Sevgileri yarınlara bıraktınız |
Çekingen, tutuk, saygılı. |
Bütün yakınlarınız |
Sizi yanlış tanıdı. |
Bitmeyen işler yüzünden |
(Siz böyle olsun istemezdiniz) |
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi |
Kalbinizi dolduran duygular |
Kalbinizde kaldı |
Siz geniş zamanlar umuyordunuz |
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. |
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk |
Geçeceği aklınıza gelmezdi. |
Gizli bahçenizde |
Açan çiçekler vardı, |
Gecelerde ve yalnız. |
Vermeye az buldunuz |
Yahut vakit olmadı Behçet Necatigil |
The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Wednesday, December 30, 2009
Saturday, December 19, 2009
Monday, December 14, 2009
Saturday, December 12, 2009
Olaylarda, insanlarda ve fikirlerde anlam, doğruluk aramak, bilemediğimizi uydurmak, bir uydurduktan sonra da kafamızda kurduğumuz hikayeye uymayan her şeyi görmezden gelmek yalnız insana mahsus bir şey herhalde. Akıl da olanı olduğu gibi göreceği yerde, tüm enerjisini bir zamanlar yazdığı hikayeye inanmaya devam edebilmek, kendini hep haklı çıkarabilmek için harcıyor.
En akıllı insanların en olmayacak şeyleri nasıl söylemeye, yazmaya devam edebildiklerinin tek açıklaması bu olabilir. Gerçi bazen merak ediyorum, bu söylediklerinden not alacak, para kazanacak olsalar aynı aymazlığı sürdürebilirler miydi. Belki en olmayacak şeyleri söyleyenlerin başarılı, saygıdeğer hayatlarını devam ettirebilmelerini de böyle açıklamalı. İnsan kafasını sadece çalıştırması gerektiğinde çalıştırıyor çünkü.
İyi ki DTP kapatıldı! diyorlar. Bunlara sorsan herkesten vatansever. Peki şimdiye kadar bu kadar partinin kapatılmasının kime ne faydası olmuş acaba? Dünya yansın, yeter ki kafalarındaki fikir yaşasın. O küçümsedikleri gericilerin yaptığı cihaddan ne farkı var bunun? Onlar vatanı değil, kafalarındaki fikri, en çok da kendilerini seviyorlar.
Ben özgürüm, kimseye boyun eğmem, kimseyi dinlemem, istediğimi söyler, istediğimi yaparım diyorlar. Böyle mutlak bir özgürlük bedelsiz değildir. Etrafınızdakilerin tahammülünü, boyun eğmesini, korkmasını, susmasını, idare etmesini gerektirir. Birine ya onları ciddiye almamızı gerektirmeyecek bir uzaklıktaysak tahammül edebiliriz, ya onlardan bir medet umuyorsak, ya da onlara gerçek bir sevgiyle bağlıysak.
Sevgi demişken... Sevgi, arkadaşlık, muhabbet diye diye öyle çok şeyi görmezden geliyoruz, unutuyoruz ki. Her şey kutsallığını kaybetse, tüm dinlerin, ideolojilerin yalanlığı kanıtlanmış olsa, tek tutunacak dalımız sevgi, arkadaşlık, aile. Ama sevgi için kapı paspası olmanın da lüzumu yok. Amiyane ama doğru: Bazen yalnızlık, gerçekten sevginizi hak eden, sevgisini hak ettiğiniz insanlarla karşılaşana kadar ödemeniz gereken bedel, geçirdiğiniz süre. Kimse mutluluğun doğuştan gelen bir hak olduğunu söylemedi.
Bütün dallar kırıldığında neye tutunmalı? Adalet duygusu belki. İnsanın hayattaki her hareketinin, her sözünün uyması gereken tek kriter olmalı bence: Bu birinin hayatını kolaylaştıracak mı, güzelleştirecek mi? Tabii birinin hayatını kolaylaştırmanın, güzelleştirmenin ne demek olduğunu, insanın kendi değer yargıları belirler. Para kazanılan her iş değerlidir, birilerinin işine yarar denebilir. Herkes kendi hayatını kolaylaştırsın denebilir. İnsan birine iyilik yapacağım derken kötülük de edebilir. Ama benim aklımdaki soru bu.
En önemlisi ama, güçlü olmalı. Yanlış dallara tutunmak zorunda hissetmeyecek kadar güçlü.
Sunday, November 22, 2009
Saturday, November 07, 2009
Cesaret ile sarhoşluk
Muhteşem J. M. Coetzee yazmıştı:
“Beckett, karşısında yegâne görevimizin -anlamsız ve beyhude olsa da- görev görevdir kendimize yalan söylememek olduğu, tesellisiz, onursuz, şefkat umudu sunmayan bir hayat algısına sahipti.”
İnzivanın mumuyla aydınlanan yazarlar, kendilerine akraba arar durur.
Coetzee de Beckett’le ilgilenirken kendi hayat algısını aşikâr ediyor elbette.
Beckett’in Batı düşüncesinin ardındaki metafizik varsayımları deşen ve Derrida’ya örnek olan felsefi konumlanmasının altını çizerken kendi kazıp durduğu kuyusunun adresini veriyor.
Coetzee’nin başyapıtı (diğer romanları gibi) ‘Utanç’daki hayat tasviri de teselli ve şefkat sunmayan, onursuz bir yerden başlar.
Rezalet, körlükle başlar, körlükle biter. Kendine yalan söyleyen, gerçeklikle yüzleşmeyi reddeden kahramanımızın utancıdır söz konusu olan.
İyimserlik üstüne bir hayat duruşu inşa etme derdindeyseniz, has edebiyat elinizden tutmayacak. Beckett’in iyimserlik kokan birkaç notunu da zehirleyen, korkunç bir kuşkuculuk, kapkara bir mizah değil midir?
Umuda sarılmanın imkânsız olduğu demlerde hakikati kucaklama merakı.
Hakikatin özgürleştirici olduğuna yönelik sofu bir inanç.
Brecht ile can yoldaşı Walter Benjamin’in birlikte geliştirmiş olduğu ‘asgari insaniyet programı’nı hatırlıyor insan. Brecht’in savsözü: “Eski iyi şeylerle değil, yeni kötü şeylerle işe başlamak yeğdir.” İyimserlik, dostluk kurmaya hazır olmaktır.
Faşizmin yükselişini yaşarken, karamsarlığın en derininden müthiş bir akıl, olağanüstü bir gelecek hissi yaratmışlardı birlikte.
Gelecek hissini yaratan, yeni bir dile çalışmaktır. Edebiyatçı suyun başında durur.
Şu berbat dünyanın üstüne kurulmuş olduğu yalanları görür, onların açtığı çatlakları gösterir.
Zamanın insanı nasıl yoğurduğunun kaydını çıkarır.
Bir tür kehanettir, has edebiyat eseri. Yaklaşan kıyameti insanların değişen ifadelerinden okur.
Beckett, Coetzee’ye kalırsa, umut değilse de en azından cesaretin anlamına yaklaşıyordu.
Cesaretin sarhoşluğu demek geliyor içimden.
İnsan olmanın insana sunduğu ilk duygunun utanç olduğu dünyada yeni bir dil nasıl kurulabilir?
Açlıktan ve bin bir çeşit zulümden kırılanların dünyasında bireye, hiçbir şey olmamış gibi, her şey doğal akışındaymış gibi davranmak, körlüğü yeniden üretmek kalıyor.
Gönüllü ya da gönülsüz körleşmişlere teselli yaratmak, onlara pratik varoluş ipuçları sağlamak değildir has edebiyatın kendini memur ettiği görev.
Görünenin ardında, adı konmamış olan tereddütlerin, tekinsiz sarsıntıların, dipten gelen uğultunun peşindedir.
Hakikatle zehirlenmiş, kendi sarhoşluğundan sarhoş edici bir dil çıkarmaya çalışan yazarın önerisi ne olabilir?
İnsana sarhoşluk halini hatırlatmak elbette. Hayatı sorgulayabileceği,
kendine en geniş ufku armağan edecek olan sarhoşluk halini.
Baudelaire’in ‘Paris Sıkıntısı’na karşı önerdiği sarhoşluk. ‘Sarhoş Olun’ adlı mensur şiir, Tahsin Yücel çevirisiyle şöyle:
“Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle? Şarapla, şiirle, ye de erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ‘saat kaç?’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: “Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.”
Thursday, November 05, 2009
Düşünmek ve taraf olmak
Halbuki insan insanlara, hükümetlere, partilere, kurumlara ve ülkelere değil, gerçeğe ve değerlere taraftar olmalıdır, sadık kalmalıdır. İşi gerçeği görmek ve göstermek olan insanlarda bile, körü körüne taraftarlığın yol açtığı akıl sektesini gözlemlemek mümkün. Aydınlar, ilkesel olarak destekleyebilecekleri bir politikaya sırf uygulayıcısı yüzünden karşı çıkıyor, başkası yapsa haksız bulacakları bir şeye sırf sevdikleri yapıyor diye göz yumuyorlar. (Tabii burada taraftarlığın gönülden, üstünü örtmenin istemsiz olduğunu varsayıyoruz.)
Yanlış ellerdeki doğru davalar
AKP'nin Avrupa Birliği üyeliği için yaptığı ilk siyasal reformlardan bu yana, izlenen politikaların demokratikleşmeye mi, yoksa bir iktidar mücadelesine mi hizmet ettiği sorgulanıyor. Aradan geçen yıllar boyunca, AKP politikalarının arkasındaki itici gücün bireysel özgürlüklere, sosyal adalete, hukukun üstünlüğüne duyulan ilkesel bağlılık değil, biraz iman gücü, biraz intikam arzusu, biraz da iktidar hırsı olduğu anlaşıldı.
Bu durumda, başlangıçta (ya da belki şimdiye dek) AKP'yi desteklemiş liberal demokratların yapması gereken şey, AKP'nin hatalarını kabul edip, gerçekten bu değerleri içine sindirmiş bir alternatifin önünü açmak, belki de bu alternatifi yaratmak olmalıdır. Böyle bir alternatif, amaçlarını gerçekleştirebilecek gücü Türkiye'de kazanabilir mi, tabii orası belirsiz. Ancak bu denenmediği sürece, doğru davalar yanlış ellerde oyuncak olmaya devam edecek. Liberal demokratlar "düşmanımın düşmanı dostumdur" politikasını kendilerine daha ne kadar yakıştırabilirler?
Liberal demokratlar, bir eylemin arkasındaki itici gücün, o eylemin yönünü ve kapsamını belirlediğini unutmamalılar. Derin devlet tarafından işlenmiş suçların açığa çıkarılıp, sorumluların cezalandırılması gereği ve Ergenekon soruşturmasının derin devlete ilk ciddi "dokunma" denemesi sayılması, soruşturmanın hükümet karşıtlarını sindirme politikasına dönüştürülmesini haklı çıkarmaz. Aynı şekilde, hükümetin Kürt açılımını son yedi yılda değil de şimdi ortaya atmasının sebebinin, bireysel özgürlüklere ve sosyal adalete olan içten bağlılık değil, biraz Güneydoğu'da oy kazanma isteği, biraz da Amerika Birleşik Devletleri'nin bu yöndeki telkini olması, açılımın beklentileri karşılamamasına, Türk ve Kürt milliyetçilerin engelleme çabalarına kurban gitmesine neden olabilir.
Dış politikada "eksen kayması"
Tabii aynı düşünce sığlığıyla "öbür taraf"ta da karşılaşmak mümkün. Bunun en yeni örneği, Türkiye'nin İsrail'e soğuk ve sert tavrının ve buna karşılık İran, Suriye ve Körfez ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkilerin, ülkenin batı ekseninden ayrılıp, şeriat eksenine girmesi anlamına geldiği düşüncesi.
Bu argümana son zamanlarda İsrail ve Amerikan medyasında, düşünce kuruluşlarının raporlarında sık sık rastlıyoruz. Bu ülkelerin bize çıkarları doğrultusunda bakmaları, bu analizleri de evrensel doğrularmış gibi saygın gazetelerinde ve raporlarında yayınlamaları doğal olabilir. Ancak bizim dış politikamızı mensup olduğumuz ideolojik kampa göre değil, kendi çıkarlarımıza, ilke ve değerlerimize göre değerlendirmemiz gerekir. Ortak liberal, demokrat değerlere sahip olduklarını iddia eden 'batı ekseni' mensuplarının, dış politikada çoğu zaman bu değerlere göre hareket etmediklerini unutmamalıyız.
Kullanılmakla eskimeyecek yegane şey, herhalde akıldır. Farketmeyi, düşünmeyi ve kendi inançlarımızı, taraftarlığımızı ve sadakatimizi sorgulamayı bir an bile bırakmamamız gerek.
Tuesday, October 27, 2009
I once wrote that we have a well of affection inside us that needs to be channelled. If noone takes it, we start feeding cats. But that was incomplete. We also have a well of hostility. Our inconsistencies are borne out of the co-existence of these emotions. And we can feel both affection and hostility towards the same person. Before I thought if someone treated me mean, it canceled out all their kindness up to that point. If they were able to treat me mean, all their good deeds lacked truth, genuinity. I thought they hated me all along, and they were just good at hiding their real feelings towards me. I was so stupid for not having seen it earlier.
Meanwhile, I felt so guilty if I felt something I shouldn’t have felt towards someone. I questioned the purity of my motives constantly: Am I being helpful and nice for the sake of being helpful and nice, for the sake of this person, or my own sake? Am I writing this to show off my liberal, inquisitive, reflective mind, or am I writing it to get my point across? Is my need to help someone or write something genuine, or is it merely a manifestation of my need for self-gratification?
Now I think differently. Kindness and hostility can both be genuine. When we help someone, it can be part kindness and part self-gratification. Admiration and envy mixes together. Mothers can feel hostile to their children from time to time, children can contempt their parents. We have all kinds of heresies within us, they just wait to rise to the surface like the bubbles in a boiling kettle. Sometimes our hostility towards someone runs through words and glances like a colored liquid passing through tiny veins. They seem random and innocent, but they are not. They are poisoned. Those words taste bitter, they look green.
Sometimes the guilt we feel about our impure motivations, our insecurities distort our perception, blur our judgment. At times like those it is we who poison others' words and actions, not they. It's our conscience speaking, not them. We poison ourselves with imagined insults.
But with intelligence and maturity, we can learn to keep the lid on our emotions. It means that we care enough about someone to protect them from our own hostility. It means that we know someone well enough to trust their kindness towards us. Mothers care enough about their children, children care enough about their parents. Friends care enough about each other. I no longer accuse people just because they feel hostile towards me, but I accuse them because they didn’t try hard enough to contain it. I no longer feel guilty for my impure emotions and motives, but I feel guilty (and stupid) when I let them seep through my words, deeds and perception.
Finally, we can choose to be someone better. There is nothing wrong with liking the idea of being an open-minded, liberal person, and acting like one. There’s nothing wrong with liking the idea of being a couragous person, there is nothing bad with liking the idea of being a nice person. There is nothing wrong with performing these qualities consciously and actively. Unless, of course, we are delusional about who we are, and we should be attentive to this possibility.
After all, even the fact that we like the idea of being a helpful person, as opposed to the idea of being a selfish person, shows something about the kind of person we are.
ps. I told you I’m an extraordinary machine.
Sunday, October 25, 2009
Saturday, October 10, 2009
The questions that need to be asked to bring about the transition from a "global market" to a "global society" can be very exciting and inspiring. They give people’s lives a meaning beyond day-to-day survival characterised by tedious office jobs, family lives and consumerism. They give each person a stake in improving the humanity’s well-being, bringing about change. This is what today’s left-wing politics should embrace. People would be far more receptive to this than we (and politicians) think. Only one leader fully grasps this: Obama.
Tuesday, October 06, 2009
Saturday, October 03, 2009
-And-
I certainly haven't been spreading myself around
I still only travel by foot and by foot, it's a slow climb,
But I'm good at being uncomfortable, so
I can't stop changing all the time
I notice that my opponent is always on the go
-And-
Won't go slow, so's not to focus, and I notice
He'll hitch a ride with any guide, as long as
They go fast from whence he came
- But he's no good at being uncomfortable, so
He can't stop staying exactly the same
If there was a better way to go then it would find me
I can't help it, the road just rolls out behind me
Be kind to me, or treat me mean
I'll make the most of it, I'm an extraordinary machine
I seem to you to seek a new disaster every day
You deem me due to clean my view and be at peace and lay
I mean to prove I mean to move in my own way, and say,
I've been getting along for long before you came into the play
I am the baby of the family, it happens, so
- Everybody cares and wears the sheeps' clothes
While they chaperone
Curious, you looking down your nose at me, while you appease
- Courteous, to try and help - but let me set your
Mind at ease
(Chorus)
-Do I so worry you, you need to hurry to my side?
-It's very kind
But it's to no avail; I don't want the bail
I promise you, everything will be just fine
If there was a better way to go then it would find me
I can't help it, the road just rolls out behind me
Be kind to me, or treat me mean
I'll make the most of it, I'm an extraordinary machine
Thursday, October 01, 2009
Wednesday, September 23, 2009
Saturday, September 19, 2009
"It became apparent that the "modern" worldview, which explained the world in terms of 'states and failed states' and which was shared by both the US and the Soviet Union during the Cold War, no longer sufficed to explain what is truly going on in the world today and why. However, the objective truth of the modern world was not replaced by a new objective truth.
Now we are left with post-modernist "accounts," subjective opinions of self-appointed experts, because we often lack hard data about the nature or severity the problems we face. Policy makers and states now use the "precautionary principle," (thanks to the Bush administration) which presupposes that you don't have to wait for conclusive hard evidence to act against a perceived threat. The way "experts" frame the problems, or "questions" at hand, determines our response to these problems. The academic gave the example of HIV/AIDS. Is it a developmental problem or a security problem? The answer we give to this question will determine which actors will tackle it, what they will do to solve it, and what resources will be spent on it. We can think of many other examples. Take terrorism or climate change.
Although we often don't have hard evidence and easy answers, it is still important to try to understand the actors we are dealing with. For example, the West perceives China as a rising power, a competitive force so competitive precisely because it does not respect the rules. But it is difficult for Westerners to convince China that complying with international labor and environmental standards, reining in on corruption and crime, and refusing to deal with the likes of Hassan al-Bashir will be good for the Chinese in the long-term. China needs high economic growth in the short-term to maintain social peace." From my article, Leading Uneasy Lives, 17 January 2009."Also in 2001, Bent Flyvbjerg in his book Making Social Science Matter identified a way out of the Science Wars by arguing that (1) social science is phronesis, whereas natural science is episteme, in the classical Greek meaning of the terms; (2) phronesis is well suited for the reflexive analysis and discussion of values and interests, which any society needs to thrive, whereas episteme is good for the development of predictive theory, and; (3) a well-functioning society needs both phronesis and episteme in balance, and one cannot substitute for the other." From the Wikipedia entry, Science Wars.
"[Sociology is ] ... the science whose object is to interpret the meaning of social action and thereby give a causal explanation of the way in which the action proceeds and theeffects which it produces. By 'action' in this definition is meant the human behaviour when and to the extent that the agent or agents see it assubjectively meaningful ... the meaning to which we refer may be either (a) the meaning actually intended either by an individual agent on a particular historical occasion or by a number of agents on an approximate average in a given set of cases, or (b) the meaning attributed to the agent or agents, as types, in a pure type constructed in the abstract. In neither case is the 'meaning' to be thought of as somehow objectively 'correct' or 'true' by some metaphysical criterion. This is the difference between the empirical sciences of action, such as sociology and history, and any kind of prioridiscipline, such as jurisprudence, logic, ethics, or aesthetics whose aim is to extract from their subject-matter 'correct' or 'valid' meaning." – Max Weber The Nature of Social Action 1922, from the Wikipedia entryAntipositivism.
A few thoughts on social sciences
When I studied economics in university I considered subjects like sociology, anthropology, cultural studies, psychology and even politics "soft." They didn't give definite answers, there was little way of "falsifying" them. Because they couldn't be tested, it was hard to tell their value. But then I realized, as with many things, social reality isn't something that could be understood easily.
Once a senior colleague explained me the three ways of approaching social reality (please correct me if I'm missing something). Durkheim believed that the society was like an organism; interdependent actors and institutions performed different, but complementary functions in it. The characteristics and health of a society could be studied objectively. Marx argued that the power struggle between distinct groups gave rise to social action and conflict. Weber thought that there was no objective social reality, neither the meaning an outsider gives to an action nor the insider's intention in performing that action could be taken as its objective meaning.
We unconsciously draw from all three approaches while trying to make sense of social reality. However, I find Weber's insights particularly useful. The outsider should shed her preconceived opinions and try to understand the context, imagine. The insider should shed her interests in that particular context and try to judge her actions against more objective benchmarks.