The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Wednesday, December 29, 2010
While looking for articles for my PhD applications, I came upon this book chapter by Roberto Mangabeira Unger, a professor at Harvard Law School. The essay is about passions, i.e. emotions. Unger first lays out the competing theories of emotion as a destructive vs. constructive force, one that blinds reason vs. one that empowers and directs reason and one that strengthens compliance with social order vs. one that spurs rebellion to it. Then he explains his own theory that views emotions as arising out of social alliance. Relationships that involve passion (as opposed to instrumental relationships, where the sides view each other as means to achieve their goals) help people to feel accepted in one hand, and transcend their "characters" on the other. Face-to-face relationships invariably blend passion with instrumentality.
Transcending one's character through relationships may appear as cheesy as the line "you make me want to become a better person," but overcoming the determinism of one's character is surely an appealing possibility. This is perhaps the discovery of the possibilities of one's character by putting oneself in various situations and various relationships. Or perhaps it is indeed a genuine transformation of character. In any case, the space in which we operate expands, but this is far from a certainty. Any social alliance, be it a romantic partnership, the family, the workplace or the community, carries the risk of rejection of, or disregard for the individual's character and its shrinking. Others can be our heaven or hell.
So entering into any alliance requires trust in others' good faith. Trust basically amounts to not expecting reciprocity immediately for every contribution one makes to the alliance. One views the alliance as positive overall, disregarding (for a while, at least) the short-term calculation of gains and losses. Trust can be viewed as courageous suspension of self-interest or stupid naivete. On the other hand, distrust may be called selfishness at times, and enlightenment at others.
Unger admits that accepting, loving, transforming relationships are not the only source of happiness. People can derive real happiness without making themselves vulnerable in social alliances from the personal enjoyment of luxury, art and (paradoxically) sex. But that's mainly the subject of the next chapter, which I haven't read yet.
A few thoughts to close 2010. Happy new year!
Wednesday, December 08, 2010
New Yorker dergisinden Raffi Khatchadourian'ın 7 Haziran 2010 tarihli No secrets makalesi, Julian Assange ve ekibinin, Amerikan askerlerinin Irak'ta sivilleri öldürdüğü iki ayrı saldırının video görüntülerini yayına hazırlayışlarını anlatıyor. Assange görüntüleri Paskalya tatilinin ertesi günü Washington'daki Milli Basın Kulübü'nde gösterdikten sonra, Khatchadourian'a şöyle diyor: "Bizim gerçeğin böylesine tarafsız bir hakemi olarak görülmemiz beni şaşırttı; bu yaptığımız şeyin iyi olduğunu gösteriyor." Ancak sonra ekliyor: "Tamamen tarafsız olmak aptallıktır. Bu sokaktaki tozla öldürülen insanların hayatlarını aynı kefeye koymak anlamına gelir."
Yuvarlak masa
Daha evvel yazmıştım ki, bir kere taraf olduktan sonra düşünmeyi bırakmış olmaları Taraf gazetesini gülünç durumlara sokuyor. Ama haklarını yememek lazım, düşünmek gerçekten de taraf olmaktır. Bu gazete, tutarlılık içinde doğru bildiği yolda ilerlediği için düşük tirajına rağmen etkili olabildi. Yayınladığı darbe iddiaları, belgeler iddianamelere dönüştü, düşman bildiği pek çok insan hapiste. Kamuoyunda da bu gazetenin yazdıklarını makul bulan bir kesim var.
Amerikalı hukukçu Stanley Fish, The Trouble with Principle ("Prensiple İlgili Sorun") kitabında, liberal düşüncenin savunduğu prensiplerin içinin boş olduğunu iddia eder. Örneğin, "ifade özgürlüğü" siyaseten içi boşaltılmış bir prensiptir. Liberaller, bu prensibe bağlılıkları yüzünden asla hak vermedikleri fikirlerin, su götürür iddiaların seslendirilmesine göz yummak zorunda kalırlar. "Mutlak doğru"nun yokluğunu kabullenecek kadar aşmış olduklarından, çoğu zaman değer yargılarına varmaktan bile çekinirler. Karşılarındakilerin ise hiç öyle bir derdi yoktur, beğenmediklerini kaba kuvvetle susturmakta beis görmezler.
Fish liberalleri eleştiriyor, ama muhafazakar değil. Aslında liberallerin görüşlerini paylaşıyor. Örneğin Amerika'da siyah öğrencilerin daha düşük not ortalamalarıyla üniversitelere girebilmesini sağlayan pozitif ayrımcılık ("affirmative action") politikalarını destekliyor. Ama liberallerin metodlarını eleştiriyor, onları biraz daha gerçekçi olmaya çağırıyor: Diyor ki, siz bu kadar hoşgörülü, bu kadar "siyaseten doğrucu", bu kadar tereddütlü olursanız hiç bir şey yapamazsınız, hiç bir şeyi değiştiremezsiniz. Dünyada iyi ya da kötü, kıymet-i harbiyesi olan ne yapılıyorsa, hala onu yapanın gücü yettiği için yapılıyor. Mücadele ederek yapılıyor. Siz de önce şu köşeye bir oturun da, sizin için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bir karar verin. Sonra da bir şeyleri değiştirmek için güç toplamaya, mücadele etmeye başlayın. İfade özgürlüğü için bile mücadele vermeniz gerekiyor.
Bütün bunlar Eyüp Can'ın bugünkü yazısını ve ona yapılan yorumları okuyunca yeniden aklıma geldi. Dünkü yazısında Can, başbakanın rektörlerle buluşmasını protesto etmek üzere yola çıkan gençlerin, Dolmabahçe'ye varmadan çok önce durdurulup şiddet görmesinden hareketle, sadece orantısız güce değil, "orantısız eylem"e de karşı çıkıyor. Okurlar da haklı olarak soruyorlar: Dayak yiyen bir kızın resmini tam sayfa basıp "ne hakla?" diye sorarken mi samimiydin, yoksa "öyle de olabülür, böyle de olabülür" mealinden bu satırları yazarken mi? Yazdığın hiç bir şey, hiç bir işe yaramadı.
Bugünse Can, "yuvarlak masalarındaki" yazı işleri toplantısı sırasında, arkadaşlarının dünkü yazısını nasıl eleştirdiklerini anlatıyor. Radikal'de de sorun bu işte: Her görüşe saygılı olacağız diye, "saygılı" olmaktan başka bir vasfı, duruşu olmayan, "yuvarlak", tanımlanamayan bir gazete. Karşıt görüşler birbirini götürüyor. Belki de amaçları buydu başından beri.
İtiraf ediyorum, hamile bir öğrencinin dayak yediğini okuduğumda ilk tepkim, "o kızın orda ne işi varmış" oldu. Ama arayacak olsak kurbana kabahat, suçluya bahane bulabiliriz rahatça. Sadece hamile kızın değil, öğrencilerden herhangi birinin neden evinden çıktığını sorabiliriz. Ama o suçun orada işlenmiş olmasının aslında tek nedeni vardır: Suçlu, suçun işlendiği yerde ve anda kurbana zarar verebilecek kadar güçlüdür ve bunu seçmiştir. Bu gerçeği sulandırmak suçluyu daha güçlü, kurbanı daha zayıf kılar. Bu tavır, bir gazeteciye yakışmaz.
Tuesday, November 30, 2010
Kelimeler lodosun karıştırdığı deniz durulunca dibe çöken kumlar gibi. Rüzgar durunca yere inen tozlar gibi. Cadının fokur fokur kaynayan kazanında gördüğü işaretler gibi. Kelimeler dibe çöktüğünde, yüzeye çıktığında, geriye ne kalıyorsa berraklaşıyor, hafifliyor. En kötüsü onları görememek, ne olduklarını, nerede olduklarını bilememek.
Wednesday, November 17, 2010
Friday, November 05, 2010
Küçükken yazları teyzemin evine giderdim. Önce Akçay'da oturuyorlardı, sonra Altınoluk'a taşındılar. Mesela okuduğum kitapları hatırlıyorum, Baby Sitter's Club, Walk Two Moons, Jane Eyre, Sofi'nin Dünyası'nı Akçay'da, Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı Altınoluk'ta okumuştum. İngilizce kitapları bizim lisenin kütüphanesinden alırdım. Akçay'da kocaman bir balkon vardı ve Akçay'ın denizi çok temiz olmadığından gene Altınoluk'a giderdik denize. Teyzem börekler, tereyağ ve yoğurt soslu makarnalar yapardı, harika kahvaltılar hazırlardı. Akşamları Akçay'ın kordonunda gezer, incik boncuk satan sergilere bakar, tulumba tatlısı ya da dondurma yerdik. Levent Yüksel'in ilk kasedini de o sergilerden almıştım. Altınoluk'ta taşındıkları evin misafir odasında denize bakan küçük ama çok güzel bir pencere vardır. Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı üniversite ikinci sınıfın yazında okuduğuma göre Altınoluk'ta en son o zaman kalmışım, ama yanlış hatırlıyor olabilirim.
Bu Cumhuriyet Bayramı'nda Cunda'ya gittik. Cunda'nın güzel ve tombul kedilerin mesken tuttuğu yokuşlarından tırmanıp Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'na çıkıyorsunuz. Kitaplık, değirmeni de olan eski bir şapelin içine kurulmuş. Önce yapının etrafını dolaşıp etrafa bakmak gerek: Keçileri, kümesleri, basket sahasında bağıra çağıra futbol oynayan çocuklarıyla güneş altında pırıl pırıl parlayan bir köy burası. Köyün ötesindeyse sakin, parça parça deniz. Sonra içeriye, loş ve serin kitaplığa giriyorsunuz. Küçük, renkli camlı pencerelerin bazıları açık. Oturup raflara dizili, insanı içlerindeki harika sırlarla telaşa düşüren romanlardan birini okumaya fırsat yok - hele ziyaretçisinin çok olduğu tatil günlerinde, burası yaşayan bir kitaplıktan çok, bir müze ve mesire yeri gibi. İnsanlar kitaplığı şöyle bir dolaştıktan sonra dışarda kahvaltı ediyor.
Annem "Unutulmayan Manşetler" diye büyük bir albüm buldu. Ankara Ticaret Odası, 1930'lu yıllardan itibaren değişik gazetelerin ön sayfalarını derlemiş. Atatürk'ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı (kah Hollanda, kah Polonya Alman taarruzuna mukavemet ediyor... birbiri ardına açılan cepheler... Pearl Harbor... Türkiye'nin çevresini saran savaşın ortasında herkesin gönlünü hoş tutma, görünmez olma çabası), atom bombaları, Varlık Vergisi'ni ödeyemeyince çalışma kamplarına gönderilenler ("çok şıktılar, tren hareket ederken 'parayı denkleştirebilirsek belki Ankara'dan dönerim!' diyenler duyuldu"), Sovyetler'in notası, Kore Savaşı ve Nato'ya girişimiz, Demokrat Parti'nin ezici seçim zaferleri, Kıbrıs'ta olaylar ("Türk kadınlarına tecavüz ediliyor!"), Atatürk'ün Selanik'teki evine saldırı, 6-7 Eylül olayları, "ihtilal kışkırtıcılığı" yapmakla suçlanan muhalefet, kapatılan halkevleri, mecliste muhalefete karşı açılan Tahkikat Komisyonları, Menderes'in mucize eseri kurtulduğu uçak kazası, Said Nursi ve en sonunda 1960 darbesi ile hakim olan "mutlak huzur". Darbenin hemen ardından "düşük" hükümet üyelerine karşı gazeteleri saran yolsuzluk iddiaları ve Yassıada duruşmaları. Celal Bayar'ın kemeriyle intihar teşebbüsü ve Adnan Menderes'in asılmadan önceki son sağlık kontrolleri. Daha küçük haberler de var tabii: Aşk cinayetleri, hırsızlık olayları, güzellik kraliçeleri, kraliyet ailelerinin düğünleri ve prenseslerin hayatları, yeni icatlar ("gebeliği önleyen hap icat edildi"), üniversitede klikleşme iddiaları ("Edebiyat Fakültesi diğer fakülteler arasında sükunetiyle bilinir"), kayıp çocuk Ayla. İlhan Selçuk şakayla karışık yüksek kurbanlık fiyatlarından şikayet ediyor, şu anda adını hatırlamadığım bir yazar gazetelerdeki renkli resimlerin zevksizliğinden. Demirel ve Ecevit'in ("Avusturya da işçilerimizi istiyor!") suretleri görünmeye başlamıştı ki, dışarda parlayan güneşe (ve kitaplığın gittikçe kalabalıklaşmasına) dayanamayıp çıktık dışarı. Bir dahaki sefere...
Bu gazetelere bakmak, insanı daha büyük bir şeyin parçası gibi hissettiriyor, sanki büyük bir akışın içinde gibi. Bir yandan bu akışı etkilemenin imkansızlığı karşısında çaresizlik duyuyorsun, bir yandan ılık, tatlı bir aidiyet duygusu. Bir yandan o dönemin gerçekliğine yaklaşmışsın gibi geliyor, bir yandan bazı haberlerin hangi etkiler altında, hangi karanlık saiklerle yazılmış olabileceği hakkında fikir yürütüyorsun.
***
Cunda ve çevresinde görülmesi, yapılması gerekenler: Kitaplığın biraz aşağısında yıkılmak üzereymiş gibi duran büyük hayalet kilise, Mevlana Parkı'nın karşısındaki yine yıkılmaya yüz tutmuş büyük ev, Taş Kahve'de oturup çay ya da Uludağ gazozu içmek, Karadeniz Pastanesi'nde sakızlı Türk kahvesi eşliğinde su böreği ya da sakızlı kurabiyelerden yemek, Ayvalık'ın sahil şeridinde yürüyüş yapıp güzel köşklere bakmak. Bir de, Edremit'teki Cumhuriyet Lokantası'nda paça çorbası, karnıyarık, kuzu furun ve irmik helvası! (Hepsini aynı anda değil tabii.)
Bana yazı yazdırmak isteyen havayolu dergileri, lütfen temasa geçiniz!
Thursday, October 28, 2010
Dün akşam Seren Yüce'nin Çoğunluk filmini izledikten sonra yönetmenle yapılmış bir kaç röportajı ve Ekşi Sözlük'teki bazı yorumları okudum. Ben de filmin gerçekliğine hayran kaldım. Peki gerçeği olduğu gibi görmek niye insanı bu kadar çarpıyor? Çünkü biz, günlük hayatımızda gerçekten kaçmak için elimizden geleni yapıyoruz. Popüler sinema da çoğunlukla bu ihtiyacımıza cevap veriyor. Gerçeği olduğu gibi görüp gösteren bir eser ise, kendimize karşı yeterince dürüstsek, hem bir uçurumdan bakmak kadar çarpıcı, hem de korkutucu.
Bir yorumcu "hissizlik"ten bahsetmiş. Aslında Mertkan hissiz değil ama korkuyor. Acıma, üzüntü, öfke, sevgi hep bu korkuya yenik düşüyor. Mertkan korku dışında başka bir şey hissetmekten bile korkuyor. Kız arkadaşından ayrılmasını isteyen babasından dert yandığında, annesi ona kendisinin ne istediğini soruyor. Mertkan tereddütlü cevap verince de sabırsızlıkla "ben senin hayatta hiç bir şeyi istediğini görmedim, vardır babanın bir bildiği" diyor.
Gerçek aslında ölü bir gezegenin çorak toprakları da, biz dünyalılar gözlerini ufka dikmiş, hikayelerle oyalanan hayalperestler miyiz? Gerçekten kaçmakla onunla yüzleşip, yine de daha iyisini hayal edebilmek, bunun için çalışabilmek arasında bir fark var. Anlamlı olan, bu çaba.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, sayfa 81-82.
Tuesday, October 19, 2010
Pek çok insanın pek çok şekilde hakkı yeniyor. Evde, trafikte, merkezi sınavlarda, atamalarda, kamu ihalelerinde, mahkemelerde. Sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz işçi çalıştıran iş yerlerinde. Tabii bunlar hala yadırgayabildiklerimiz. Bazılarını haksızlık olarak bile görmüyoruz, sistemin doğal işleyişi sayıyoruz. Bu hep böyleydi, ama benim aklım şimdi erdiği için şimdi öfkeleniyorum.
Aleni fauller
Bugünün iki haberi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinde Adalet Bakanlığı'nın istediği adayların seçilmesi ve KCK davası. Bu iki haber aslında tek haber: KCK gibi davalar, hükümetin yargıyı dilediğince yönlendirmesinin sonucu.
Murat Yetkin'in bugünkü yazısından öğrendik ki, biz Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK'da yer almasından şikayet ederken, üç bakanlık bürokratı HSYK'na girmiş. Dedikodulara göre, eski müsteşar yardımcısı hakim ve savcıların atama, nakil, yetki gibi işlerine bakacak olan dairenin başına geçecekmiş. Eski personel müdürü mesleğe kabul, terfi ve disiplin işlerine bakan dairenin başkanı olacakmış. Denetim ve soruşturma izni işlerinden sorumlu üçüncü dairenin başkanlığına ise eski Adalet Akademisi Merkez Eğitim Müdürü'nün yerleştirilmesi düşünülüyormuş. Ahmet İnsel'in bugünkü yazısına göre Müsteşar Ahmet Kahraman bürokratların seçilmesiyle birlikte "bakanlıktaki hafızanın kurula taşınmasını" olumlu buluyormuş.
Kurumların değiştirilmesiyle yargının bağımsız ve tarafsız olamayacağını Koşullar ve Formüller adlı yazımda anlatmıştım. İyileşmeyi bir yana bırakın, işler daha da kötüye gitti. Eskiden hiç değilse HSYK ve hükümet yargı üzerinde zıt yönlü baskı uyguluyordu. Artık birbirlerini tamamlayacaklar. Kimse hakimler ve savcıların seçimlerde serbest iradeleriyle karar verdiklerini iddia etmesin. "Ne olur ne olmaz" diye düşünenlerin sayısı az değildir. Ne de olsa yerin kulağı, duvarların gözü vardır, oylarının hesabı kendilerine sorulabilir.
KCK davasının ise şu anda sürmekte olan onlarca benzeri gibi siyasi bir dava olduğu duruşmalar başlayınca meydana çıktı. İddianame 7578 sayfaymış, ekleriyle 130 bin sayfayı buluyormuş. Aralarında eski DTP yöneticileri ile BDP'li belediye başkanlarının, il genel meclisi başkanlarının ve belediye meclisi üyelerinin bulunduğu sanıklar “devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma”, “terör örgütü üyesi ve yöneticisi olma”, “terör örgütüne yardım ve yataklık etme” suçlarından yargılanıyormuş. 151 sanıktan 103'ü tutukluymuş. Anladığım kadarıyla geçen yılın Aralık ayındaki operasyonlardan beri tutuklular.
Tribünlerin sevinci, korkusu
Ortalıkta dolaşan iki hikaye var. Birincisi, ya "cahilliğin talih olduğu yerde bilginin aptallık olduğunun" idrakine varmış, ya hayat meşgalesinden (çalışmak da hayat meşgalesidir, keyif sürmek de) etrafına bakmaya mecali kalmamış, ya da rüzgarı arkasına almış mutlu çoğunluğa anlatılıyor. Tabii bir de yabancılara. Bu hikaye "demokratikleşme, normalleşme, Alevi-Kürt-Roman açılımı, ekonomik büyüme, ordunun tasviyesi, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri, rezidanslar" diyor.
İkinci hikayeyi ise öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler anlatıyor. O hikaye, HSYK'na seçilen bakanlık bürokratlarının ve KCK gibi nice davadan hüküm giymeden, hüküm giyerek yıllarını hapiste geçirenlerin hikayesi. Bu, yüzeydeki ışıltının, boş sözlerin ve inşaatların altında süregitmekte olan haksızlıkların hikayesi. Bu hikayenin anlatılmasından hiç şikayetçi değil hükümet, hiç bir şeyi gizlemeye çalışmıyor. Sorulunca usulen diyor "hakimlerimizin iradesidir, yargının takdiridir" diye ama, aslında ibret-i alem olsun istiyor. Biliyor ki çoğunluğun zaten umurunda değil bu hikaye. Anlatılanlara kulak verip durduk yere öfkelenen basiretsiz azınlığa gelince... Bırakınız dinlesinler, görsünler, iyice anlasınlar. Hiç bir kuralın, kanunun, kurumun önemi olmadığını, önemli olan tek şeyin güç olduğunu. Gücün bizde olduğunu.
Friday, September 24, 2010
İki gece önce NTV'de Basın Odası programında Ruşen Çakır, Nuray Mert, Nazlı Ilıcak ve Okay Gönensin Bekir Coşkun'un Haber Türk gazetesindeki işinden atılmasını tartışıyorlardı. Hepsi, Doğan Holding olayının medya patronlarını tedirgin eden bir hava yarattığı konusunda hemfikirdiler. Bu tedirginlik sayesinde artık hükümetin doğrudan baskı yapmak zorunda kalmadığını, Turgay Ciner gibilerin kendiliklerinden hükümetin dümen suyuna gittiğini söylediler.
Ancak Gönensin, çok önemli bir şey daha söyledi: Medyanın iktidar karşısındaki zayıflığının, biraz da gazetecilerin iyi gazetecilik yapmamasından, gazetecilik refleksinin zayıflığından kaynaklandığını. Bana öyle geliyor ki gazete ve haber kanallarının "ciddi" içeriğinin yüzde doksanı köşe yazarlarının ya da uzmanların görüşlerini ifade etmesinden ibaret. En son ne zaman popüler bir gazete, dergi ya da televizyon kanalı bir skandalı ortaya çıkardı? Hangi araştırmacı gazeteci ya da muhabirin adını biliyoruz? Ortaya ne çıkıyorsa yasa dışı yollardan belge ve görüntü-ses kayıtlarının Internet'te yayınlanmasından ya da gazetelere "servis edilmesinden" çıkıyor. Gazeteciler bilgiyi bulmak yerine onu herkesle birlikte öğrendiklerinden, haberin kapsamı, içeriği ve zamanlaması ile ilgili inisiyatif kullanamıyorlar. Belki de böyle bir dertleri yok. Olsaydı, herhalde Ruşen Çakır'ın dediği gibi Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddiaları araştırırlardı.
Nazlı Ilıcak'a göre "alternatif medya"dan her şeyi öğreniyormuşuz, merak etmemize gerek yokmuş. Bundan emin olmamız mümkün değil çünkü neyi bilmediğimizi maalesef bilmiyoruz.
Gazetecilik sadece gizli, bomba haberleri ortaya çıkarmak da değildir. İnsanların gözden kaçırdığını, görmezden geldiğini ama önemli olanı gündeme getirmektir. Örneğin bu sabah NTV Haber'de evlerinden Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında uzaklaştırılıp yerleştikleri TOKİ evlerinde mutlu olamayan Sulukuleliler ile ilgili bir haber vardı. Gerçi bu haber de gazetecinin kendiliğinden bulduğu bir şey değildi -- bir mahallenin suni olarak aniden değerlenmesinin, çehresinin değişmesinin yarattığı sıkıntılar Tophane'deki galerilere yapılan saldırıları anlamaya çalışırken gündeme geldi. Marifet bir madende ya da tersanede meydana gelen kazadan sonra taşeronluk ve iş güvenliği üzerine haber yapmak değil, kimsenin o anda üzerinde konuşmadığı sorunları ve riskleri önceden görmek.
Türkiye'de gazeteciler mesleklerinin değerinin, öneminin farkında değiller. Maaş alıp kısa yoldan bir köşe kapmaya çalışmaktan daha fazlası olmalı.
Tuesday, September 21, 2010
Thursday, September 16, 2010
Friday, September 10, 2010
Bir kaç yıl önce, Avrupa Birliği reformlarına "ülkemizin koşulları" yüzünden karşı çıkanlara kızardım, işi "koşul" argümanıyla yokuşa sürüyorlar diye. Artık onlara hak veriyorum. Çünkü biliyorum ki Anayasa Mahkemesi ve HSYK, Avrupa Birliği'ndeki benzerleriyle aynı yapıya da "kavuşsa," hakimler ve savcılar işlerini düzgün yapıp yapmadıklarına göre değil, birilerinin çıkarına göre atanacak. Anayasa Mahkemesi'nin işlevi, güç dengesinin hükümet lehine değişmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkacak. Günün birinde başbakanımız ya da bakanlarımız Yüce Divan'da yargılanacak olsalar, davaya kendilerine sempati duyan mahkeme üyeleri bakacak. Bu iki kurumun üyelik yapısı, paketin kabul edilmesi durumunda daha referandumun ertesi günü değişecek. Üstelik hükümet referandumda zafer kazanırsa, genel seçimlerdeki şansı da artacak.
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Serap Yazıcı, TESEV için anayasa değişikliklerini değerlendiren bir rapor hazırlamış. Rapor, belli "demokratikleşme" kriterlerini tam olarak sağlamasa da, mevcut sisteme kıyasla o kriterlere daha yakın olduğu için değişiklikleri olumlu buluyor. Yazıcı'ya göre tüm maddeler demokratikleşmeye katkı sağladığı için kendi içlerinde bir bütünlükleri varmış, bu nedenle de hep birlikte referanduma sunulmalarında bir sakınca yokmuş. Bir sosyal bilimcinin anayasa değişikliklerini pratik sonuçlarına hiç aldırış etmeden, sanki bir makinenin kalite kontrolünü yapıyormuşçasına teorik bir "check list"e göre değerlendirmesi bence ahlaki değil. Bu yöntem, bir "demokratikleşme" formülü hangi topluma uygulanırsa uygulansın aynı sonucu verirmiş gibi yapıyor. Aynı sorun, Avrupa Birliği'nin yaklaşımında da mevcut.
Kısacası bu toplumdaki insanların büyük bölümü, hükümetimiz başta olmak üzere, demokratik ve ahlaki değerleri içlerine sindirmiş değiller. Kararlarını ya çıkarlarına göre alıyorlar, ya başka değerlere göre. Bazıları milliyetçi, bazıları dinci, bazıları cemaatçi, bazıları hizipçi, bazıları devletçi. Yani sanki hükümetimiz ve toplumumuzdaki bireylerin çoğu evrensel ölçüde demokrat, adil, ahlaklı, vicdanlıymış gibi, bu anayasa değişikliklerini evrensel formüllere göre ölçmek, bu değişiklikler kabul edilir edilmez bir batı Avrupa ülkesi kadar demokrat olacakmışız gibi yapmak ya aptallık, ya ikiyüzlülük. (İnsan bunu farkettiğinde, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne bazı değerleri içselleştiremediği için girmemesi gerektiğini iddia eden Avrupalılara da hak veriyor ister istemez.)
Demokratikleşme, ancak "koşulların" iyileşmesiyle sağlanabilir. Bu da eğitim sisteminin daha adil hale getirilmesiyle, ekonomik kalkınmayla, kayıtdışı ekonominin kayıt içine alınmasıyla, sosyal hakların sağlanmasıyla, kadınların maddi-manevi bağımsızlığıyla... İnsanların birey olabilmesiyle, özgür düşünebilmesiyle, kararlarının, hayatının sorumluluğunu alabilmesiyle. Anayasa değişiklikleri bizi daha demokratik ve ahlaklı kılmayacağına göre, böyle bir amacı olmadığı gibi, böyle bir sonucu da olmayacaksa, vereceğimiz karar AKP'yi destekleyip desteklemediğimize bağlı. AKP koşulları iyileştirmek için hiç bir şey yapmadığı gibi, sistemdeki çarpıklıkları, adaletsizlikleri kendi çıkarı için kullanıyor.
Pazar günü hayatımda ilk defa oy kullanacağım. Hayır diyeceğim.
Tuesday, August 31, 2010
When you rent a car with a GPS, but don’t follow its directions, the woman who is usually quite gentle with her direction-telling pauses and declares with a hint of annoyance: “Recalculate!” So that the device comes up with a new route, given the road you are now on, that will take you to your destination. My brain feels like the GPS-woman nowadays, recalculating the route to something more.
Monday, August 30, 2010
Friday, August 20, 2010
Thursday, August 19, 2010
About a month or so ago I made a decision. Long term considerations drove that decision, and although it appeared sudden and emotional to people whom I haven't shared my thoughts with, it had been on my mind for a long time. Since then, I often fell back on a state of mental weakness and strong emotions. I had to calmly and consciously remind myself all the reasons that led to my decision to pull myself out of a well of fear and loss. It was like hiking down the hill in the Lake District -- pangs of fear ran through me, but turning back was not an option.
I am realizing every day with increasing urgency that NOT THINKING is our default state of being, and it takes a lot of energy and strength to rise above emotional traps. (And meanwhile, reading the Black Swan by Nassim Nicholas Taleb is helping me to conceptualize my experience.) It is because of our mental weakness that the value we give to rejection and confirmation is independent of the properties of the person, group or entity that rejects or confirms us. That is why we can't foresake the small rewards that go with confirmation of the mediocre today in order to seek bigger and better things for tomorrow.
And those bigger and better things may never come. They usually do not come. We envy those writers and artists that make it big, but we don't see the misery of those who have never made it. If we throughly thought about the odds of becoming successful in a creative or intellectual field, we would probably have never attempted them. But the paradox is that the only way to become successful is to hang on to an irrational hope that we may some day become successful. So the strength that allows us to run away from the emotional traps that push us into mediocrity flows from yet another emotional trap -- hope and over-optimism. Being possessed by a (usually baseless) idea that something out of the ordinary may just be possible.
I have yet to decide which one is better.
Thursday, July 22, 2010
Sürekli her konuda fikrimi değiştirdiğimi söylediğimde, bir arkadaşım “o zaman temelimin oturmadığını” söyledi. Ben de bütün görüşlerimin kendisiyle tutarlı olması gereken bir temel ilke bulmaya ve bunu açık seçik tarif etmeye karar verdim.
Günümüzde “ilerici,” sol görüş, özgürlük alanlarını genişletmeye çalışırken, kendi kafasındaki sınırların kurbanı oluyor. Değişik kültürlere, geleneklere, inanışlara ve “kişisel tercih”lere, başkaları üzerinde baskı kurulmadığı sürece (o kültürün dışında olan batılılar mı bu “başkaları”?!) özgürlük bahşetmeye çalışıyor. Bu tavır, kuşkusuz “baskıyla değiştirme”ye duyulan tepkinin sonucu. Tarihteki baskıyla değiştirme projelerinin genelde bir grubun diğeri üzerine tahakküm kurması amacını taşıdığını, “ilerici” niyetlerle yapılanların bile başarıya ulaşamadığını, ancak toplumda bölünmelere ve kine yol açtığını göz önüne alırsak, bu tepkinin şaşırtıcı bir yanı yok.
Ancak günümüzde “sol”un bu tavrı, baskıyla hiç bir şey değiştirilemiyor, işler ancak kötüye gidiyor diye her şeyi kendi haline bırakma vurdumduymazlığına dönüşmüş durumda. Bu tavır, kendilerine “sol”cu, demokrat deyip de vicdanlarını rahatlatanların iki büyük gerçeği gözden kaçırmalarına yol açıyor. Birincisi toplumda, zaman geçtikçe daha da katlanarak süren fırsat eşitsizlikleri. Amartya Sen’in kapitalizmin ideolojik temeli “özgürlük” dogmasını ters yüz eden deyişiyle, ancak hayal edebildikleriniz, mümkün bulduklarınız kadar özgürsünüz. Eğer bir şeyi gerçekleştirme ihtimalinizin olmadığını düşünüyorsanız, onu hayal etme hakkını bile tanımıyorsunuz kendinize. İşsiz ya da sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz çalışmak zorunda olan biri ne kadar özgür olabilir? Kalkınma merdiveninde tırmanabilmek için ödenmesi gereken bir bedel diye hoşgörülüyor kapitalizmin kuralsızlığı. Başlangıç noktaları birbirinden fersah fersah uzakta, bazıları dağlar tırmanırken bazıları düz yoldan giden rakiplerin çekişmesi mi serbest piyasa?
Solcular, “özgürlüğü”nü savundukları kültürlerin ve inançların kendi içindeki baskı öğelerini de tatlı bir kayıtsızlıkla görmezden geliyorlar. Böylece gericileri destekleyen ilericiler ile karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü onlar gericiye gerici demeye bile cesaret edemiyorlar. Bunun da ceremesini yine kimliklerinin dayatmasıyla daha iyisini hayal etme hakkı ellerinden alınan kadınlar, gençler çekiyor.
Solcuların bu kayıtsızlığı, çözümü yıllar sürecek mücadele, emek ve işbirliği isteyen sorunlara eğilmek zor geldiği için. Kimse eğitim, kayıtdışı ekonomi, kadın hakları gibi en temeldeki sorunları gündeme getirmek istemiyor. Herkes bir ideolojiyle, bir hikayeyle oyalanmak, insanları oyalamak derdinde: Din, milliyetçilik, zenginlik, magazin ve en son olarak da herkesin kendi amacı için kullanabildiği o kutsal sözcük, “özgürlük”. İlerici birinin amacı bir kimliğin, bir inanışın ya da ideolojinin özgürlüğünü değil, bireyin özgürlüğünü sağlamak olmalıdır. Bireyin ayaklarına, ellerine, düşüncesine dolaşan tüm bağları koparmak olmalıdır.
Peki kültürel haklar, örneğin türban ya da ana dilde eğitim? Yukarıda bahsettiğim temel sorunların üstünü örtmedikleri sürece evet. Hatta temel sorunlardan dikkatleri kendi üzerlerine çektikleri, politikacılar tarafından suistimal edildikleri için kültürel haklar ne kadar çabuk verilirse o kadar iyi.
Wednesday, July 07, 2010
Eski moda
“Yaşam peşinde koşuyoruz muhafazakarca; muhafazakarlığın bir yaşam biçimi değil, bir ölüm biçimi olduğu gün gibi açıkken,” yazmış Ozan Yaşadığımız Zamanlar’da.
Bense Yanlış Dala Tutunmak’ta yazmıştım: “Her şey kutsallığını kaybetse, tüm dinlerin, ideolojilerin yalanlığı kanıtlanmış olsa, tek tutunacak dalımız sevgi, arkadaşlık, aile. Ama sevgi için kapı paspası olmanın da lüzumu yok.”
Sonra Radikal’de bir kızın yazısını okuyordum bir ara. Ailesiyle fazla “yüz göz olmamayı” öğrendiğinden beri özgürleştiğini yazıyordu. Haklı. Aile muhafazakarlığın en büyük kalesi değil midir? Dinlerin, ideolojilerin, neyin doğru, neyin yanlış, neyin nasıl olması gerektiğine dair yargıların, mevcut düzen her neyse, onun sonsuza kadar yaşayabileceği bol ışıklı, ılık bir sera gibi: Sevgi, onaylanmanın, uyuşmanın verdiği sıcaklık, fedakarlık, alışkanlık, tanıdıklık, özlem, borçluluk, sorumluluk, cehalet ve biraz başkalaştığımızda, başka olmaya cesaret ettiğimizde yakamızı bırakmayan suçluluk. Çünkü ailemiz çok fedakarlık yapmıştır, onca fedakarlığın karşılığı bu mu olacaktır? Şöyle onların içini rahat ettirecek, eşlerine dostlarına gururla, hiç olmazsa rahatlıkla anlatabilecekleri bir düzen kuruversek ya? Çok uzaklaşmayalım onların limanından, yüzlerine vurmayalım. Sonra üzülürler, alınırlar. Biz de o kaleye kapanalım, o kaleyi koruyalım. Kim hangi cüretle bizim inançlarımıza, geleneklerimize laf edecekmiş?
Çünkü kuru laf geçmez o kalenin kalın, bal peteği gibi örülmüş çeperlerinden. Dinlemeyiz. Dinleyip, anlayıp, hak bile versek, çoğu kez bir şey değişmez.
Amerikan dizilerini izleyenler bilir oysa: “Arkadaşlar”ın aileleri yoktur meydanda. Arkadaşlar büyük şehirlerde, başka arkadaşlarla yaşamaktadırlar. Kendilerini ne bir yere, birilerine bağlı, ne borçlu, ne suçlu hissederler. İstedikleri yere gider, oralarda çalışırlar. Aileler hikayeye dahil oluyorsa, mutlaka görülecek bir hesap vardır; çünkü küresel dünyada ayak bağıdır aile.
Tamam da, hayatlarını “aile”ye ya da bir yere göre yaşamıyorlar, ayaklarına dolanan hiç bir şey yok diye pek bir özgür, benzersiz mi onlar? Her sabah işlerine uygun şeyler giyiyor, ofislerine gidiyor, işlerini yapıyor, aynı gazeteleri okuyor, akşamları aynı konserlere, aynı oyunlara, haftasonları aynı şehirlere gidiyorlar. Hayat onları büyük sınavlara sokmuyor, bir şey için savaşmıyorlar, kendi üstlerine gitmiyorlar hiç, suçlamıyorlar kendilerini inançlarına göre yaşayamamakla. Okudukları kitaplar, izledikleri filmler gibi bir şeyler yaratmayı umut ediyorlar günün birinde. Belki de etmiyorlar, memnunlar hayatlarından.
Belki bir benim memnun olmayan, eski moda.
Wednesday, June 23, 2010
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Sunday, June 20, 2010
Saturday, June 12, 2010
Geçen hafta bir arkadaşımız Etyen Mahçupyan'ın şu makalesini yollamış. Okuyunca beni yine bir panik almasın mı... Bir kaç yüz yıl sonra insanlar dönüp bize baktıklarında, çok saçma olduğu çoktan anlaşılmış hurafelere inanan bir sürü sersem görecekler. Kendilerinin ulaştığı bilince ulaşılabilmesi için geçilmesi gereken bir aşama, o aşamanın kurbanları. Yani Russell Crowe filmlerindeki maşrapalardan içki içen, etraflarında dolanan dağınık beyaz tombul kızların memelerini avuçlayan barbar Orta Çağ savaşçıları gibi. (Gerçi bu türden şu anda da pek çok var etrafta, üstelik savaşçı da olmadıkları için iyice can sıkıcılar.) Aptallığımıza acımaya gelinceye kadar, herhalde serbest piyasa hurafesine inanıp başlarına bir sürü borç bıraktığımız için zaten öfkeli olacaklar bize. Aman canım ne yapalım. Biz de gelecek nesilleri böyle uzaylı gibi canlandırmıyor muyuz gözümüzde.
Misal ben, bir türlü post-modern olmayı başaramıyorum. Neymiş efendim, mutlak doğrulara "just because" inanıp, her kararımızı onlara dayandırmayacak, onlarla kısıtlamayacakmışız. Her şeyle aramızda ironik bir mesafe olacakmış ki, inançlarımız bizi yönetmesin, biz inançlarımızı yönetelim. Yani ne dine inanalım, ne kendimizi bir yere ait hissedelim, ne ailemize bir sorumluluğumuz olsun, ne de çok değerli bilim adamlarının teorilerine körü körüne bağlanalım. Otoritelerin bilmemize izin verdiği kadarına elimiz mahkum olabilir, ama komplo teorileri kurabiliriz dilediğimizce.
Tamam öyle olsun da, böyle yüzüp yüzüp kuyruğuna geliyorum, tam post-modern olacağım, kendimle yüz yüze geleceğim, kararlarımın tek sahibi, tek dayanağı ben olacağım... Kendime bir bakıyorum, kaçtığım her şeyin toplamı gibiyim. Kendim burdayım ama işim, ilgilerim, sevdiklerim Türkiye'yle ilgili. Şimdi bunları özgür irademle seçersem post-modern sayılabilir miyim? Yani böyle özgürce türban takmış gibi falan? Çok kafam karışık, çok.
Tuesday, June 01, 2010
Like a bug in a jar of thick honey. What to do to get out and fly again in the cool, light breeze of rationality? What to do to find my balance? Should I keep myself occupied - with work, friends, football games, electronic gadgets, traveling, soap operas, shopping, consumption of art and news and analysis and gossip? Should I start drinking?
We are drugging ourselves with constant activity not to allow any second, unhappy, unsure thoughts into our heads. Because these thoughts spark unnerving emotions. Guilt, regret, despair at the missed chances. We do our best to distract ourselves constantly from what really matters in the world and in our lives. So that we won't have to do anything about it. So that we have the strength to live with what we never try to understand or express or change.
Sometimes I wonder who will be remembered a hundred years from now as the great thinkers, writers and artists of our times. Do we have them amongst us? Have we heard of them already? I'm afraid they may be too distracted to produce real stuff, stuff that captures the spirit of our times and lives. I'm afraid we may be too busy to leave anything meaningful behind.
Thursday, May 27, 2010
The transcript of my presentation at the Turkey 2020 conference, co-hosted by Turkey's Change Movement and the Foreign Policy Centre in Istanbul on 28 May.
***
I work at a political risk research and consulting company. We advise financial and corporate investors about the political and regulatory risks in our respective countries of coverage. Soon after joining the company, I realized that I would have to look at Turkey and its issues through the eyes of foreign investors. They do not want to know more than they think they need to know. So I appreciate this opportunity to look at Turkey not through foreign investors’ eyes, but through my own.
A couple of years ago there was discussion about whether Turkey would become more like Malaysia. To this question, Cem Yılmaz responded by asking whether Turkey would become the Netherlands. We should take this second question seriously.
Despite the improvements in macroeconomic stability and favorable global conditions, the economic growth rate started its downward trend in 2006. Moreover, the high growth rates experienced especially during the AKP’s first term in power were accompanied by high unemployment and a high current account deficit. The unemployment rate was high despite women’s low labour participation rate, and the millions of people (according to some estimates 9 million) working in the informal sector with no social security. Now it appears that we will eventually reach the same equilibrium with a higher unemployment rate as global liquidity improves.
A high current account deficit means that our exports are not competitive, and we need external funding to maintain growth. This is an unsustainable model, as capital inflows are often procyclical. In this regard, we share much in common with Southern European countries.
We need a more sustainable growth model, and we need to answer two questions to achieve that:
1) How can we increase domestic savings?
2) How can we produce better quality, more sophisticated products and services?
We should address the vicious circles in our economy. The first one has to do with the informal economy. Companies in the informal economy produce low value added products, they don’t earn much, and they don’t save and invest. They are also not regulated to ensure the safety of their work conditions and their products. Meanwhile, because the government does not collect taxes from the informal sector, the burden of taxes and social security contributions weigh on the formal sector. Instead of trying to broaden the tax base, tax investigators target the biggest taxpayers. Companies in Turkey have little incentive in operating and investing in the formal economy. Public finances also suffer, forcing the government to borrow extensively from domestic banks and limit public investment.
To move up the value chain, we also have to address our education system. The current system only breeds inequality. The majority of the public spending on education is concentrated on a minority of bright students. These students have a much greater chance of getting hired in the formal sector than all the rest. After receiving their university education in Turkey, many students choose to move and work abroad.
The period from 2002 to 2007 presented a good opportunity to tackle these structural problems, but the government did not take it. The prospects for meaningful reform for this year and 2011 do not look much brigter due to the electoral cycle – the referandum this year and general elections next year.
I would like to conclude my remarks with a final observation. The majority of economic research is produced by academics or by financial institutions. That’s why we see aggregates when we look at the research, we don’t see individuals. We lack a sense of imagination. We do not imagine what it feels like to be a woman who is forced to sit at home all day, taking care of the children or the elderly. We also do not imagine what it would be like to be a teenager, who is trapped in a second-class education. We might console ourselves by thinking that they did not have the potential to succeed anyway, or that they are in fact not that unhappy because they are not aware of what is out there and what they could accomplish. But we need people who can dream of being successful. We need to be able to dream of reaching the life standards in the Netherlands one day.
I really hope that social democracy in Turkey will be able to imagine. They will be able to imagine how difficult people’s lives are, and they will be able to imagine something better. Thank you.
Wednesday, May 26, 2010
Yesterday at work I was reading a paper, and I came across some familiar assertions. They were familiar, but in the current context and times, no longer relevant. I realized that the author of the paper had been sleepwalking through old ideas as he was writing it - he wasn't really present, he wasn't really thinking. Maybe his complacency had gotten the best of him - he was so sure of himself and his ideas that he had seized thinking. If you think you know something, there's no way to learn it. Then I remembered how I missed the Lille station and went all the way to Disneyland on Sunday. And I remembered Zadie Smith's essay.
I think some humility and caution (fear?) is in order when one is thinking, deciding, writing, living. That slows our pace... but maybe it's a price worth paying... not to miss the stations.
Sunday, May 23, 2010
Dört senelik Londra yaşantım boyunca ilk defa Eurostar'a bindim. Tam sekiz senedir doğru dürüst görmediğim lise arkadaşımı görmeye gidiyorum. (Artık eski arkadaşlarla buluşunca kullandığımız birimin "yıl" olması çok garip geliyor.) Kitabımı okuyorum güya ama içim uyuyor(muş). Pelin Batu dediyse vücudum attı herhalde. Duvarlarında Lille International yazdığı halde çok karanlık olduğu için istasyon olamayacağına karar verdiğim bir yerde durduk. Burası daha tüneldi mutlaka. (Londra metrosunda fazla seyahat etmenin sonuçları.) Beni parka çağıran bi arkadaşıma kinayeli kinayeli mesaj attım "şimdi Lille'e geldim" diye. Sonra tren hareket etti. Ben bi baktım tünelden çıkmakla kalmamışız, Fransa yamaçlarında ilerliyoruz. Çimenler dalgalanıyor dört bir yanda. Önde oturan aile gelmiş benim sırama oturmuş, benim sıramdakiler yok (artık nasıl sessiz kalkıp indilerse sinsi şeyler!).
Bu şaşkınlığım beni çok şaşırttı. Korkuttu da yani. Ben bu kafayla... Neyse kendimi yermeyeyim. (İnsan kendisi istemedikçe rezil olmazmış.) Bar vagonunda tren müdürünü buldum. (Evet burda tren müdürü var.) Adam bir sonraki istasyonun Disneyland olduğunu (trendeki bütün sinir bozucu veletlerin hedefi), bir saat sonra oraya varacağımızı söyledi, Disneyland'deki çalışma arkadaşlarına bana bedava bilet vermelerini rica eden Fransızca bir not yazdı. Telefonunu kullanabileceğimi söyledi. Disneyland istasyonundaki çok iyicil yaşlı görevli bana bedava bilet verdi. Fransız demiryollarının çok karizmatik treniyle (sessiz vagonda herkes çok sessizdi, yazı masalarında masa lambaları vardı!) Lille'e vasıl olabildim. Eurostar'a laf eden karşısında beni bulur bundan böyle. Yol boyunca bunun kaderin bi oyunu ya da bir işaret (belki yanlış trendesin demek isteniyor) olup olamayacağını düşündüm. Hiç biri değilmiş.
Lille'den aklımda şunlar kaldı: Hatırladığımdan da candan arkadaşım ve onun sevdiği, ama bırakmaktan gocunmadığı şehri. Tanıdıkların haberleri. Yemyeşil ağaçlı meydanlar. Dar arnavut kaldırımlı sokaklar, sokaklardaki şık kafeler, pastaneler, dükkanlar. Kepekli krep. Dünyanın en dar merdivenleri ve en geniş tuvaleti. İçinde modern resimler bulunan, bir yüzü modern katedral ve önündeki şarapçı. Katedrale çıkan yolda bi taşla futbol oynayan kardeşler. Katedralin karşısındaki şık kafe ve kaldırımdaki şık insanlar. Dünyanın (dışardan bakınca) en güzel müzesi. İspanyol tüccarların yaptırdığı borsanın avlusundaki sahaflar. (Evet metrolardaki Lille resimlerinde gösterilen yer burası). Sahaflardaki emlakçı. Gölgeli, yemyeşil park. Brüksel'e kadar giden kanal. Kanalın kaybolduğu yerdeki yeşil platform. Yeşil ördek ve kanal havası. Printemps. Yolun ortasında iki köpekle oturan çocuk. Eurostar'ın Lille'den geçmesi için ısrar eden zamanın Fransa başbakanı ve Lille belediye başkanı.
Eylül'de bit pazarı varmış...
Sunday, May 16, 2010
Sunday, May 09, 2010
Saturday, May 08, 2010
Wednesday, May 05, 2010
Saturday, April 24, 2010
Sunday, April 18, 2010
Sunday, April 11, 2010
A couple of weeks ago I went to a dance show called Blaze at the Peacock Theatre. In sequences of hip-hop, street dance and break dance, the dancers were literally kicking ass. The choreographers, costume and stage designers had also kicked ass. The beats spoke with that primitive language. The whole thing filled me with energy and envy. At first instance, I envied the dancers, I wish I were them. But when I thought about it a little deeper, I decided that everyone should find their own niche to kick ass. When we start rolling in the right groove, no difficulty would be a burden and work would be a source of joy.
We are going back to the discussion about one's essence, the question of whether we have a destiny we must fulfill. Something that is out of our control, something that is a given to us when we take nothing as given anymore, yet something we must become aware of and respond to if we want to live a fulfilled life. Call it self-realization or fulfilling your potential: you have the responsibility to bring your self to this world. And I learned last night from Eat, Pray, Love that responsibility can be defined as the ability to respond. The ability to respond to the truth. The ability to respond to the truth of our selves.
Life is too short to live without this feeling of kicking ass. And I'm sorry to point out that, especially for us with a "liberal arts" background who don't really have an occupation, it is difficult to get an accurate sense of whether we are kicking ass. If we were doctors or engineers or lawyers or cooks or pianists or actors or dancers (or cab drivers, for that matter), we would not really be able to afford seriously messing up. But our wishy-washy titles (consultants, analysts, strategists, economists, all shades of civil servants, social scientists in universities and think-tanks, public intellectuals, even some "modern" artists) allow us to produce bullshit while considering ourselves to be kicking ass. And who is to tell that we are not? Our bosses and critics and clients are either bullshit artists themselves or they have even less clue. Even if we get one call or another wrong, the consequances will be so far down the road and/or our contribution so vague and anonymous that it will be difficult to track our failure back to our selves. Success, on the other hand, simply becomes a matter of conviction. If we can convince ourselves and others successfully that we are successful, then we are. Our collective existence becomes a Ponzi scheme.
Ownership of consequances is the surest way to feel the thrill of life and work. Alienation from our work and its consequances saves us from personal risk, but it also robs us from the ownership of true (as opposed to perceived) success and happiness. We should stop lying to ourselves.
Wednesday, March 24, 2010
Öncelikle, Türkiye'de yargı sisteminin sorunlarını anlamak isteyenler için Mithat Sancar ile Eylem Ümit Atılgan'ın TESEV için hazırladıkları "Adalet Biraz Es Geçiliyor" isimli çalışmayı hararetle öneririm. Çalışmada öne çıkan bir kaç önemli nokta var. Yargı bağımsızlığı, tarafsızlık için gerekli bir koşul, ancak her zaman yeterli değil. Yargı erkinin içindeki ve dışındaki etmenler bağımsızlığı tehdit edebiliyor.
Örneğin teftiş biriminin Adalet Bakanlığı'nın altında olması, bakanın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun üyesi olması, HSYK'nın sekreteryasının bakanlığa bağlı olması, yargıya "dışarıdan", yani yürütme tarafından müdahale edilebileceğini gösteriyor. Öte yandan hakimler ve savcılar ile ilgili atama, tayin, terfi, disiplin cezası kararlarını veren HSYK'nın (Adalet Bakanı ve müsteşarı dışında) yalnızca Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşması ve hakimlerin performanslarının, kararlarının Yargıtay ve Danıştay'dan dönüp dönmemesiyle ölçülmesi, hakimler ve savcılara yargı sisteminin "içinden" baskı yapılabileceğinin göstergesi.
Anayasa değişikliği paketi, HSYK'nın üye sayısını yediden 21'e çıkarırken, 10 birinci sınıf hakim ve savcının, hakim ve savcılarca seçilmesinin önünü açıyor. Yüksek mahkeme genel kurulları, artık sadece kurul üyeliği için cumhurbaşkanına üçer aday sunmayacaklar, üyeleri kendileri seçip atayabilecekler. Ancak bunun yanında cumhurbaşkanı, üniversitelerin hukuk, ekonomi veya siyasal bilgiler bölümlerinden dört öğretim üyesini, üst kademe yöneticiyi veya serbest avukatı kurula atayacak. Adalet Bakanlığı müfettişleri tamamiyle ortadan kaldırılmıyor, ancak yetkilerinin büyük çoğunluğu yeni Kurul müfettişlerine veriliyor.
Buraya kadar cumhurbaşkanının dört üyeyi atamasındaki keyfilik dışında çok büyük bir sorun yok. Asıl sorun, Anayasa Mahkemesi'nin yeni yapısında. Bir partiye kapatma davası açılmasını zaten meclisteki diğer partilerin iznine bağlayan hükümet, Anayasa Mahkemesi'nin kanun iptallerinin de önüne geçebilmek için çok rastgele ve garip bir üyelik yapısı öneriyor. Buna göre, şu anda iki üyesi Yargıtay, iki üyesi Danıştay, birer üyesi Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Sayıştay, bir üyesi YÖK'ün önerdiği öğretim üyeleri, üç üyesi üst düzey yöneticiler ve serbest avukatlar arasından çıkan mahkemenin üye sayısı on dokuza çıkarılıyor. İki üyeyi Sayıştay'ın, bir üyeyi baroların göstereceği adaylar arasından meclis, geri kalan on altı üyeyi de ya kurumların göstereceği adaylar arasından, ya da doğrudan cumhurbaşkanı seçiyor. Bu üyelerin dağılımı ise şöyle: Üç üye Yargıtay, iki üye Danıştay, bir üye Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, üç üye YÖK'ün göstereceği adaylar içinden, beş üye üst kademe yöneticiler, serbest avukatlar ya da Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçilecek. İki üyenin ise yüksek öğrenim görmüş olması yeterli! Kararlar artık salt çoğunlukla değil, üçte iki çoğunlukla alınacak. Yüce Divan kararlarına da itiraz yolu açılıyor.
İnsan bu yapının neye göre belirlendiğini merak ediyor. Keşke birileri AKP'nin "hukukçu kurmayları"nın beyin fırtınasını kaydetmiş olsa. Yüksek mahkemelerden gelen üye sayısını sabit tutarken, mahkemenin üye sayısını neredeyse iki katına çıkarmaya kalkışınca, tabii yeni eklenen üyeleri diğer kategorilerden "tamamlamak" zorunda kalmışlar. Şu maddelerin gerekçesini bir yazıp yayınlasalar da biz de öğrensek.
İki ayrıntılı geçici madde, AKP uygulama kanunlarını beklemek zorunda kalmasın diye paket kabul edilir edilmez Anayasa Mahkemesi ve HSYK'ya üyelik için seçimlerin nasıl yapılacağını anlatıyor. Herhalde kazanılmış haklar sorun oluşturduğu için, Anayasa Mahkemesi'nde hükümetin hayalindeki yapıya öyle hemen geçilemiyor. Önce yedek üyelerin hepsi asıl üye oluyor, onlar emekli oldukça yerlerine üst düzey yöneticiler ve öğretim üyeleri gelecek! Bir başka merak ettiğim konu, eğer paket kabul edilirse de muhalefet itiraz davası açarsa, davanın genişletilmiş yeni mahkemede görülmesi olasılığı. Sanırım CHP, paketin mecliste kabul edilmesiyle referandum arasındaki süreçte paketi Anayasa Mahkemesi'ne götürmeye çalışacak.
İşin en kötü yanı, halkoylamasına giderse paketin bir bütün olarak oylanacağına ilişkin madde. Paketin hoşumuza giden kamu denetçiliği ya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ndeki hak ve özgürlüklerin kamu tarafından ihlali durumunda vatandaşların doğrudan Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilmesi gibi maddelerini tek başına geçiremiyoruz. Aslında bu madde, Anayasa'nın anayasa değişiklikleriyle ilgili 175. maddesinin "Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların kabulü sırasında, bu Kanunun halkoylamasına sunulması halinde, Anayasanın değiştirilen hükümlerinden, hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını da karara bağlar," hükmüne aykırı.
Uzun lafın kısası, hükümeti eleştirmeye gönül rahatlığıyla devam edebiliriz.