Saturday, April 23, 2011

Bana doğruyu söyle doktor!

İş bulduğumu, nerde çalıştığımı bilen arkadaşlarım, çok tebrik ediyorlar. Çok güzel bir iş gibi geliyormuş kulağa. (Evet arkadaşlar artık sound ediyor dememize gerek yok, kulağa geliyor diyebiliriz.) Valla ne yalan söyleyeyim, güzel bir iş. Şikayet edeni Allah çarpar, hele altı aylık işsizlikten sonra. Çok şanslıydım, selefim de çok sağolsun, Allah ne muradı varsa versin bana referans oldu. İnşallah altından kalkacağım.

Ama benim aslında entel-dantel işler yapmak istediğimi bilen arkadaşlarım, çok da enthusiastic sound etmeyiniz! Benden gerçekleri saklamayınız! Gerçi beğenmez gözükürseniz ona da kızarım. Mesela "güzel bir iş ama senin mutlaka yazar olman lazım, çok yeteneklisin!" diyebilirsiniz.

Bu arada Ekşi Sözlük'ten öğrendim ki bir yandan (teoride) kendine güvenmek, diğer yandan (pratikte) güvenmemek durumuna "prenses sendromu" deniyormuş. Her b.ku bilen sözlükçüler bunun da teşhisini koymuşlar. Kendilerini tanımadığımız için kendilerinde ne sendromu olduğunu bilemiyoruz. Belki kendilerinde de aynısı vardır, oturup bu kadar bilmişlikle bunları yazdıklarına göre başkaları hakkında? Neyse bende kesin var bu sendromdan, gocunduğum için kızıyorum sözlükçülere.
sığınaklara

arada caddenden geçiyorum. sık değil, bir kaç haftada bir ve hep zorunluluktan. hem geçmesem o da fena.

numaranı öğrenemedim. ama numaralara bakıyorum. yokuş çıkmış, nefes nefese oluyorum. gerçi numaralar hep değişiyor. bazı kapılarda iki numara oluyor. taksicilere numara söyleyince şaşırıyor.

aslında erkekler kızların caddelerine gelmeli. hele sen! karşılaşsak tesadüf olmayacak. seni görünce nasıl tersleyeceğim. nasıl buldum, kurdum her şeyi sıfırdan. ama bulmak kolay, sevmek zor.

belki sen beni çoktan gördün de görmezlikten geldin. belki masanda kırmızı küçük bir alarm var, caddenden her geçişimde çalan. sığınaklara!

Kabullenmişlik

Neden acaba 23 Nisan'da çocuklar koltuklara oturtuluyor da 19 Mayıs'ta gençler koltuklara oturtulmuyor? Yoksa oturtuluyor da ben mi unuttum? Emin olamadım şimdi. Hem de Genç Siviller falan değil, Dev Genç üyesi gençler falan oturtulsa işte o zaman ileri demokrasi olurduk. Gerçi bugün Milli Eğitim Bakanı koltuğuna oturtulan kızın performansını beğendim valla. Zaten akıllı (çok bilmiş değil, akıllı) bir şey olduğu suratından belli.

Allah'ım ortada ne kadar çok çocuk ve genç anne ve hamile kadın var. İşe başladığımdan beri bizim odada ve yan odada iki "bayan" doğurdu. Gerçi geçen seferki işimde de başladığım gün bir kadın doğurmuştu. Ben işten çıkana kadar ikincisini de doğurdu. Senin benim gibi görünen bir kız bir ceketini çıkarıyor, hop hamile. İkisi üçü bir araya geliyor, hastane, sezeryan, epidürel muhabbetleri. Bu kadar sık ve herkese olan bir hadisenin insanın kendi başına gelince bu kadar biricik ve özel gözükmesi için çok, pek çok hormon gerekiyor olmalı. Ama olaya mikro açıdan bakacak olursak insanın kendi içinden çıkan bir küçük insanı gittikçe tanıması da heyecanlı bir şey olmalı. (Genç sosyetik annelerin röportajları gibi oldu. Ha bu arada sosyetik insanların çocukları nasıl bu kadar güzel olabiliyor!? Nişantaşı'ndaki her çocuk ayrı güzel. İnsan panik oluyor ben nasıl böyle güzel bir çocuk doğuracağım diye.) Ama bunun için biraz büyümeleri gerek. Neyse küçükken de kişiliksizliklerini şirinlikle tamamlıyorlar herhalde.

Bu kadar sıkıcı bir gün olmasına rağmen yine de kutlanmaya devam eden 23 Nisan'ı da atlatıyoruz hayırlısıyla. Cüneyt Özdemir gibi konuştum Allah korusun, ama benimki çok pratik bir gözlem: Çocukların çıplak dizleri tir tir titredi stadyumlarda. NTV'de amazon gibi giydirilmiş, saçlarına barbi bebekler gibi elektrik verilmiş kızlar bir oğlan çocuğunu havaya kaldırdı. Artık memleketçek bu kadar saf ve masum değiliz maalesef. Bütün bunlar çok saçma görünüyor. Hatta Bal'da küçük Yusuf'un akvaryumun içindeki küçük kurdeleye hasretle bakışı gibi acınası geliyor.

İki hafta önce Kazuo Ishiguro'nun romanından uyarlama Never Let Me Go filmini gördüm. Filmi anlatacağım haberiniz olsun: Filmde böyle 12-13 yaşında çocukların olduğu güzel bir İngiliz yatılı okulu var. Çocuklar okul bahçesinden çıkamıyorlar, çıkanların başına gelen felaketlere dair hikayelerle büyüyorlar, birbirleriyle her konuda rekabet ediyorlar, öğretmenlerinin gözüne girmeye çalışıyorlar vesaire. Sonra günün birinde bir öğretmenleri dayanamayıp onlara gerçeği anlatıyor: Meğer onlar zamanı geldiğinde normal insanlara organ bağışlamaları için "yaratılmış" klonlarmışlar. Çocuklar bu durumu kabulleniyorlar, hiç kaçmaya, isyan etmeye kalkmıyorlar. Hayatlarını uzatmayı gerçekten istedikleri zaman bile sadece öğretmenlerine yaranmaya çalışıyorlar, olmayınca da razı oluyorlar. Filmin sonunda sevgilisini kaybetmiş, kendisi de bir kaç hafta sonra ilk bağışını yapacak kız, "tamam bizim durumumuz fena, birbirimizi geç bulduk çabuk kaybettik, ama sizin de bizden çok farkınız olmayabilir, haberiniz olsun" mealinden uyarıyor seyirciyi.

Etrafıma bakıyorum da, ne çok şeyi kabullendiğimize. O yatılı okuldaki çocuklar gibi. Yusuf gibi. Acınacak halimiz var. Bizim kabullenemediğimizi kabullenmeye hazır bir sürü insan var dışarda. Aman canım, kabulleniyorlarsa sorun onlarda!.. Bardağın dolu tarafını görmek lazım. Bardağın boş halini bilen dolu tarafını görür. Hem herkesin bir fiyatı vardır. Hiç farkına varmadan bir bakmışsın almışsın eline bardağı, döküp saçmamaya uğraşıyorsun.

Mutluluk değil, kendini gerçekleştirmek demişti bir arkadaş. Geçen gün oturup düşündüm de, mutluluk çok izafi, kendini gerçekleştirmek gerçek gözüktü gözüme. Kendini mutlu bilmek kolay. Ama şöyle ağzın dolu dolu "kendimi gerçekleştirdim" demek zor.

İnsan tabii iyi bir mirası da mutlulukla kabulleniyor, onu hak ettiğine de kendini çabucak inandırıyor. Ne güzel yazmışım zamanında "how to become a bobo" diye. Buna İngilizler entitlement diyorlar efendim. Yaşlandığımdan mıdır nedir, ne kendini ince zevkli, asil asil yapan insanlara, ne görgüsüzlere kızıyorum, hipster'lara kızdığım kadar. Geçen gün IKSV Salon'a gittim. Bizim de hipster nüfusunda Londra'dan eksiğimiz yok, fazlamız var. Bunlarda para var ama orta sınıf hayatını beğenmezler. Bohem hayatlar isterler, çağdaş sanat severler, açık fikirlidirler. Yaşama sevinciyle gezerler ortada sarhoş gibi. Ama sonuçta sen ne yaptın arkadaş, oturduğun mahalledeki kiraları yükseltmekten başka elle tutulur ne yaptın? Bunların bir de sözde vicdanlı, duyarlılıkları yüksek versiyonları var, benim de kendimi içinde saydığım. Levent Kırca'nın mutlu ve mutsuz sarhoş tiplemesi gibi eğlenenler ve ağlananlar olarak iki çeşittirler. Tabii ağlananlar da geceleri eğlenirler. Kitap yazarsam adı idiotloji olacak.

Ha güzellik var mı, var. Ama çok çalışmak gerekiyor güzel bir şeyler yapmak için de, güzel olanı görmek, anlamak için de.

Wednesday, April 13, 2011

Sözlerine bir karaoke gecesinde iyice hakim olduğum şu şarkıyı paylaşmasam olmaz:


ali desidero
arkadaşları ali derler hani oturur bizim kahvede
yakmış abayı bir dilbere nefaset bir şey fidan boylu
bizim ali pişpirik oynar mfö dinler maç seyreder
dedim ki abayı yakmış kıza bundan haberi yok kızın ama
ali desidero aliiiiii ali desidero

kız çok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
venüs mü desem afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su
elbette ki feminist bir kız metafiziğe de inanmakta
bir kusuru var yalnız kızın biraz entel takılmakta
optimist hem de pesimist biraz idealizmi de savunmakta
ali desidero aliiii ali desidero

teoride desen zehir gibi pratik dersen sallanmakta
bazen ben hümanistim diyor bazen rasyonalist oluyor
değişik bir psikoloji bir felsefe idiotloji
idiot idiot idiotloji

bizim ali kahvede aynen kız oradan gelip geçerken
gözüne kestirip kafasına takıyor
bu benim diyor dokunanı yakarım
ne yapmalı ne etmeli bir oyunbazlık bir şeytanlık
kıza dalavere mi çevirmeli bu beraberlik nasıl olacak
ikise de ayrı telden çalıyor
centilmence mi yaklaşmalı familyasıyla mı tanışmalı
bir bilene mi danışmalı
bu kız sanki bir buzdolabı
ali desidero aliiii ali desidero

ali kahvede oturup duruyor kızın geçmesini bekliyor
hatun kişi görününce köşeden mfö başlıyor aynen kasetten
aliiii ali desidero
matmazel mfö'yü duyar duymaz bir an kendinden geçiyor
ha bayıldı bayılacak derken ali kızın elinden tutuyor
ali kıza bir klark çekiyor kahvedekiler ıNıNıN diyor
ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN
ali desidero ali aliii desidero
kız pardon diyor başım döndü mfö yakar gönlümü
rica ederim gelebilir her genç kızın başına
yardım edeyim size isterseniz
evinize götüreyim icabında
ay nasıl olur ben sizi hiç tanımıyorum ama
hem konu komşu ne der sonra merci giderim tek başıma
olur mu ne önemi var diyor oğlan
yürüyelim işte ne çıkar bundan
hem sizinle de tanışmış oluruz hem konuşuruz şurdan burdan
ne kibar çocuk diyor kız içinden hem samimi hem vefalı yani
bir imtihan çekeyim şuna diyor serseri mi yoksa bir dahi mi
diyor felsefeyi sever misiniz ali diyor biz hep dönerciyiz
luther diyor kız makyavelli
şampiyon biziz diyor ali attığımız gollerden belli
ali desidero aliiii ali desidero

kız anlıyor ki dünyalar ayrı aliye kibarca bir bye bye
ali diyor hay hay
gözü parlıyor aniden kızın şeytan tüyü var bu hınzırın
ali anlıyor ki doğru yolda hazırım diyor buluşmaya
kız diyor ki bu işler narin bugün olmaz ali belki yarın
ali desidero aliiii ali desidero

Saturday, April 09, 2011

Derin suların peşinde

Kaç haftadır yazamadım, ama Frida'nın tablosundaki o hayatın içinde kendimi kaybetmiş falan değilim. İşler güçler yüzünden hep. Enis Batur'un Haneberduş kitabında Takipçilik Üzerine diye bir denemesi vardı. Batur takipçiliğin iyi, vazgeçilmemesi gereken bir şey olduğunu falan iddia etmese de, insanların farkına bile varmadan nasıl pistin dışına çıktıklarını anlatıyordu. Bir çeşit vazgeçmekti bu da, ama o kadar meşguldünüz ki farketmiyordunuz. Önce kendiniz bir şeyler yapmaktan vazgeçersiniz, sonra yapılanları takip etmekten vazgeçersiniz. Ayıptır söylemesi ot gibi yaşarsınız artık.

Teyzem iki hafta önce burdaydı, dedi ki bir kaç insanın üretimi herkesin hayatını daha yaşanır, daha anlamlı kılıyor. Aslında insanlığın kaç bin yıllık üretimi, bunun bizim ulaşabileceğimiz kadarı bile o kadar zengin ki. Düşününce bile hem seviniyorum, hem de yetişemiyorum diye panik oluyorum.

Bırakın büyük eserleri, düşünceleri, insan haberleri bile takip edemiyor. Bir yandan da kafası rahatlıyor, kişisel sorumluluk hissetmediği, değiştiremeyeceği şeye güzel kafasını yormamış oluyor. Ağır kişisel sorumluluklar, insanın dünyaya karşı sorumluluk hissetmemek için en büyük bahanesi haline geliyor. Bir komplo teorisi gibi gelecek, ama belki de dünyada ne olup bittiğini bilmemek için üzerimize ağır kişisel yükler alıyoruz, sözler veriyoruz.

İnsanlığın bize bıraktığı binlerce yıllık miras, şaşırtacak kadar güzel olduğu kadar çirkin ve ağır. Görülmemiş o kadar hesap var ki. Güzelliğini yaşamak için kendimizde bu kadar hak görürken, çirkinliğinden kaçınmayı bu kadar doğal karşılamak ikiyüzlülük değil mi? İğrenç bir klişeyle bitirmek istemiyorum ama bunun bir adım ötesinde de bizim geriye ne bırakacağımız sorusu var.

Bu yazı biraz ilkokul kompozisyonu gibi oldu ama ısınacağım tekrar yazmaya inşallah! Kendime bir uyarı bu aslında: Açıl kızım biraz! Hayatın bir sürü katmanı var. Bunların farkına varanlar öyle duvar gibi suratlarıyla tırışkadan değil, gerçekten sofistike insanlar oluyorlar. Tabii amaç olmak değil yapmaktır, yapmadan nasıl olunabilir gerçek anlamda? Her şeyin şifresi çözüldü, her şeyin farkına varıldı. Hepimiz tanımı çoktan yapılmış, adı konulmuş birer "tip"iz dışardan bakanlar için. Belki gerçekten öyleyiz de her şeyin, herkesin ne mal olduğunun farkındayken kendimizin farkında değiliz. Determinizm var bütün bunlarda. Dışına çıkmak lazım.