Wednesday, December 30, 2009

annem yeni yıl mesajı olarak arkadaşlarına göndermiş bu şiiri, herkese "geniş zamanlar" dilemiş:

Sevgilerle

Sevgileri yarınlara bıraktınız

Çekingen, tutuk, saygılı.

Bütün yakınlarınız

Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi

Kalbinizi dolduran duygular

Kalbinizde kaldı

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde

Açan çiçekler vardı,

Gecelerde ve yalnız.

Vermeye az buldunuz

Yahut vakit olmadı


Behçet Necatigil

Saturday, December 19, 2009

Sınıflar ve kimlikler

Önce Efe Peker yazmıştı 11 Kasım'da Radikal 2'de: "Günümüzde geniş kitlelerin özellikle iktisadi yaşamları üzerinde söz sahibi olmasının engellenmesi koşuluyla demokrasinin konuşulagelmesi boşuna değil. Türkçeleştirerek söylersek: 'Yediğin etnik ve dini demokratik kimlikler senin olsun' der Zizek, 'bana biraz gördüğün kapitalist üretim ilişkilerinden bahset!'” 11 Aralık'ta Bursa'da bir maden ocağında 19 işçinin göçük altında kalarak hayatını kaybetmesinin ardından da, 15 Aralık'ta Yeni Şafak'ta Kürşat Bumin, 17 Aralık'ta Radikal'de Nuray Mert aynı konuda yazdılar. Sorun şu: Kimlikler ve kişisel özgürlükler üzerine bu kadar konuşuyoruz, ama sınıf eşitsizliği konusunu çoktandır kapatmışız. Bir doğa kanunu gibi kabullenmişiz.

AKP bir yandan demokratik açılım diyor, bir yandan işçilerin hoşnutsuzluklarını dile getirmelerine karşı çok tahammülsüz. Unutmamalıyız asla: AKP'nin bireysel özgürlüklerin savunucusu kesilmesi, onu sosyal demokrat yapmıyor. Sosyal hakları geliştirmeyip sadaka dağıtıyor, maden ocağında gerekli denetimleri yapmayıp ölenlerin yakınlarına para veriyorlar. Sonra da hükümet yanlısı gazeteler yazıyor, "devlet ölenlerin yakınlarına sahip çıktı!"

Kürt sorununun sadece "ekonomik eşitsizlik"ten kaynaklandığı ve bölgeye yapılacak yatırımlarla çözülebileceği, devlet ideolojisinin sürdürülebilmesi uğruna Kürt kimliğini görmezden gelenlerin, baskı altına alanların en büyük argümanı oldu yıllarca. Benim savunduğum, asla bu değil.

Merak ettiğim, kimlikler arasındaki ayrımcılığın ekonomik sebepleri ve sonuçları. Bu tartışılmadığı sürece, kimliklere özgürlük tartışmaları havada ve sembolik kalıyor. Örneğin ekonomik daralma dönemlerinde birden göçmenlere tahammülsüzlük başgösterir. Hoşgörüsüzlük, sınırlı ekonomik kaynak üzerinde hak iddia edenleri eleyebilmek için icat edilen bir bahanedir. Erkeklerin kadınların, eşcinsellerin ve göçmenlerin becerileri ve toplumda oynamaları gereken rol konusunda hala yapmaktan bıkmadıkları imaların ardında da aynı neden var.

Öte yandan, eğitimli ve orta sınıf göçmenlerin, kimlik farklılıklarını çok da sorun etmedikleri, içinde bulundukları topluma kolayca entegre olabildikleri söylenir. Ya da ancak topluma entegre olabilenlerin belli bir konuma gelebildiği. Yani bir grup, diğerine göre daha çok emek harcamak zorunda.

Ancak burada, göçmenler ve azınlıklar arasında ayrım yapmak gerek. Bu ayrım her zaman kolay olmayabilir, çünkü göçmenler zamanla azınlığa dönüşür. Ancak şunu biliyoruz, daha önce de yazdım: Kürtler'e göçmen muamelesi yapamayız. Kürt çocuklar Türkçe öğrenmek zorunda oldukları için daha ilkokulda yaşıtları Türkler'e kıyasla geri kalmaya başlıyorlar. Halbuki Kürtçe eğitim görüp, orta öğrenimden itibaren Türkçe'yi zorunlu ders olarak alsalar, herkes için daha adaletli bir çözüm olmaz mı?

Ekonomik adaletsizlikler kimliklerin marjinalleşmesine, kimlikler arası kutuplaşmanın ve karşılıklı tahammülsüzlüğün içinden çıkılmaz hale gelmesine neden oluyor. Tahammülsüzlük ve kimlikleri baskılama çabası, ekonomik adaletsizleri artırıyor. Bunlar konuşulmadan yapılan açılım ise sembolik olmaktan öteye gidemiyor.

Monday, December 14, 2009

küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün hatalarım
övünmem bu yüzden bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem
küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün saçmalamam
yenilmem bu yüzden bu yüzden kendime hala güvensizliğim

ne kadar az yol almışım ne kadar az
yolun başındaymışım meğer
elimde yalandan kocaman rengarenk geçici oyuncak zaferler

ne kadar az yol almışım ne kadar az
yolun başındaymışım meğer
elimde yalandan kocaman rengarenk geçici oyuncak zaferler

küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün korkularım
gururum bu yüzden bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım
küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden sonsuz endişem
savunmam bu yüzden bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem

ne kadar az yol almışım ne kadar az yolun başındaymışım meğer
elimde yalandan kocaman rengarenk geçici oyuncak zaferler
ne kadar az yol almışım ne kadar az yolun başındaymışım meğer
elimde yalandan kocaman rengarenk geçici oyuncak zaferler

küçüğüm daha çok küçüğüm


Sezen Aksu

Saturday, December 12, 2009

Yanlış dala tutunmak

Olaylarda, insanlarda ve fikirlerde anlam, doğruluk aramak, bilemediğimizi uydurmak, bir uydurduktan sonra da kafamızda kurduğumuz hikayeye uymayan her şeyi görmezden gelmek yalnız insana mahsus bir şey herhalde. Akıl da olanı olduğu gibi göreceği yerde, tüm enerjisini bir zamanlar yazdığı hikayeye inanmaya devam edebilmek, kendini hep haklı çıkarabilmek için harcıyor.

En akıllı insanların en olmayacak şeyleri nasıl söylemeye, yazmaya devam edebildiklerinin tek açıklaması bu olabilir. Gerçi bazen merak ediyorum, bu söylediklerinden not alacak, para kazanacak olsalar aynı aymazlığı sürdürebilirler miydi. Belki en olmayacak şeyleri söyleyenlerin başarılı, saygıdeğer hayatlarını devam ettirebilmelerini de böyle açıklamalı. İnsan kafasını sadece çalıştırması gerektiğinde çalıştırıyor çünkü.

İyi ki DTP kapatıldı! diyorlar. Bunlara sorsan herkesten vatansever. Peki şimdiye kadar bu kadar partinin kapatılmasının kime ne faydası olmuş acaba? Dünya yansın, yeter ki kafalarındaki fikir yaşasın. O küçümsedikleri gericilerin yaptığı cihaddan ne farkı var bunun? Onlar vatanı değil, kafalarındaki fikri, en çok da kendilerini seviyorlar.

Ben özgürüm, kimseye boyun eğmem, kimseyi dinlemem, istediğimi söyler, istediğimi yaparım diyorlar. Böyle mutlak bir özgürlük bedelsiz değildir. Etrafınızdakilerin tahammülünü, boyun eğmesini, korkmasını, susmasını, idare etmesini gerektirir. Birine ya onları ciddiye almamızı gerektirmeyecek bir uzaklıktaysak tahammül edebiliriz, ya onlardan bir medet umuyorsak, ya da onlara gerçek bir sevgiyle bağlıysak.

Sevgi demişken... Sevgi, arkadaşlık, muhabbet diye diye öyle çok şeyi görmezden geliyoruz, unutuyoruz ki. Her şey kutsallığını kaybetse, tüm dinlerin, ideolojilerin yalanlığı kanıtlanmış olsa, tek tutunacak dalımız sevgi, arkadaşlık, aile. Ama sevgi için kapı paspası olmanın da lüzumu yok. Amiyane ama doğru: Bazen yalnızlık, gerçekten sevginizi hak eden, sevgisini hak ettiğiniz insanlarla karşılaşana kadar ödemeniz gereken bedel, geçirdiğiniz süre. Kimse mutluluğun doğuştan gelen bir hak olduğunu söylemedi.

Bütün dallar kırıldığında neye tutunmalı? Adalet duygusu belki. İnsanın hayattaki her hareketinin, her sözünün uyması gereken tek kriter olmalı bence: Bu birinin hayatını kolaylaştıracak mı, güzelleştirecek mi? Tabii birinin hayatını kolaylaştırmanın, güzelleştirmenin ne demek olduğunu, insanın kendi değer yargıları belirler. Para kazanılan her iş değerlidir, birilerinin işine yarar denebilir. Herkes kendi hayatını kolaylaştırsın denebilir. İnsan birine iyilik yapacağım derken kötülük de edebilir. Ama benim aklımdaki soru bu.

En önemlisi ama, güçlü olmalı. Yanlış dallara tutunmak zorunda hissetmeyecek kadar güçlü.

Sunday, November 22, 2009

Düşünce özgürlüğü

Günün birinde bir kitap yazarsam, bir Pazar günü Brick Lane'de başlayacak. Kaldırımlarda incik boncuk, eski plaklar, kitaplar, ayakkabılar satılıyor. Funk müzik duyulacak tezgahlardan, ikinci el mağazalar sıkış tıkış, deri ve rutubet kokacak. Ara sokaklarda boyalı, temiz mağazalarda ufak objeler. Publar tıklım tıklım dolu, insanlar köpük tabaklardan köri yiyecek, dalgın yürüyüp konuşacaklar. Gözler gittikçe bulutlanacak. Güya hiç bir şeye pabuç bırakmayacaklar - ne küçük ödüller kandırabilecek onları, ne kimseyi dinlemek, bir kurala uymak zorunda hissedecekler. Annelerinden ne kadar farklılar. Ralph Lauren değil All Saints giyiyorlar. Ne iş yapıyor olurlarsa olsunlar konserleri, filmleri, kitapları takip ediyor, kendileri de bir şeyler yazıyorlar, bir grupta çalıyorlar. Ama şimdi sırası değil. Onlar şimdi tatildeler, düşünceden özgürler. Kendilerinden ne kadar da eminler.

Acaba sırf benim içimdeki boşluk mu bu, hepimizinki mi?

Halbuki biz oyuna gelmezdik, ayaklarımıza hiç bir şeyin dolaşmasına izin vermezdik. Her şeyden şüphe ederdik: Ne dine inanırdık, ne kadere, ne anne babalarımıza, ne aşka, ne bir şeyin değişebileceğine ya da değişmesi gerektiğine. Hem köksüzlükten şikayet eder, hem hiç bir yerde kalamazdık. Boyun eğmekle gelecek mutluluk bizden uzak olsun! O mutlak özgürlüğümüze halel getirecek bir şeyi istediğimizi sanmak en büyük korkumuz. Biz kimseye hizmet etmeyecektik, kimseye hükmetmeyecektik, kendimize karışılmasına nasıl tahammül edemiyorsak, kimseye de karışmayacaktık. Karışmayacaktık ama, kendi aramızda tabii dedikodularını yapacaktık. Hali vakti yerinde olanları açık açık küçümseyecek, çıkarcılıkla suçlayacak, "koşulları elvermediği" için aydınlanamayanlara acıyıp onları hoşgörecektik. Hoşgörmek, bir şeyler yapmak zorunluluğundan kurtaracaktı bizi. Biz onları anlayamazdık ki, değiştirmeye kalkalım!

Bir şeye boyun eğdiğimizde özgür olamadığımız gibi, ondan kaçtığımızda da olamıyoruz.

Bize bir bakan, şıp diye anlıyor ne olduğumuzu, nerelere gittiğimizi, ne okuduğumuzu, ne dinlediğimizi. Neleri sevdiğimizi anlatan bloglar bile kurulmuş hakkımızda, okuyunca bozuluyoruz. Çözmüşler bizi. Hani her şey rastgeleydi, hepimiz özgürdük, birbirimizden farklıydık? Hepimiz aynı şeyleri yapıyor, aynı şeyleri düşünüyoruz. Fikrimizi değiştirmek, iğneyi kendimize batırmak aklımızın ucundan geçmiyor.

Ne farkımız kaldı onlardan?

Saturday, November 07, 2009

Acılık (her zaman) yersiz değildir

Yıldırım Türker'in bugünkü muhteşem yazısı, körlük ve unutkanlığın verdiği iyimserlik, tatlılık ve uyuma karşı acı bir kahve gibi. Farkında olmamak bir yana, farkında olmak, itirafçı olmak da yetmiyor. Başka söze yer yok:

Cesaret ile sarhoşluk

Muhteşem J. M. Coetzee yazmıştı:
“Beckett, karşısında yegâne görevimizin -anlamsız ve beyhude olsa da- görev görevdir kendimize yalan söylememek olduğu, tesellisiz, onursuz, şefkat umudu sunmayan bir hayat algısına sahipti.”
İnzivanın mumuyla aydınlanan yazarlar, kendilerine akraba arar durur.
Coetzee de Beckett’le ilgilenirken kendi hayat algısını aşikâr ediyor elbette.
Beckett’in Batı düşüncesinin ardındaki metafizik varsayımları deşen ve Derrida’ya örnek olan felsefi konumlanmasının altını çizerken kendi kazıp durduğu kuyusunun adresini veriyor.
Coetzee’nin başyapıtı (diğer romanları gibi) ‘Utanç’daki hayat tasviri de teselli ve şefkat sunmayan, onursuz bir yerden başlar.
Rezalet, körlükle başlar, körlükle biter. Kendine yalan söyleyen, gerçeklikle yüzleşmeyi reddeden kahramanımızın utancıdır söz konusu olan.
İyimserlik üstüne bir hayat duruşu inşa etme derdindeyseniz, has edebiyat elinizden tutmayacak. Beckett’in iyimserlik kokan birkaç notunu da zehirleyen, korkunç bir kuşkuculuk, kapkara bir mizah değil midir?
Umuda sarılmanın imkânsız olduğu demlerde hakikati kucaklama merakı.
Hakikatin özgürleştirici olduğuna yönelik sofu bir inanç.
Brecht ile can yoldaşı Walter Benjamin’in birlikte geliştirmiş olduğu ‘asgari insaniyet programı’nı hatırlıyor insan. Brecht’in savsözü: “Eski iyi şeylerle değil, yeni kötü şeylerle işe başlamak yeğdir.” İyimserlik, dostluk kurmaya hazır olmaktır.
Faşizmin yükselişini yaşarken, karamsarlığın en derininden müthiş bir akıl, olağanüstü bir gelecek hissi yaratmışlardı birlikte.
Gelecek hissini yaratan, yeni bir dile çalışmaktır. Edebiyatçı suyun başında durur.
Şu berbat dünyanın üstüne kurulmuş olduğu yalanları görür, onların açtığı çatlakları gösterir.
Zamanın insanı nasıl yoğurduğunun kaydını çıkarır.
Bir tür kehanettir, has edebiyat eseri. Yaklaşan kıyameti insanların değişen ifadelerinden okur.
Beckett, Coetzee’ye kalırsa, umut değilse de en azından cesaretin anlamına yaklaşıyordu.
Cesaretin sarhoşluğu demek geliyor içimden.
İnsan olmanın insana sunduğu ilk duygunun utanç olduğu dünyada yeni bir dil nasıl kurulabilir?
Açlıktan ve bin bir çeşit zulümden kırılanların dünyasında bireye, hiçbir şey olmamış gibi, her şey doğal akışındaymış gibi davranmak, körlüğü yeniden üretmek kalıyor.
Gönüllü ya da gönülsüz körleşmişlere teselli yaratmak, onlara pratik varoluş ipuçları sağlamak değildir has edebiyatın kendini memur ettiği görev.
Görünenin ardında, adı konmamış olan tereddütlerin, tekinsiz sarsıntıların, dipten gelen uğultunun peşindedir.
Hakikatle zehirlenmiş, kendi sarhoşluğundan sarhoş edici bir dil çıkarmaya çalışan yazarın önerisi ne olabilir?
İnsana sarhoşluk halini hatırlatmak elbette. Hayatı sorgulayabileceği,
kendine en geniş ufku armağan edecek olan sarhoşluk halini.
Baudelaire’in ‘Paris Sıkıntısı’na karşı önerdiği sarhoşluk. ‘Sarhoş Olun’ adlı mensur şiir, Tahsin Yücel çevirisiyle şöyle:
“Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle? Şarapla, şiirle, ye de erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ‘saat kaç?’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: “Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Thursday, November 05, 2009

Düşünmek ve taraf olmak

Bildiğiniz gibi Taraf gazetesinin sloganı, "düşünmek taraf olmaktır." Bir kere taraf olduktan sonra düşünmeyi bırakmak ise, herhalde en yaygın ve sinsi düşünce hastalığı. Bu hastalık, insanın, taraf olduğu şeyin inandığı gibi olduğuna olan inancını sarsabilecek tüm emareleri görmezden gelmesiyle kendini belli eder. Her inanç gibi, bu inancın sürdürülebilmesi de, ancak algı körlüğü ile mümkündür. Böyle böyle gerçeğin ucunu kaçırır insan, hiç farkında olmadığı amaçlara hizmet eder.

Halbuki insan insanlara, hükümetlere, partilere, kurumlara ve ülkelere değil, gerçeğe ve değerlere taraftar olmalıdır, sadık kalmalıdır. İşi gerçeği görmek ve göstermek olan insanlarda bile, körü körüne taraftarlığın yol açtığı akıl sektesini gözlemlemek mümkün. Aydınlar, ilkesel olarak destekleyebilecekleri bir politikaya sırf uygulayıcısı yüzünden karşı çıkıyor, başkası yapsa haksız bulacakları bir şeye sırf sevdikleri yapıyor diye göz yumuyorlar. (Tabii burada taraftarlığın gönülden, üstünü örtmenin istemsiz olduğunu varsayıyoruz.)



Yanlış ellerdeki doğru davalar

AKP'nin Avrupa Birliği üyeliği için yaptığı ilk siyasal reformlardan bu yana, izlenen politikaların demokratikleşmeye mi, yoksa bir iktidar mücadelesine mi hizmet ettiği sorgulanıyor. Aradan geçen yıllar boyunca, AKP politikalarının arkasındaki itici gücün bireysel özgürlüklere, sosyal adalete, hukukun üstünlüğüne duyulan ilkesel bağlılık değil, biraz iman gücü, biraz intikam arzusu, biraz da iktidar hırsı olduğu anlaşıldı.

Bu durumda, başlangıçta (ya da belki şimdiye dek) AKP'yi desteklemiş liberal demokratların yapması gereken şey, AKP'nin hatalarını kabul edip, gerçekten bu değerleri içine sindirmiş bir alternatifin önünü açmak, belki de bu alternatifi yaratmak olmalıdır. Böyle bir alternatif, amaçlarını gerçekleştirebilecek gücü Türkiye'de kazanabilir mi, tabii orası belirsiz. Ancak bu denenmediği sürece, doğru davalar yanlış ellerde oyuncak olmaya devam edecek. Liberal demokratlar "düşmanımın düşmanı dostumdur" politikasını kendilerine daha ne kadar yakıştırabilirler?

Liberal demokratlar, bir eylemin arkasındaki itici gücün, o eylemin yönünü ve kapsamını belirlediğini unutmamalılar. Derin devlet tarafından işlenmiş suçların açığa çıkarılıp, sorumluların cezalandırılması gereği ve Ergenekon soruşturmasının derin devlete ilk ciddi "dokunma" denemesi sayılması, soruşturmanın hükümet karşıtlarını sindirme politikasına dönüştürülmesini haklı çıkarmaz. Aynı şekilde, hükümetin Kürt açılımını son yedi yılda değil de şimdi ortaya atmasının sebebinin, bireysel özgürlüklere ve sosyal adalete olan içten bağlılık değil, biraz Güneydoğu'da oy kazanma isteği, biraz da Amerika Birleşik Devletleri'nin bu yöndeki telkini olması, açılımın beklentileri karşılamamasına, Türk ve Kürt milliyetçilerin engelleme çabalarına kurban gitmesine neden olabilir.


Dış politikada "eksen kayması"

Tabii aynı düşünce sığlığıyla "öbür taraf"ta da karşılaşmak mümkün. Bunun en yeni örneği, Türkiye'nin İsrail'e soğuk ve sert tavrının ve buna karşılık İran, Suriye ve Körfez ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkilerin, ülkenin batı ekseninden ayrılıp, şeriat eksenine girmesi anlamına geldiği düşüncesi.

Bu argümana son zamanlarda İsrail ve Amerikan medyasında, düşünce kuruluşlarının raporlarında sık sık rastlıyoruz. Bu ülkelerin bize çıkarları doğrultusunda bakmaları, bu analizleri de evrensel doğrularmış gibi saygın gazetelerinde ve raporlarında yayınlamaları doğal olabilir. Ancak bizim dış politikamızı mensup olduğumuz ideolojik kampa göre değil, kendi çıkarlarımıza, ilke ve değerlerimize göre değerlendirmemiz gerekir. Ortak liberal, demokrat değerlere sahip olduklarını iddia eden 'batı ekseni' mensuplarının, dış politikada çoğu zaman bu değerlere göre hareket etmediklerini unutmamalıyız.



Kullanılmakla eskimeyecek yegane şey, herhalde akıldır. Farketmeyi, düşünmeyi ve kendi inançlarımızı, taraftarlığımızı ve sadakatimizi sorgulamayı bir an bile bırakmamamız gerek.

Tuesday, October 27, 2009

Poison

I once wrote that we have a well of affection inside us that needs to be channelled. If noone takes it, we start feeding cats. But that was incomplete. We also have a well of hostility. Our inconsistencies are borne out of the co-existence of these emotions. And we can feel both affection and hostility towards the same person. Before I thought if someone treated me mean, it canceled out all their kindness up to that point. If they were able to treat me mean, all their good deeds lacked truth, genuinity. I thought they hated me all along, and they were just good at hiding their real feelings towards me. I was so stupid for not having seen it earlier.

Meanwhile, I felt so guilty if I felt something I shouldn’t have felt towards someone. I questioned the purity of my motives constantly: Am I being helpful and nice for the sake of being helpful and nice, for the sake of this person, or my own sake? Am I writing this to show off my liberal, inquisitive, reflective mind, or am I writing it to get my point across? Is my need to help someone or write something genuine, or is it merely a manifestation of my need for self-gratification?

Now I think differently. Kindness and hostility can both be genuine. When we help someone, it can be part kindness and part self-gratification. Admiration and envy mixes together. Mothers can feel hostile to their children from time to time, children can contempt their parents. We have all kinds of heresies within us, they just wait to rise to the surface like the bubbles in a boiling kettle. Sometimes our hostility towards someone runs through words and glances like a colored liquid passing through tiny veins. They seem random and innocent, but they are not. They are poisoned. Those words taste bitter, they look green.

Sometimes the guilt we feel about our impure motivations, our insecurities distort our perception, blur our judgment. At times like those it is we who poison others' words and actions, not they. It's our conscience speaking, not them. We poison ourselves with imagined insults.

But with intelligence and maturity, we can learn to keep the lid on our emotions. It means that we care enough about someone to protect them from our own hostility. It means that we know someone well enough to trust their kindness towards us. Mothers care enough about their children, children care enough about their parents. Friends care enough about each other. I no longer accuse people just because they feel hostile towards me, but I accuse them because they didn’t try hard enough to contain it. I no longer feel guilty for my impure emotions and motives, but I feel guilty (and stupid) when I let them seep through my words, deeds and perception.

Finally, we can choose to be someone better. There is nothing wrong with liking the idea of being an open-minded, liberal person, and acting like one. There’s nothing wrong with liking the idea of being a couragous person, there is nothing bad with liking the idea of being a nice person. There is nothing wrong with performing these qualities consciously and actively. Unless, of course, we are delusional about who we are, and we should be attentive to this possibility.

After all, even the fact that we like the idea of being a helpful person, as opposed to the idea of being a selfish person, shows something about the kind of person we are.

ps. I told you I’m an extraordinary machine.

Sunday, October 25, 2009

Kürt sorunu

Kürt sorunu ile ilgili son tartışmalar alevleneli beri net bir fikir oluşturamadım kafamda. Sorunu iyileştirmesi beklenen çözüm paketinin içeriği henüz tam olarak belli değil, ancak bu da sessiz kalmak, bu konuda düşünmeyi ertelemek için bahane olamaz. Sorunun varlığını ve ne olduğunu bilen, sorunun ortadan kalkmasının ne anlama geldiğini de bilir. Seslendirilen (ve seslendirilemeyen) seçeneklere ani ve duygusal tepkiler vermektense, soğukkanlı bir şekilde sorunun nereden kaynaklandığına ve varılması gereken noktanın ne olduğuna karar vermek, bu kararı verdikten sonra da çözüm için atılması gereken adımları kararlılıkla atmak gerek.

Türkiye'deki Kürtlerin, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürtlerin derdi nedir? Adaletsizlik duygusu ve kızgınlık, insanın kendi hayatını kontrol edemediğini, yönlendiremediğini farketmesinden doğar. Ömer Laçiner, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin psikolojik nedenlerini, Birikim Dergisi'nin son sayısında çok güzel analiz ediyor. Milliyetçilik ve ayrımcılık, insanın "doğası"na, en temel ve hayvani duygularına hitap ediyor. Ancak dış siyasette ve olimpiyatlarda kullanılabilecek semboller, iç siyasetin bir aracı haline geldiğinde toplumu zehirlemeye başlıyor. Bir ülkede bir grubun bir diğerine göre (ve karşı) hissettiği üstünlük duygusu, kendi başına verdiği tatminin yanında, sosyal, siyasi ve ekonomik güce daha kolay ulaşmanın yolu. Üstünlük, imtiyazı haklı çıkarıyor. İşte bu yüzden Kürtlerin verdiği tepki hem Türk milliyetçiliğine, hem ekonomik adaletsizliğe karşı; hem Kürt milliyetçisi, hem solcu düşüncelerden besleniyor.

Çoğunlukta olmak bizlere imtiyaz sağlamıyor, Kürtlere göçmen muamelesi yapamayız. "Kendi iyilikleri" için asimile olmalarını bekleyemeyiz. Sorunun kaynağı üstünlük duygusu ise, çözümü bu duygunun yok edilmesinde. İşte bu yüzden sorunu sadece ekonomik ve askeri yollardan çözmeye çalışmak, kanseri tedavi için aspirin kullanmakla eş değer oldu. Bu yüzden kültürel hakların iadesi, üstünlük duygusunu çağrıştıran, bir grubu diğerine, bir bireyi diğerine karşı "gaza getiren" her türlü sembolün yok edilmesi bu kadar önemli. Ancak bunu kabul edersek her birey için fırsat eşitliği sağlanabilir. Bu zaman alacak, ancak aklımızdan bir an bile çıkarmamamız gereken hedef bu olmalı ki, sorunu çözebilelim.

Şimdi sorunun çözümünde "muhatab"ın kim olması gerektiği, teröristlerin "affı"nın tahayyül edilip edilemeyeceği konuşuluyor. Terör örgütüyle müzakere etme, Türk askerlerini, öğretmenlerini, doktorlarını öldürmüş insanları "affetme" fikri, bende de içgüdüsel bir tepkiye yol açıyor. Şimdiye kadar verilen kayıplar boşu boşuna mıydı? Hepimizin içinde, "bizim için", bizim imtiyazlarımızı, üstünlük duygumuzu koruyabilmek için ölmüş askerlere karşı bir suçluluk duygusu var. Halbuki soğukkanlılıkla düşündüğümüzde göreceğiz ki, suç aslında ne ölende, ne öldürendedir. Suç, ölene de, öldürene de bu emri verendedir. Suç, yıllardır milliyetçiliğe karşı durmak, insanları şiddete yönelten adaletsizliklerle yüzleşmek yerine, akıntıya kapılıp gitmeyi seçen, süre giden savaştan kendisine güç deren Türk ve Kürt liderlerdedir. Aslında yıllardır bunun ayırdına varmadığımız için, belki biraz hepimizdedir. Savaş, ona neden olan milliyetçilik duygularını daha da körükledi, sorunu iyice içinden çıkılmaz hale getirdi. Ayça Şen'in çok güzel dediği gibi, bir yerden başlamak, bir yerde durmak gerek.

Bazen bir sorunun gerçek nedenini görmek, gerçekçilik insanda çaresizlik yaratıyor. Bu kadar temel, hayvani milliyetçilik duygusuyla, onu yıllardır besleyen, yılların acısıyla beslenen savaşla nasıl başa çıkılabilir ki? Gerçekçilik, bazen hareketsizliğin, korkaklığın bahanesidir. "Tamam sorun çözülsün ama nasıl çözülecek?" deyip çaresizliğe kapılmak, sus pus oturmak korkaklıktır. Bu sorun kafalarda çözülecek. Hakkımız olmayan imtiyazlardan vazgeçebilecek kadar vicdanlı ve dürüst olabildiğimizde. O yüzden yüksek sesle konuşmak, insanları iknaya çalışmak, misyonerlik yapmak gerek.

Saturday, October 10, 2009

From a "global market" to a "global society" - 2

This article is the edited version of my long response to Nihan's From a "Global Market" to a "Global Society".

Constructivism argues that actors' understanding of the pay-offs may change without an actual shift in material interests. In crisis situations actors may be open to new ideas, as they realize that what they have always believed in does not work. A crisis provides the "policy window" for a charismatic actor ("an institutional entrepreneur") to come up with new ideas and persuade the other actors. As they interact and negotiate ("social learning" within the existing institutional framework,) actors change their minds about the pay-offs associated with each option.

A change in values could be what is meant by a change in pay-offs. The important point is having greater awareness about the non-immediate consequances of our actions. Once we are aware, we feel more responsible. Realizing the far-away consequences of our individual actions, inactions and transactions is key to an evolution from a “global market” to a “global society”. There are people who can no longer bring themselves to drive SUVs, or throw a glass bottle away without recycling it, because they are not able to act despite their knowledge. People should think about security and development issues in the same way, as well as the cross-border regulations and supervision of financial markets. Western societies are no longer isolated from the poverty and violence in "remote" corners of the world. Injustice breeds insecurity. Not only politicians, but “thought leaders” from all fields have a duty to tell these hard truths without commercializing or sensationalizing the subject.

It is time for leaders to evaluate their assumptions about their constituents. Are we knights, or are we knaves? Knaves are self-interested, they serve others only when that will serve their own material interests. Knights, on the other hand, put the interests of those they serve above their own. They serve others even when they gain no material reward, or they actually face a cost doing so (Le Grand, 2003).

The resulting organizational structure will be reinforcing the assumptions that gave rise to it. When a leader thinks that his constituents are knaves, he mistrusts them and treats them like naughty children. He tries to keep information hidden because he is afraid that he will be punished for telling the truth. He establishes a structure that is based on close monitoring, strong incentives and harsh penalties, even if they are not always enforced. The constituents will perceive this system as a controlling form of external intervention, which leaves no room for intrinsic motivation, inquiry and innovation.

What if we are more knights than knaves?

The questions that need to be asked to bring about the transition from a "global market" to a "global society" can be very exciting and inspiring. They give people’s lives a meaning beyond day-to-day survival characterised by tedious office jobs, family lives and consumerism. They give each person a stake in improving the humanity’s well-being, bringing about change. This is what today’s left-wing politics should embrace. People would be far more receptive to this than we (and politicians) think. Only one leader fully grasps this: Obama.

Tuesday, October 06, 2009

This morning

this morning it was drizzling
and my oyster didn't work
had to cross through the underpass
the tube was packed
and it was slow
I was pressed against the door
all I could do was look around
and I didn't see any point at all
in everything we were doing
but I didn't give up, in my head
I searched for something
there was only one thing:
making people's lives easier.
that was the only thing.

Saturday, October 03, 2009

Extraordinary machine

I certainly haven't been shopping for any new shoes
-And-
I certainly haven't been spreading myself around
I still only travel by foot and by foot, it's a slow climb,
But I'm good at being uncomfortable, so
I can't stop changing all the time

I notice that my opponent is always on the go
-And-
Won't go slow, so's not to focus, and I notice
He'll hitch a ride with any guide, as long as
They go fast from whence he came
- But he's no good at being uncomfortable, so
He can't stop staying exactly the same

If there was a better way to go then it would find me
I can't help it, the road just rolls out behind me
Be kind to me, or treat me mean
I'll make the most of it, I'm an extraordinary machine

I seem to you to seek a new disaster every day
You deem me due to clean my view and be at peace and lay
I mean to prove I mean to move in my own way, and say,
I've been getting along for long before you came into the play

I am the baby of the family, it happens, so
- Everybody cares and wears the sheeps' clothes
While they chaperone
Curious, you looking down your nose at me, while you appease
- Courteous, to try and help - but let me set your
Mind at ease

(Chorus)

-Do I so worry you, you need to hurry to my side?
-It's very kind
But it's to no avail; I don't want the bail
I promise you, everything will be just fine

If there was a better way to go then it would find me
I can't help it, the road just rolls out behind me
Be kind to me, or treat me mean
I'll make the most of it, I'm an extraordinary machine

Fiona Apple

I haven't been so excited about discovering someone's words and music, and particularly words, since Leonard Cohen. "Discovery" makes it sound like a chance encounter, you know universe sends something along, that kind of thing. I'm not sure that's the case, I think it's more the case of opening yourself to something once you get to a point where you can understand it. It's like pregnant women seeing the other pregnant women on the street. (She's a fellow Virgo, if that explains anything!)

I listened to several interviews with her, and she said that most songs are like pep talks with herself, usually she's not as strong as she claims to be in a song until a few months after it's written. And Extraordinary Machine is like a letter to those who care about her, to make sure they listen to her when she tells them that they don't need to be concerned. She shelved the first version of the album because the songs didn't feel right. When Sony didn't give her full support to rework the songs, she stopped working with them until they withdrew their conditions. (In the meantime the first versions of the songs got leaked to the Internet and more trouble ensued, fans organized campaigns for the album's official release.) The album was released in 2005, two years after the initial date of release, but she was happy with it.

I'd whole-heartedly recommend you get to know her.
Metal bars

When I was a student and when I was given an assignment, first I would diligently read what the "authorities" had to say, and then I would mix and match their arguments like reporting on a panel discussion. Sometimes I would write a sentence or two explaining why I particularly like one view, why it seems more plausible, but usually I would just let them do the talking. Because they knew, and I didn't. I was there to learn.

Then Nong said that she would first put all her ideas about the topic on paper, and then start on the reading. This seemed like a refreshing idea to me, this giving your "consciousness" a chance before it is constrained by everything that was thought and said by the wise men and women before you. I remembered the conversation with my professor while I was trying to pick a question for my dissertation. When I told her that I wanted to write it on something I didn't know about, because I wanted to learn, she said the purpose of writing a dissertation is not to learn. It is to contribute.

But then, as Vidi pointed out, when one has opinions about a subject, their attention will be drawn to the supporting views, even if they don't actively seek it. (Am I still doing the same thing, just reporting on what people said instead of stating my own views?! Well I honestly don't have a view on this one.) When we recognize an idea that confirms our own views about a subject, it's like a shining gem in the middle of all the "irrelevant" clutter. It jumps at us from the page and we do a little self-congratulatory dance in our heads. When I wrote for the school paper, I would always find the right quote to prove the point I'm trying to make. When journalists call my colleagues to ask for their "expert views", they are often not trying to learn, but they are trying to make a point without making it themselves.

How to free our minds from others' words, how to free others' words from our minds?

How to free our minds from our minds?
Isolated actions and usual suspects

Since Polish/French director Roman Polanski got arrested, I am trying to come up with a consistent way to think about this: I'm trying to put his actions in different compartments, so that his raping a young girl has no bearing on his films, and his films have no bearing on his crime. But while the latter seems so obvious to me, his crime will always hang over like a shadow over his films. I feel the same about two Turkish columnists, Deniz Gökçe and Sevan Nişanyan, who have degraded their wives in much-publicized cases of domestic violence. It's not even like what they think and write is genius, for the record, they always have that bad-ass attitude whenever they write or say something. But even if they said something bright, I don't know if I could open my mind wide enough to let it in.

It is easier to disentangle things when I think of the Doğan Group. At first my view of them as victims in their spat with the government was tinged with the knowledge that all these years, they used their newspapers to secure favors. This is karmic justice, their bomb exploded in their hands. They never said anything to fix what was wrong when things were going their way, did they? But then I realized that this in no way frees the government of the responsibility to fix things, replace this power game with the rule of law, where journalists do their jobs and bureaucrats do, too. Judges will (hopefully) not allow their judgement in one case to blur their understanding of another one.

But when looking at an art work or reading the wise words of someone who claims to be an authority in economics or linguistics, I am the judge. And I can't prevent my knowledge about the person from standing in the way of my full understanding. I can't put my trust in them enough to lend my eyes and ears to them. It may be simplistic to say only good people produce good work, but I can safely say that I only really listen to good people. Because really listening to someone or really looking at what they show you requires to let them guide you for a while.

That said, over the past few years I have come to realize and accept that good people may be inconsistent, inconsistency is sometimes nothing but the passage of time and people can change their minds and break their promises, people may be good despite their mistakes. It is not always wise to throw something or someone overboard just because they disappointed me once or twice. But it's also not wise to forgive anything and everything. Our actions do point at something about us, sometimes to fundamental personality defects. Moments of weakness are not always moments, they are not completely arbitrary or unintended.

Thursday, October 01, 2009

Delivered

A little less than a year ago, I wrote this. Since then a lot of things happened, inconsequential in some ways but very consequential in others, some only in my head. Today I realized that I did get delivered - to my own doorstep. Now I'm looking at the package through noone else's eyes, but my own, and I'm liking it. (And I'm not saying this just to impress you with my newly-found maturity and independence and confidence or whatever. OK, maybe a little, but it's not just that... The only way you or I could be impressed is if we believe that it's not just empty words, it's not just to impress. We'll see. And I know these things don't have to make sense.)

Anyhow, the package does have a lot of flaws, what must be corrected and fixed will be, but overall it's good value. I'm finally happy with it.

Wednesday, September 23, 2009

Positive disintegration

I just discovered this today, please read:

Saturday, September 19, 2009

"It became apparent that the "modern" worldview, which explained the world in terms of 'states and failed states' and which was shared by both the US and the Soviet Union during the Cold War, no longer sufficed to explain what is truly going on in the world today and why. However, the objective truth of the modern world was not replaced by a new objective truth.

Now we are left with post-modernist "accounts," subjective opinions of self-appointed experts, because we often lack hard data about the nature or severity the problems we face. Policy makers and states now use the "precautionary principle," (thanks to the Bush administration) which presupposes that you don't have to wait for conclusive hard evidence to act against a perceived threat. The way "experts" frame the problems, or "questions" at hand, determines our response to these problems. The academic gave the example of HIV/AIDS. Is it a developmental problem or a security problem? The answer we give to this question will determine which actors will tackle it, what they will do to solve it, and what resources will be spent on it. We can think of many other examples. Take terrorism or climate change.

Although we often don't have hard evidence and easy answers, it is still important to try to understand the actors we are dealing with. For example, the West perceives China as a rising power, a competitive force so competitive precisely because it does not respect the rules. But it is difficult for Westerners to convince China that complying with international labor and environmental standards, reining in on corruption and crime, and refusing to deal with the likes of Hassan al-Bashir will be good for the Chinese in the long-term. China needs high economic growth in the short-term to maintain social peace." From my article,
Leading Uneasy Lives, 17 January 2009.

"Also in 2001, Bent Flyvbjerg in his book Making Social Science Matter identified a way out of the Science Wars by arguing that (1) social science is phronesis, whereas natural science is episteme, in the classical Greek meaning of the terms; (2) phronesis is well suited for the reflexive analysis and discussion of values and interests, which any society needs to thrive, whereas episteme is good for the development of predictive theory, and; (3) a well-functioning society needs both phronesis and episteme in balance, and one cannot substitute for the other." From the Wikipedia entry, Science Wars.

"[Sociology is ] ... the science whose object is to interpret the meaning of social action and thereby give a causal explanation of the way in which the action proceeds and theeffects which it produces. By 'action' in this definition is meant the human behaviour when and to the extent that the agent or agents see it assubjectively meaningful ... the meaning to which we refer may be either (a) the meaning actually intended either by an individual agent on a particular historical occasion or by a number of agents on an approximate average in a given set of cases, or (b) the meaning attributed to the agent or agents, as types, in a pure type constructed in the abstract. In neither case is the 'meaning' to be thought of as somehow objectively 'correct' or 'true' by some metaphysical criterion. This is the difference between the empirical sciences of action, such as sociology and history, and any kind of prioridiscipline, such as jurisprudence, logic, ethics, or aesthetics whose aim is to extract from their subject-matter 'correct' or 'valid' meaning." Max Weber The Nature of Social Action 1922, from the Wikipedia entryAntipositivism.


A few thoughts on social sciences

When I studied economics in university I considered subjects like sociology, anthropology, cultural studies, psychology and even politics "soft." They didn't give definite answers, there was little way of "falsifying" them. Because they couldn't be tested, it was hard to tell their value. But then I realized, as with many things, social reality isn't something that could be understood easily.

Once a senior colleague explained me the three ways of approaching social reality (please correct me if I'm missing something). Durkheim believed that the society was like an organism; interdependent actors and institutions performed different, but complementary functions in it. The characteristics and health of a society could be studied objectively. Marx argued that the power struggle between distinct groups gave rise to social action and conflict. Weber thought that there was no objective social reality, neither the meaning an outsider gives to an action nor the insider's intention in performing that action could be taken as its objective meaning.

We unconsciously draw from all three approaches while trying to make sense of social reality. However, I find Weber's insights particularly useful. The outsider should shed her preconceived opinions and try to understand the context, imagine. The insider should shed her interests in that particular context and try to judge her actions against more objective benchmarks.

Limits of perception

I wrote before (here and here and here) that doing things that allow you to lose and forget yourself are the ones that make you happy. You don't think about yourself, what other people think of you, running out of time, what you will gain or lose, the before or the after. This is cliché, I know. But you are consumed in whatever you are doing, you are lost in the moment. You are not in control. You don't know where it's taking you, but you are willing to go.

(It is like reading a long book. A long book wouldn't be intimidating if you didn't think about how you will get to the end. A long journey away from home wouldn't scare you if you didn't count the days. Work would not be frustrating if you did not set your eyes to a vacation or promotion. Let go.)

Imagine you lived life like that. You didn't typecast yourself, your appearance, you didn't think about what others think of you, you didn't think about the past or the future. All these things wouldn't constrain your consciousness like metal bars. That way, you would become aware of so much more. You would constantly discover new truths, more pieces of the truth, the kinds I described in my post about truth and value in literature.

We could even discover original truths, truths noone else ever discovered before. Because we are not shy of being ourselves, looking at the world through noone else's eyes but our own.

We fear these discoveries, because they involve a "rewiring of our inner circuit," as Zadie Smith wrote in her essay about writing. Instead we prefer to hold on to our convictions of what is right and what is wrong and what is beautiful and what is plausible. We measure everything against the benchmarks in our head. When we look around, we only want to see confirmations to our beliefs. Our beliefs are like bubbles, they take up so much space. But we are afraid of bursting them, because we don't know how to fill the void of their absence. How much of the truth can you see looking through a bubble?

I went to BBC Proms with a friend the other night, and she told me that children are much more receptive of modern compositions than adults. Then yesterday, a colleague of mine who used to teach languages said that children can start speaking a new language much more easily. "College kids understand what you are talking about, but kids start speaking much more quickly," she said. That was probably because college kids were thinking too much.

We often fear forgetting what we have learned during our twenty years of education. But the point of our education was not the knowledge per se. That time and money was spent to train our brains to work better. We shouldn't be afraid to use it.
How can Babacan mend a broken heart?

As I was listening to Ali Babacan (our economy minister) on NTV Radio in the office, I almost liked him. I liked it when he said "they tell us to spend more money, to drive our debt/GDP ratio to 80%... we should also look at the maturities, the structure of the debt. Each country should find her own 'right' policy." He admitted that an agreement with the IMF would leave more room for private sector borrowing. He said that the skill sets of job seekers do not match what the employers are looking for. He observed cutting taxes isn't enough to ensure compliance. When given the opportunity to accuse the banks, he didn't take it: "The profits of the banks are increasing because the value of the government securities are increasing. Of course banks are being more selective now, but we also know that they are extending large loans to healthy companies - naturally only unsuccessful applicants speak up and complain."

My infatuation with him lasted until I saw his lecture at the LSE. I didn't mind so much that he arrived an hour late, but I am a bit impatient with bullshit nowadays. If there was still time for questions by the time I built up my courage to ask them, I would ask the following:

First of all, I would ask him, why didn't his government get on with the structural reforms when the global economy was booming and money was pouring into the country? Now he is talking of tackling the informal economy and investing in the education and training programs to improve the skills of the workforce. These problems are not new, they were always there, but the shower of foreign money allowed his government to look over them.

When asked about the persistent tax charges to Doğan Group, he said no sector should be immune to tax investigations. This is a clever way of turning the call for "freedom of media" on its head, but I hope nobody in the audience was naive enough to buy it (except maybe for that one guy who "applauded" our democratic and economic advances under the AKP). Then he proceeded to explain how Doğan could go to court or negotiate with the Finance Ministry, and in fact, 85% of the companies who went to court to dispute their tax penalties won the cases. Hımm, maybe that is a sign that the investigators of the Revenue Administration, the one the government is so afraid of making independent, are not doing their job properly? Way to encourage companies to repent and move into the formal sector.

But Babacan dealt the fatal blow when he started talking about democracy and judicial reform. In moments like this I emphatize with those activists who lose it and start screaming at the speaker. (Sometimes sanity seems like a privilege only to the ignorant and the naive.) How noble and enlightened of him to acknowledge our shortcomings so openly. Yes, we have a government so enlightened and open minded to recognize the mistakes of the past.

Only if they understood the spirit of democracy and justice.

Tuesday, September 08, 2009

Truth and value in literature

My friend forwarded me a video, an interview with thinker Jacques Derrida about the fear of writing. The video was comforting, as I found justification for my own fears in Derrida's words. I feel quite vulnerable when I write and publish something here, because it makes me open to scrutiny, judgement. The value of my thoughts and feelings will come out in the open. But I already decided that not standing your ground for fear of rocking the boat is not very respectable.

The reason I go ahead and publish my stuff here is neither this principle, nor a disregard for others' views. It is rather the strong emotion a "good" idea creates or a desperate need to overcome my confusion over something. My favorite posts were written under the influence of a powerful idea or feeling, or they culminated in it. A discovery gives rise to this emotion - gaining a deeper, vaster understanding of something. My discovery may be obvious to everyone but me, but it is new and dear to me. If I can come up with something that rings new and true to others, then I could call myself talented and my work valuable.

(Precisely because I love this feeling, I am also scared by it. I am scared of being possessed by a bad idea, convincing myself that it's good simply because I like the ecstasy of conviction.)

I am possessed by a new idea now: Over the past few days I have been thinking about truth and value in literature. I have written before that the idea of value in art or science is closely associated with the belief in the existence of a truth. The quicker and closer you get to a truth, any truth, the truth of a place, a time, a feeling, a dilemma, an encounter, a relationship, a situation, a conversation- the more valuable your work is. In this quest for discovering and portraying the truth, I don't think a literary piece is any different than an academic article. I like it if it can show me something new and meaningful. The ecstasy of reading a good novel or story would only be second to writing it (I have never written fiction, so I can only guess). It is like the first derivative of the enlightenment I described, only shadowed by a hint of envy.

A piece of fiction is obviously not an opinion piece, academic article or lecture. This is simply because of its subject matter. A good fiction writer does not try to reach conclusions, he simply presents the many facets of human relationships and dilemmas. This is the truth of our lives: there is no absolute truth. I can't imagine anything more off-putting than a self-righteous "moral of the story" in a work of fiction. A writer should respect his readers enough to let them think and decide for themselves.

I also believe in the limits of prose. Words are like rays of light flowing from our reason, hence I find it redundant to try to use them to break into the opaque world of emotion. The result would be melodramatic. Emotions are to be felt, not read about or understood. Poetry, music and cinema can evoke emotions, but prose can only point at them and rely on the readers' memory and imagination.

A reader puts his trust and faith in a writer when he starts reading them. He is after that second-hand joy of discovery, understanding. If the writer hides the meaning under too many cushions, he robs an open-minded reader of this reward.

Many readers, including myself, are too ready to underestimate their knowledge and abilities when faced with complicated prose. We are used to not understanding and find this quite normal. Sometimes we may really be ill-equipped to understand something. We may understand at another time, or we may never understand. But opaque language should not stand in the way of meaning. I started to detest being told that something is too sophisticated to be told in simple terms. I am not convinced of the value of a work of art unless I see it for myself.

As I said, I feel vulnerable when I share my thoughts, but even more than that, I fear false enlightenment. (Besides, it was me who wrote this, too.) I would appreciate comments very much.

Monday, August 24, 2009

"It was true that a person of great faith could with impunity have acted boldly: It was only that Michael was not that person. What he failed to do was accurately to estimate his own resources, his own spiritual level: and it was indeed from his later reflections on this matter that he had, with a certain bitterness, drawn the text for his sermon. One must perform the lower act which one can manage and sustain: not the higher act which one bungles." Iris Murdoch, the Bell, page 207.

"'We are both boulder-pushers.' This is his phrase for what he sees as his own failure. His fight to get out of his poor background, to win scholarships, to get the highest medical degrees, came out of an ambition to be a creative scientist. But he knows now he will never be this original scientist. And this defect has been partly caused by what is best in him, his abiding, tireless compassion for the poor, the ignorant, the sick. He has always, at a point when he should have chosen the library or the laboratory, chosen the weak instead. He will never now be a discoverer or a blazer of new paths. He has become a man who fights a middle-class, reactionary medical superintendent who wants to keep his wards locked and his patients in straitjackets. 'You and I, Ella, we are the failures. We spend our lives fighting to get people very slightly more stupid than ourselves to accept the truths that the great men have always known. They have known for thousands of years that a poor man who is frightened of his landlord and of the police is a slave. They have known it. We know it. But do the great enlightened mass of the British people know it? No. It is our task, Ella, yours and mine, to tell them. Because the great men are too great to be bothered. They are already discovering how to colonize Venus and to irrigate the moon. That is what is important for our time. You and I are the boulder-pushers. All our lives, you and I, we'll put all our energies, all our talents, into pushing a great boulder up a mountain. The boulder is the truth that the great men know by instinct, and the mountain is the stupidity of mankind.'" Doris Lessing, the Golden Notebook, page 195-196.

"What is terrible is that after every one of the phases of my life is finished, I am left with no more than some banal commonplace that everyone knows: in this case, that women's emotions are all still fitted for a kind of society that no longer exists. My deep emotions, my real ones, are to do with my relationship with a man. One man. But I don't live that kind of life, and I know few women who do. So what I feel is irrelevant and silly... I am always coming to the conclusion that my real emotions are foolish, I am always having, as it were, to cancel myself out. I ought to be like a man, caring more for my work than for people; I ought to put my work first, and take men as they come, or find an ordinary comfortable man for bread and butter reasons - but I won't do it, I can't be like that..." Doris Lessing, the Golden Notebook, page 283.

Ideas and actions

My friends were over for dinner and we were discussing whether we have a moral duty to help others, others who are less fortunate than ourselves. One of them suggested that big principles won't translate into action. Actions spring not from ideas or opinions but somewhere else, from a well of emotion. It may be years before grand theories spark up emotions. Everybody likes the idea of performing noble acts. How many of us are actually pushing the boulder?

That is why religions manipulated fear and guilt to motivate people into doing the "right thing". That's how magnificent churches were built. Aren't most of our actions (and inactions) still driven by fear and guilt? Maybe that is why it is so difficult to create a secular morality, it is so difficult to get people to feel and do anything. They tell us people are suffering, women are being trafficked, climate change will bring disaster if we don't care - they sound like a false alarm, we just look at them and wonder what's in all this for them. Are we supposed to respect them for their grasp of the truth and high moral sense? And mind you, if there's anything in it for them, we will feel much better because we won't have to question ourselves and change our behavior.

One of my friends says how important it is to live up to your principles, matching action with ideas. But are we those people, do we possess the emotional energy to back up our ideals?

So maybe the only way to understand who we are is to look at what we do, and what we don't.