Bizler
bu gerçeğe başımızı çevirme olanağına sahibiz. Peki bu gerçeğe daha yakın
yaşayanlar, her gün onunla yüz yüze gelenler nasıl oluyor da hala AKP’ye oy
veriyorlar? Geçen gün bu sorunun cevabını arayan bir yazı okudum. Yazıda deniyordu ki, hükümetin çizdiği
ekonomik başarı portresinin, ülkemizin “orta üst gelir grubunda” olduğunu
gösteren istatistiklerin arkasında gittikçe büyüyen gelir adaletsizliği ve
düşük gelirli geniş kitleler var. Bu gelir grubundaki insanların öncelikleri,
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre ikinci basamakta yer alıyor. Yani
ekonomik açıdan güvenliklerini ilk sıraya koyuyorlar. Güvenliğin siyasi
iktidara bu kadar bağlı olmasının nedeni ise şu: Dış fon girişi sayesinde ayakta kalan,
büyümeyi ithalat, tüketim ve inşaat-altyapı yatırımı ile sağlayan bir
ekonomimiz var. AKP’ye oy veren insanlar, bu modelin paydaşları haline gelmiş,
bu modelin sürdürülebilmesinin koşulu olarak AKP’nin iktidarda kalmasını
görüyorlar. Bazıları zaten imar rantına doğrudan ortak olmuş. Büyük bir
çoğunluk kendi geliriyle elde edemeyeceği bir yaşam tarzının sembollerini (ev,
otomobil, teknoloji ürünleri vs…) borçlanarak almış. Daha düşük gelirli bir
grup ise gerek devletin, gerekse yeni zenginlerin imkanları kullanılarak
dağıtılan sadakalardan nasiplenmiş. Bu insanların en azından bir kısmının vergi
vermediğini, dolayısıyla vergilerinin nasıl, nerede kullanıldığı gibi dertleri
olmadığını varsayabiliriz. Buna karşılık devletin yaptığı yol, hastane gibi
yatırımları hayatlarını kolaylaştıran, gerçek ve somut hizmetler olarak
değerlendiriyorlar.
Nobel
ödüllü kalkınma ekonomisti Amartya Sen, insanların hayatlarından memnuniyetini
baz alan araştırmaların, gerçek koşullarını yansıtmıyor olabileceğini söylüyor.
Bir insanın mutluluğu, hayallerine ve hayattan beklentilerine bağlı. İnsanlar
zorluklarla başetmenin yollarını bulabilirler, ama bu, onların daha iyi
hayatlar ve daha önemli şeyler yapma fırsatını haketmedikleri anlamına gelmez.
Başörtüsü
ya da anadilde eğitim özgürlüğüyle fazlasıyla meşgul olan liberal aydınların
pek bahsetmekten hoşlanmadığı önemli bir gerçek daha var. Sen’in “capabilities
approach” olarak bilinen ve çığır açan düşüncesine göre, insanlar ancak
ekonomik olanakları izin verdiği ölçüde özgür olabilirler.
Küçük bir çocuk, içine doğduğu koşullar nedeniyle bir bilim insanı ya da ünlü
bir sanatçı olmayı hayal edemiyorsa, onun özgür olduğunu söylemek mümkün değil.
Kimse insanlara
nelerden mahrum kaldıklarını söylemiyor. Zor bir soruya cevap aramanın,
düşünmenin, araştırmanın, cevap bulmanın, bir şeyler üretmenin verdiği tatmini
bilmiyorlar. Güzel bir edebiyat metni, klasik
müzik parçası ya da resim karşısında hissedilen mutluluğu bilmiyorlar. Böyle
şeylerin değerini bilenler, “kitap okuyanlar şimdi sefilleri oynuyor” diye
küçümseniyor, elitizmle suçlanıyorlar. Bilim adamlarının fikri sorulmuyor,
bilimsel araştırmalar desteklenmiyor, en büyük rantın inşaat sektöründe olduğu bir
ortamda kimse eğitim, Ar-Ge, üretim zahmetine girmek istemiyor.
Hükümetin
vicdansızlığını değilse de vizyonsuzluğunu bir dereceye kadar anlayabiliyorum.
Paraya ve güce bu kadar tamah ettiklerine göre onlar da demin tarif ettiğim
mutlulukları hayatları boyunca tatmamış olmalılar. Onlardan da bazı gerçekler
gizlenmiş olmalı. Ama bu hükümeti destekleyen “aydın”ların, akademisyenlerin,
sanatçıların, iş adamlarının ikiyüzlülüğünü anlamak mümkün değil. O ışıltılı
nehre kapılmış gidiyor, gerçeğin peşinde koşacaklarına üstünü örtmeye
çalışıyorlar. Acınası haldeler.