(Yaratıcı Yazarlık Kursu "bilinmeyen bir dilden çeviri" ödevi, 2 Kasım)
Alışveriş
“Bu koltuk güzel,” dedi Oscar, Sibel koltuğun etrafında dolaşıp hem koltuğu, hem göz ucuyla etraftaki diğer koltukları inceledi, koltuğa oturdu. Yorgundu Sibel, kocasının elindeki Coca Cola’dan bir yudum aldı, beraberce eciş bücüş yazılarla dolu alışveriş listesini incelemeye koyuldular.
“Yatak, yemek masası, giysi dolabı ve kitaplıktan başka bir şey seçmemiş miyiz daha?”
“Rafları, çekmeceleri, askıları, kutuları unutma, bir şey seçmek için on şey seçmek gerekiyor. Sen bana Aspirin verecektin,” dedi Sibel bir solukta. “Of yaa, taşınma işini böyle hayal etmemiştim!”
“Daha koltuk, koltuğun önüne masa, televizyon sehpası, yemek masası için sandalyeler, çalışma masası, çalışma masası için sandalye…”
“Resimler de alacağız.”
“Tabii tabii…”
“Saksılar almamız lazım, balkon iyi güneş alıyor. Bitkisiz ev soğuk oluyor.”
“Tabii tabii…”
“Perde de alacağız, ama perde mi alsak jaluzi mi karar veremiyorum, jaluzilerin hep tozunu almak lazım ama perdeleri de yıkamak lazım, ama jaluzilerin çubukları kırılıyor perde alalım.”
“Tabii tabii…”
“Yeter!”
Sibel İstanbul’a geldiklerinden beri büyük stres altındaydı, iki aydır kendi ailesinin yanında kalıyorlardı, doktora dersleri başlamış olmasına rağmen ev bulmak ona düşmüştü. Kocası gelir gelmez mide fesadına uğramış, sonra günlerini şehri gezip fotoğraflar çekerek, son bir kaç haftadır da darbuka kursu ile geçirmişti. Oscar’a kalsa karısının ailesiyle yaşamaktan da, bütün gün kendi deyimiyle bu büyülü şehirde gezip tozmaktan da, yeni arkadaşlarının müzik grubunda darbuka çalmaktan da memnun yaşayıp giderdi.
Çantasından Novalgine bulup karısına verdi. Elini karısının bacağına koydu, arkasına yaslandı, mobilyalar arasında dolaşan insanları, koşuşan çocukları yüzünde eğlenir bir anlatımla izlemeye koyuldu.
“Bu rahatlığın beni çok yoruyor, kalk artık,” dedi Sibel, kocasının elini kucağından alıp koltuğa bıraktı, ayağa kalktı. Oscar kıpırdamadan karısına baktı.
“Sakin ol,” dedi Oscar. Önce elindeki listeyi ve teneke kutuyu karısına uzattı, sonra koltuğa yayılmış kabanıyla çantasını sakin hareketlerle, çevresine bakınarak toparladı.
“Ben buraya sen mutlu olasın diye geldim, bunu unutma. Buraya gelmeden önce senin için ne yapıp ne yapmadığımın hiçbir önemi yoktu.”
“Senin yapmadığın her iş benim üzerime kalıyor, artık genç değiliz ve burada bir düzen kurmak zorundayız.”
Sibel Oscar’ı bırakıp yürüdü.
The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Wednesday, November 16, 2011
Wednesday, November 09, 2011
Jean Charles de Menezes'e ağıt*
Olağanüstü hale ilişkin notlar
Duygusal çevremiz fakir ve tehlikeli. Sanatsal çalışma bunu değiştiremez, ama kaydını tutabilir. Görüş de sunabilir, hiç sorulmadıysa da.
Silahlı adamlar kalabalığın ortasındaki herhangi birini suçlu göründüğü için öldürdüğünde, bu bize geçmeyen bir geçmişi ve bilmek istemediğimiz bir geleceği hatırlatır.
Şu sıralar kurbanlar o kadar çok ki, bir başkası için üzülmek hata olur.
Adalet istemek patetik olur: Bir kurban için tek adalet intikamdır ve intikam savaşı besler.
Gücün şiddeti artık bir felaket değil, çok önemli bir şeyin göstergesi: İsyankar rüyalarımızı bile yapılandıran demokrasi yalanının sonu geldi.
Bizi içine dahil eden savaşın ana özelliği, bir dizi can kaybı gibi gözükmesi.
Hepimizi suçlu kurbanlara dönüştürüyor. Bizi kendi ülkemizde yabancı yapıyor.
Yaşadığımız olağanüstü hal artık olağan hale geldi ve bundan kurtulmanın tek yolu korkumuzu terkedip elimizde kalan tüm imkanlarla gücün terörünü hor görmek.
Her şeyi hatırlamak, hafızamızla direnmek, tahakkümün susturduğu hikayeleri anlatmak, kendi güvenlik fikrimizin kurbanları olmayı reddetmek, bu bir başlangıç olabilir.
*Jean Charles de Menezes, 7 Temmuz 2005 Londra saldırılarından iki hafta sonra polis tarafından şüphelilerden birine benzetildi ve bir metro istasyonunda yedi kurşunla öldürüldü. Bu yazıyı Claire Fontaine yazmış, ben çevirdim.
Bienal ve tarihin akışı
Bu sonbahar yapmak istediğim üç şey vardı: Yaratıcı yazarlık kursu, Filmekimi ve Bienal. Bienalle ilgili seyredip duyduklarım biraz hevesimi kaçırmıştı, ama annem de gitmek isteyince iki gün önce gittik. Liman İşletmeleri'nin İstanbul Modern'in yanındaki iki antreposu bienale ayrılmış. Kuratörler Jens Hoffmann ile Adriano Pedrosa, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in eserlerinden hareket ederek beş tema belirlemişler: Soyutlama, Ross (eşcinsel aşk diyebiliriz), Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Karma sergilerin etrafındaki küçük odalarda kişisel sergiler bulunuyor.
Çağdaş sanata karşı önyargılı olmama rağmen iyi ki gitmişim. Aklımda çok şey kaldı, ama en çok sevdiklerim: İçinden kurşun geçen dia gösterisi (William E. Jones, Antrepo 3), tüfek anıtı (Eylem Aladoğan, 3), yukardaki not (Claire Fontaine, 3), İsraillilerin patlattığı evlerden çıkan eşyalar (Bisan Abu-Eisheh, 3), Abadan Rafinerisinden dışarı akan işçiler (Nasrin Tabatabai ve Babak Afrassiabi, 3), Yıldız Moran Arun'un fotoğrafları (3), İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana radyo programlarının ve röportajların plak kapakları (Dani Gal, 3), İran Devrimi sırasında Amerikan Büyükelçiliği çalışanlarının kağıt kıyma makinesine attığı memolar (Tarih, 3), O.K: Büyük hızla kağıt damgalayan el (Tarih, 3).
Calder'in "Vertical Constellation with Bomb" heykeli (Alessandro Balteo Yazbeck ve Media Farzin, 5), "soyut emek" - içinde delik olan kürek (Soyutlama, 5), Kutluğ Ataman'ın askerlikten muaftır kağıdı (Ross, 5), İsrail kurulana kadar Orta Doğu'da serbestçe dolaşıldığını gösteren pasaportlar (Pasaport, 5), güvenlik için karıştırılan çantalar (Pasaport, 5). İtiraf ediyorum beşinci antrepoyu üçüncüsü kadar ayrıntılı gezmeye halimiz kalmamıştı. Ayrıca annemin deyimiyle antrepolarda "soğuk yerleştirmesi" vardı.
Bazen insan tarihin akışını, ya da Ece Temelkuran'ın sevdiğim yazısındaki gibi insanlığın kaderinin bir parçası olduğunu unutuyor. Sanki dışarda olup bitenlerin bizim yaşamımızla hiç bir ilgisi, ona hiç bir etkisi yokmuş, olamazmış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ama sanat bize hatırlatıyor. Haksızlıkları, mücadeleleri, insanların nasıl sürüklendiklerini ve hayatlarının hallaç pamuğu gibi nasıl atıldığını hatırlatıyor. Bienal, o akışın gücünü hissettirebildiği için bu kadar güzeldi.
Olağanüstü hale ilişkin notlar
Duygusal çevremiz fakir ve tehlikeli. Sanatsal çalışma bunu değiştiremez, ama kaydını tutabilir. Görüş de sunabilir, hiç sorulmadıysa da.
Silahlı adamlar kalabalığın ortasındaki herhangi birini suçlu göründüğü için öldürdüğünde, bu bize geçmeyen bir geçmişi ve bilmek istemediğimiz bir geleceği hatırlatır.
Şu sıralar kurbanlar o kadar çok ki, bir başkası için üzülmek hata olur.
Adalet istemek patetik olur: Bir kurban için tek adalet intikamdır ve intikam savaşı besler.
Gücün şiddeti artık bir felaket değil, çok önemli bir şeyin göstergesi: İsyankar rüyalarımızı bile yapılandıran demokrasi yalanının sonu geldi.
Bizi içine dahil eden savaşın ana özelliği, bir dizi can kaybı gibi gözükmesi.
Hepimizi suçlu kurbanlara dönüştürüyor. Bizi kendi ülkemizde yabancı yapıyor.
Yaşadığımız olağanüstü hal artık olağan hale geldi ve bundan kurtulmanın tek yolu korkumuzu terkedip elimizde kalan tüm imkanlarla gücün terörünü hor görmek.
Her şeyi hatırlamak, hafızamızla direnmek, tahakkümün susturduğu hikayeleri anlatmak, kendi güvenlik fikrimizin kurbanları olmayı reddetmek, bu bir başlangıç olabilir.
*Jean Charles de Menezes, 7 Temmuz 2005 Londra saldırılarından iki hafta sonra polis tarafından şüphelilerden birine benzetildi ve bir metro istasyonunda yedi kurşunla öldürüldü. Bu yazıyı Claire Fontaine yazmış, ben çevirdim.
Bienal ve tarihin akışı
Bu sonbahar yapmak istediğim üç şey vardı: Yaratıcı yazarlık kursu, Filmekimi ve Bienal. Bienalle ilgili seyredip duyduklarım biraz hevesimi kaçırmıştı, ama annem de gitmek isteyince iki gün önce gittik. Liman İşletmeleri'nin İstanbul Modern'in yanındaki iki antreposu bienale ayrılmış. Kuratörler Jens Hoffmann ile Adriano Pedrosa, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in eserlerinden hareket ederek beş tema belirlemişler: Soyutlama, Ross (eşcinsel aşk diyebiliriz), Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Karma sergilerin etrafındaki küçük odalarda kişisel sergiler bulunuyor.
Çağdaş sanata karşı önyargılı olmama rağmen iyi ki gitmişim. Aklımda çok şey kaldı, ama en çok sevdiklerim: İçinden kurşun geçen dia gösterisi (William E. Jones, Antrepo 3), tüfek anıtı (Eylem Aladoğan, 3), yukardaki not (Claire Fontaine, 3), İsraillilerin patlattığı evlerden çıkan eşyalar (Bisan Abu-Eisheh, 3), Abadan Rafinerisinden dışarı akan işçiler (Nasrin Tabatabai ve Babak Afrassiabi, 3), Yıldız Moran Arun'un fotoğrafları (3), İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana radyo programlarının ve röportajların plak kapakları (Dani Gal, 3), İran Devrimi sırasında Amerikan Büyükelçiliği çalışanlarının kağıt kıyma makinesine attığı memolar (Tarih, 3), O.K: Büyük hızla kağıt damgalayan el (Tarih, 3).
Calder'in "Vertical Constellation with Bomb" heykeli (Alessandro Balteo Yazbeck ve Media Farzin, 5), "soyut emek" - içinde delik olan kürek (Soyutlama, 5), Kutluğ Ataman'ın askerlikten muaftır kağıdı (Ross, 5), İsrail kurulana kadar Orta Doğu'da serbestçe dolaşıldığını gösteren pasaportlar (Pasaport, 5), güvenlik için karıştırılan çantalar (Pasaport, 5). İtiraf ediyorum beşinci antrepoyu üçüncüsü kadar ayrıntılı gezmeye halimiz kalmamıştı. Ayrıca annemin deyimiyle antrepolarda "soğuk yerleştirmesi" vardı.
Bazen insan tarihin akışını, ya da Ece Temelkuran'ın sevdiğim yazısındaki gibi insanlığın kaderinin bir parçası olduğunu unutuyor. Sanki dışarda olup bitenlerin bizim yaşamımızla hiç bir ilgisi, ona hiç bir etkisi yokmuş, olamazmış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ama sanat bize hatırlatıyor. Haksızlıkları, mücadeleleri, insanların nasıl sürüklendiklerini ve hayatlarının hallaç pamuğu gibi nasıl atıldığını hatırlatıyor. Bienal, o akışın gücünü hissettirebildiği için bu kadar güzeldi.
Trajedi
Son iki Cumadır Ingmar Bergman filmleri izliyorum. Önce Yaz Oyunları'nı izledim, sonra Yaban Çilekleri'ni. Yaz Oyunları'nda yirmili yaşlarının sonunda bir balerin, kendisine eski sevgilisinin günlüğü gönderilince, onunla birlikte bir yaz geçirdiği adaya gider. O adada gezerken, biz de on yıl önceki bu aşk hikayesine şahit oluruz: iki sevgili ne kadar genç, coşkulu, masumdurlar. Anlarız ki trajik biten bu hikayenin ardından balerin, kendisinden epeyce büyük bir "aile dostlarının" yardımıyla, o güzel yazı unutabilmek için çevresine "duygu geçirmeyen" bir duvar örmüştür. Balerinin on yıl önceki haliyle şimdiki hali arasında, adada geçirdiği günlerle soyunma odasında ve sahnede geçen günler arasında öyle büyük fark vardır ki. Ancak hatırlamak iyi gelir, filmin sonunda iyileşmeye başladığını görürüz.
Yaban Çilekleri'nde ise yaşlı bir doktor, kendisine ölümü hatırlatan korkunç bir rüya görünce, jübile töreninin yapılacağı Lund'a arabayla gitmeye karar verir. O sırada yanında bulunan gelini de yolculukta ona eşlik edecektir. Yolda durup doktorun çocukluğunu geçirdiği evi ziyaret ederler. Doktor sevgiyle kalabalık ailesini, güzel çocukluğunu ve kendisini terkedip abisiyle evlenen kuzinini hatırlar. Bu sırada İtalya'ya gitmek için yola çıkmış üç genci Lund'a kadar götürmek üzere arabaya alırlar. Burada da, Yaz Oyunları'nda olduğu gibi, gençlerin neşeli hareketliliğinin önünde doktor ve gelininin tasalı durgunluğu iyice üzücü gözükür. Yol boyunca doktor, doktorun annesi ve doktorun oğlu hakkında bilgi ediniriz: Üçü de kendilerini seven insanlara duygularını gösteremezler; güçlü, prensip sahibi ve bir duvar gibi soğukturlar.
İki filmde de güzel, sıcak, sevgili anıların arasında karşımıza çıkar yaban çilekleri. Ekşi Sözlük'ten öğrendiğime göre İsveççe'de insanın kendine sakladığı, koruduğu ve sevgiyle hatırladığı en güzel anılara yaban çilekleri denirmiş.
Bu filmleri izledikten sonra aklıma şu geldi. İnsan çocukluğunu ve gençliğini güvende geçirdiyse, geleceğin hep güzel şeyler getireceğini düşünüyor. Aslında bu konuda düşünmüyor bile, öyle varsayıyor. Ama biraz yaş alınca yanlış kararların, kaçırılan fırsatların, giden insanların hayatında nasıl geri dönüşsüz, doldurulması mümkün olmayan boşluklar açabileceğini anlıyor. Yani dokunulmazlığı olmadığının, kendi eliyle kendi hayatını mahvedebileceğinin farkına varıyor. Her kararın mantıklı sebepleri vardır, ama bazılarının sonuçları trajik olabilir.
Son iki Cumadır Ingmar Bergman filmleri izliyorum. Önce Yaz Oyunları'nı izledim, sonra Yaban Çilekleri'ni. Yaz Oyunları'nda yirmili yaşlarının sonunda bir balerin, kendisine eski sevgilisinin günlüğü gönderilince, onunla birlikte bir yaz geçirdiği adaya gider. O adada gezerken, biz de on yıl önceki bu aşk hikayesine şahit oluruz: iki sevgili ne kadar genç, coşkulu, masumdurlar. Anlarız ki trajik biten bu hikayenin ardından balerin, kendisinden epeyce büyük bir "aile dostlarının" yardımıyla, o güzel yazı unutabilmek için çevresine "duygu geçirmeyen" bir duvar örmüştür. Balerinin on yıl önceki haliyle şimdiki hali arasında, adada geçirdiği günlerle soyunma odasında ve sahnede geçen günler arasında öyle büyük fark vardır ki. Ancak hatırlamak iyi gelir, filmin sonunda iyileşmeye başladığını görürüz.
Yaban Çilekleri'nde ise yaşlı bir doktor, kendisine ölümü hatırlatan korkunç bir rüya görünce, jübile töreninin yapılacağı Lund'a arabayla gitmeye karar verir. O sırada yanında bulunan gelini de yolculukta ona eşlik edecektir. Yolda durup doktorun çocukluğunu geçirdiği evi ziyaret ederler. Doktor sevgiyle kalabalık ailesini, güzel çocukluğunu ve kendisini terkedip abisiyle evlenen kuzinini hatırlar. Bu sırada İtalya'ya gitmek için yola çıkmış üç genci Lund'a kadar götürmek üzere arabaya alırlar. Burada da, Yaz Oyunları'nda olduğu gibi, gençlerin neşeli hareketliliğinin önünde doktor ve gelininin tasalı durgunluğu iyice üzücü gözükür. Yol boyunca doktor, doktorun annesi ve doktorun oğlu hakkında bilgi ediniriz: Üçü de kendilerini seven insanlara duygularını gösteremezler; güçlü, prensip sahibi ve bir duvar gibi soğukturlar.
İki filmde de güzel, sıcak, sevgili anıların arasında karşımıza çıkar yaban çilekleri. Ekşi Sözlük'ten öğrendiğime göre İsveççe'de insanın kendine sakladığı, koruduğu ve sevgiyle hatırladığı en güzel anılara yaban çilekleri denirmiş.
Bu filmleri izledikten sonra aklıma şu geldi. İnsan çocukluğunu ve gençliğini güvende geçirdiyse, geleceğin hep güzel şeyler getireceğini düşünüyor. Aslında bu konuda düşünmüyor bile, öyle varsayıyor. Ama biraz yaş alınca yanlış kararların, kaçırılan fırsatların, giden insanların hayatında nasıl geri dönüşsüz, doldurulması mümkün olmayan boşluklar açabileceğini anlıyor. Yani dokunulmazlığı olmadığının, kendi eliyle kendi hayatını mahvedebileceğinin farkına varıyor. Her kararın mantıklı sebepleri vardır, ama bazılarının sonuçları trajik olabilir.
Wednesday, November 02, 2011
Yürüyüş
Nilgün durdu, önünde yükselen yokuşa ve onu daha şimdiden bir keçi gibi neşeyle tırmanmakta olan Ali'ye baktı. Çayır mavi gökyüzünün, beyaz yuvarlak bulutların altında yemyeşil, yumuşak bir halı gibi yükseliyordu. Yer yer yıkılmış taş bir duvarın yanından yürüyorlardı. Saat öğleden sonra dörttü ve güneş artık ısıtmıyordu. Birden kendisini felç eden bir kötümserliğe kapıldı. İçindeki şalterler inmişti sanki. "İşte," dedi, "beni bırakıp gitti. O da benden sıkılmaya başladı. Saat şimdiden dört oldu, nasıl yürüyeceğiz bu kadar yolu?" Yavaş yavaş tırmanmaya başladı ama kötü düşüncelerinden kurtulamıyordu. Bazen Ali kendini kaptırıp hızlıca tırmanıyor, arada durup fotoğraf çekiyor, bu sırada Nilgün’ün yetişmesini bekliyordu.
Çıktıkları yerden aşağıdaki göl ve çevresindeki tepeler çok güzel görünüyordu. Gölün üstü akşamüstü güneşiyle ışıl ışıldı, ağaçlarla kaplı küçük kara adacıklar vardı. Geldikleri yana döndüklerinde kasabayı ve ardında başka tepeleri görebiliyorlardı. Ali kayaların üstüne çıkıp fotoğraf çekti. Nilgün manzaraya baktı, sırt çantasını yere koyup gerindi, derin bir nefes aldı. Her şey çok güzeldi, bunun tadını çıkarması gerektiğini düşündü. Ama bu mümkün değildi hiç. Tanpınar’ın Huzur’da dediği gibi mutluluğu sessizce yol kenarına bırakmanın bir yolunu bulurdu hep. Bir kayanın üzerine oturup çantasını kucağına aldı. Aklında önlerindeki yürüyüş vardı ve korkuyordu. Bu rotayı öğle yemeği yerken yanlarındaki kitaptan seçmişlerdi. Sabah yaptıkları yürüyüşten daha uzun ve zordu. Yolun bir yerinde uçurumun kenarından yürüyecekleri, dikkatli olmaları gerektiği yazıyordu. Kitaba bakılırsa sekiz yaşından büyük bir çocuk bu yoldan yürüyebilirdi, ama bu Nilgün'ü rahatlatmıyordu. Ali'nin kendi fotoğrafını çektiğini farkedince gülümsedi, ayağa kalktı.
Duvarın yanından yürümeye devam ettiler; bu kez aşağı iniyorlardı. Bir süre sonra Ali durdu, elindeki kitaba bakıp gülerek, “birazdan uçuruma geliyoruz,” dedi. “Bir de alternatif rota var, duvarın arkasından gidiyor.”
“Ben ordan gideyim, sonra buluşuruz,”
Ali Nilgün’ün elini tuttu, “olmaz öyle şey, ben de seninle gelirim o zaman.” Bir kaç adım sonra: “Ama manzara çok güzelmiş.”
Nilgün bir şey demeden durdu. O da bu kadar yolu geldikten sonra manzarayı kaçırmak, zorluktan kaçmak istemiyordu. Oyunbozanlık yapmak hiç istemiyordu. Ali “söz elini bırakmayacağım,” dedi.
Yürümeye devam ettiler. Dar, toprak, taşlı yol artık uçurumun kenarından ilerliyordu ve Nilgün’e öyle geliyordu ki, uçuruma doğru eğimliydi. Bir adım daha atacak cesareti yoktu. Ali uçurumdan dışarı uzanan bir ağaçtan destek alıp biraz aşağıdaki bir kaya parçasına bastı, “Şimdi şuraya bas, şimdi buraya,” diye başıyla işaret edip Nilgün’ün geçmesine yardım etti.
Nilgün geçerken bir an manzarayı gördü: Göl aynı göldü, ama o küçük aralıktan gözüne daha başka, daha parlak gözüktü.
Çok geçmeden yol uçurumdan uzaklaştı, ama bu sefer de iyice dik bir yokuşa dönüştü. Çam ağaçlarının arasına girdiler, üzeri cilalanmış gibi parlak taşların üzerinden indiler. Nilgün artık ne zaman kayıp düşmekten korksa Ali’ye söylüyor, Ali de bir yandan elini tutarken bir yandan bir adım önünden yürüyüp nereye basacağını gösteriyordu. Nilgün artık kaygan taşların üzerine yan basması gerektiğini öğrenmişti. Yanlarından akan ince derenin üzerindeki tahta köprüde durup fotoğraf çektiler.
Gölün kıyısına indiklerinde Nilgün o kadar rahatlamıştı ki kafasında huzurunu bozacak hiç bir tasa, hiç bir düşünce barınamıyordu. Ali’nin koluna girdi, yürüdüler. Biraz sonra yolları gölden uzaklaştı, çevrelerinde koyunlar, keçiler belirdi. Ali Nilgün’ün gerideki tepelere baktığını gördü.
“Bak, bunları aşmıştım diyeceksin,” dedi.
Nilgün durdu, önünde yükselen yokuşa ve onu daha şimdiden bir keçi gibi neşeyle tırmanmakta olan Ali'ye baktı. Çayır mavi gökyüzünün, beyaz yuvarlak bulutların altında yemyeşil, yumuşak bir halı gibi yükseliyordu. Yer yer yıkılmış taş bir duvarın yanından yürüyorlardı. Saat öğleden sonra dörttü ve güneş artık ısıtmıyordu. Birden kendisini felç eden bir kötümserliğe kapıldı. İçindeki şalterler inmişti sanki. "İşte," dedi, "beni bırakıp gitti. O da benden sıkılmaya başladı. Saat şimdiden dört oldu, nasıl yürüyeceğiz bu kadar yolu?" Yavaş yavaş tırmanmaya başladı ama kötü düşüncelerinden kurtulamıyordu. Bazen Ali kendini kaptırıp hızlıca tırmanıyor, arada durup fotoğraf çekiyor, bu sırada Nilgün’ün yetişmesini bekliyordu.
Çıktıkları yerden aşağıdaki göl ve çevresindeki tepeler çok güzel görünüyordu. Gölün üstü akşamüstü güneşiyle ışıl ışıldı, ağaçlarla kaplı küçük kara adacıklar vardı. Geldikleri yana döndüklerinde kasabayı ve ardında başka tepeleri görebiliyorlardı. Ali kayaların üstüne çıkıp fotoğraf çekti. Nilgün manzaraya baktı, sırt çantasını yere koyup gerindi, derin bir nefes aldı. Her şey çok güzeldi, bunun tadını çıkarması gerektiğini düşündü. Ama bu mümkün değildi hiç. Tanpınar’ın Huzur’da dediği gibi mutluluğu sessizce yol kenarına bırakmanın bir yolunu bulurdu hep. Bir kayanın üzerine oturup çantasını kucağına aldı. Aklında önlerindeki yürüyüş vardı ve korkuyordu. Bu rotayı öğle yemeği yerken yanlarındaki kitaptan seçmişlerdi. Sabah yaptıkları yürüyüşten daha uzun ve zordu. Yolun bir yerinde uçurumun kenarından yürüyecekleri, dikkatli olmaları gerektiği yazıyordu. Kitaba bakılırsa sekiz yaşından büyük bir çocuk bu yoldan yürüyebilirdi, ama bu Nilgün'ü rahatlatmıyordu. Ali'nin kendi fotoğrafını çektiğini farkedince gülümsedi, ayağa kalktı.
Duvarın yanından yürümeye devam ettiler; bu kez aşağı iniyorlardı. Bir süre sonra Ali durdu, elindeki kitaba bakıp gülerek, “birazdan uçuruma geliyoruz,” dedi. “Bir de alternatif rota var, duvarın arkasından gidiyor.”
“Ben ordan gideyim, sonra buluşuruz,”
Ali Nilgün’ün elini tuttu, “olmaz öyle şey, ben de seninle gelirim o zaman.” Bir kaç adım sonra: “Ama manzara çok güzelmiş.”
Nilgün bir şey demeden durdu. O da bu kadar yolu geldikten sonra manzarayı kaçırmak, zorluktan kaçmak istemiyordu. Oyunbozanlık yapmak hiç istemiyordu. Ali “söz elini bırakmayacağım,” dedi.
Yürümeye devam ettiler. Dar, toprak, taşlı yol artık uçurumun kenarından ilerliyordu ve Nilgün’e öyle geliyordu ki, uçuruma doğru eğimliydi. Bir adım daha atacak cesareti yoktu. Ali uçurumdan dışarı uzanan bir ağaçtan destek alıp biraz aşağıdaki bir kaya parçasına bastı, “Şimdi şuraya bas, şimdi buraya,” diye başıyla işaret edip Nilgün’ün geçmesine yardım etti.
Nilgün geçerken bir an manzarayı gördü: Göl aynı göldü, ama o küçük aralıktan gözüne daha başka, daha parlak gözüktü.
Çok geçmeden yol uçurumdan uzaklaştı, ama bu sefer de iyice dik bir yokuşa dönüştü. Çam ağaçlarının arasına girdiler, üzeri cilalanmış gibi parlak taşların üzerinden indiler. Nilgün artık ne zaman kayıp düşmekten korksa Ali’ye söylüyor, Ali de bir yandan elini tutarken bir yandan bir adım önünden yürüyüp nereye basacağını gösteriyordu. Nilgün artık kaygan taşların üzerine yan basması gerektiğini öğrenmişti. Yanlarından akan ince derenin üzerindeki tahta köprüde durup fotoğraf çektiler.
Gölün kıyısına indiklerinde Nilgün o kadar rahatlamıştı ki kafasında huzurunu bozacak hiç bir tasa, hiç bir düşünce barınamıyordu. Ali’nin koluna girdi, yürüdüler. Biraz sonra yolları gölden uzaklaştı, çevrelerinde koyunlar, keçiler belirdi. Ali Nilgün’ün gerideki tepelere baktığını gördü.
“Bak, bunları aşmıştım diyeceksin,” dedi.
Labels:
Fear,
Kısa Hikayeler,
Relationships,
Türkçe
Subscribe to:
Posts (Atom)