konuların önemli sayıldığı bir dünyada kendi önem verdikleri konularda yazmaya cesaret edemezler, kendilerine biçim ve içerik olarak yol gösterebilecek bir kadın yazarlar geleneğinden yoksundurlar.


Woolf Kendine Ait Bir Oda’yı 1929’da yazmış.

2013 yapımı Geceyarısından Önce’de ise Jesse ile Celine otele yürürken aralarında (az çok) şu konuşma geçer:

Jesse: Hiç bilemeyeceğim şeyler karşısında kendimi her geçen yıl daha çaresiz hissediyorum.
Celine: Ben bunu sana hep söylüyorum, hiçbir şey bilmiyorsun. [Gülerler]
Celine: Ama bilmemek o kadar da kötü değil. Önemli olan bakmak, aramak, aç olmak değil mi?
Jesse: Biliyorum, doğrusu bu. Sadece biraz daha kolay olmasını isterdim.
Celine: Ne demek istiyorsun?
Jesse: O tutkuyu hep korumaktan bahsediyorum… Eskiden çok kolaydı. Gençken yazar arkadaşlarımla önemli bir şey yapıyormuşuz gibi gelirdi. Sanki bizim sıramız gelmiş gibi…
Celine: Ama bir grup kendini beğenmiş aptaldınız, değil mi?
Jesse: Hayııııır, peki, belki… [Gülerler.] Sahip olduğumuz enerjiden, yaratıcılıktan, hırstan ileri gelen bir şeydi bu. Belki de insan hevesini korumak için kendini kandırmalı.
Celine: Genç erkekler kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaya bayılıyorlar. Referans noktaları var… Sen de hep böyle yapardın.
Jesse: Ne yapardım?
Celine: [Diğer yazarların başarılarını sayar.]
Jesse: Evet, şu yazar her sabah kahvaltıdan önce bir kitap yazardı, ya ben ne yapıyorum?
Celine: Evet, kadınlar bu şekilde düşünmezler. Belki de kendimizi karşılaştıracak çok daha
az şey olduğu için. Hayatında bir şeyler başaran kadınlardan çoğunun adını ilk defa ellilerinde duyarız çünkü daha önce tanınmaları çok zor. İstedikleri şeyleri sonunda yapmadan önce ya otuz yıl mücadele ederler ya da çocuk büyütürler. Biliyor musun bu aslında özgürleştirici bir şey. Hayatımızı kendimizi Martin Luther King, Gandhi ya da Tolstoy’la karşılaştırarak geçirmek zorunda değiliz.
Jesse: Peki ya Jeanne d’Arc? Sadece genç bir kızdı ve Fransa’yı kurtardı.
Celine: Kim Jeanne d’Arc olmak ister ki? Onu kazıkta yaktılar ve bakireydi! İmrendiğim bir şey değil.

Sonra Jesse ve Celine, ikiz kızlarından uzakta geçirecekleri gece için otel odasına gelirler ve tartışmaya başlarlar. Jesse, ilk evliliğinden olan oğluyla daha çok vakit geçirmek için Paris’ten Chicago’ya taşınmak istemektedir. Celine ise Paris’te yeni bir iş teklifi almıştır. Başlangıçta iş teklifi ona çok cazip görünmese de Jesse’nin kendisinden istediği fedakarlık karşısında birden vazgeçilmez hale gelir. Otel odasındaki kavgaları sırasında öğreniriz ki, Celine kendisi çocuklara bakarken Jesse’nin kitap turlarına gitmesine, kendisi “düşünmeye fırsat bulamazken” onun her şeyden kopup kendini yazarlığa verebilmesine içerlemektedir. Filmin ilk yarısı kadınlar ve erkekler arasındaki rol bölüşümünü göstermiştir zaten: Misafir kaldıkları evde öğle yemeğini kadınlar hazırlarken erkekler bahçede yeni yazacakları romanların arkasındaki fikirlerden sözetmektedirler.

***
“Oysa kadınların çoğunluğu ne sokak fahişesi ne de kibar fahişedir; tüm yaz öğleden sonralarını, küçük buldog köpeklerini kadife giysilerine bastırarak da geçirmezler. Öyleyse ne yaparlar? Ve o anda gözümün önünde, nehrin güney kıyısında bir yerlerde uzanan, her bir yanı art arda dizili evlerle kalabalıklaşmış o uzun sokaklardan biri canlandı. Belki de kızı olan orta yaşlı bir kadının kolunda caddeyi geçen çok yaşlı bir hanımefendiyi hayal ettim; her ikisi de botları ve kürkleri içinde öylesine saygındılar ki, öğleden sonra törensel bir havayla giyinmiş olmalıydılar ve giysilerini her yaz bıkıp usanmadan kendileri, aralarına kafurlar serperek dolaplara kaldırıyorlardır, mutlaka. Yıllardır yaptıkları gibi, caddeyi lambalar yakılırken geçiyorlar, çünkü akşamüstü alacakaranlığı en sevdikleri saatlerdir. Yaşlı olanı seksen yaşında vardı; ama biri, yaşamının onun için ne anlamı olduğunu sorsa; Balaclava Savaşı için sokakların nasıl ışıklandırıldığını ve Kral Yedinci Edward’ın doğumunda Hyde Park’ta atılan topları duyduğunu anımsadığını söylerdi. Ama kesin tarihi ve mevsimi saptamak isteğiyle, peki beş nisan bin sekiz yüz altmış sekiz ya da iki kasım bin sekiz yüz yetmiş beşte siz ne yapıyordunuz diye sorulacak olsa kararsız kalıp hiçbir şey anımsayamadığını söylerdi. Çünkü tüm yemekler pişirilmiş, tabak çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderilip dünyaya açılmışlardır. Geriye kalan hiçbir şey yoktur. Her şey yok olmuştur. Hiçbir biyografinin ya da tarihin bu konuda söyleyecek tek bir sözü yoktur. Tüm romanlar da, istemeyerek, kaçınılmaz biçimde yalan söylerler.


Mary Carmichael’a, sanki yanımdaymışçasına, bu sonsuz karanlık yaşamların tümü kaleme alınmayı bekliyor, dedim ve hayalimde Londra sokaklarında gezinerek, ister köşe başlarında, tombul parmaklarına yüzükler gömülü elleri kalçalarında, Shakespeare’in sözcüklerinin canlılığı anımsatan el kol hareketleriyle konuşan kadınlardan; ister menekşe satıcısı, kibrit satıcısı ve kapı ağızlarına yerleşmiş yaşlı kadınlardan ya da yüzleri güneşteki ve bulutlardaki dalgalanmalar benzeri, kadınların ve erkeklerin gelişlerini ve vitrinlerin titreyen ışıklarını haber veren başıboş gezinen kızlardan gelsin, hiçbir yere yazılmamış yaşamların birikiminin ve dilsizliğinin baskısını hissettim. Meşaleni sımsıkı elinde tutarak bütün bunları araştırman gerek, dedim Mary Carmichael’a.” Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda.