Tuesday, November 30, 2010

Kelimeler

Kelimeler lodosun karıştırdığı deniz durulunca dibe çöken kumlar gibi. Rüzgar durunca yere inen tozlar gibi. Cadının fokur fokur kaynayan kazanında gördüğü işaretler gibi. Kelimeler dibe çöktüğünde, yüzeye çıktığında, geriye ne kalıyorsa berraklaşıyor, hafifliyor. En kötüsü onları görememek, ne olduklarını, nerede olduklarını bilememek.

Wednesday, November 17, 2010

Dirty dancing

There must be something about setting the wild inter-class romance Dirty Dancing in a holiday resort: the most predictable of all places. Spending my week in a holiday resort, I am finding the maturity not to make myself miserable just to prove that I'm different from the five hundred other people here. And giving the most important things their due is... important.

Friday, November 05, 2010

Cunda

Küçükken yazları teyzemin evine giderdim. Önce Akçay'da oturuyorlardı, sonra Altınoluk'a taşındılar. Mesela okuduğum kitapları hatırlıyorum, Baby Sitter's Club, Walk Two Moons, Jane Eyre, Sofi'nin Dünyası'nı Akçay'da, Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı Altınoluk'ta okumuştum. İngilizce kitapları bizim lisenin kütüphanesinden alırdım. Akçay'da kocaman bir balkon vardı ve Akçay'ın denizi çok temiz olmadığından gene Altınoluk'a giderdik denize. Teyzem börekler, tereyağ ve yoğurt soslu makarnalar yapardı, harika kahvaltılar hazırlardı. Akşamları Akçay'ın kordonunda gezer, incik boncuk satan sergilere bakar, tulumba tatlısı ya da dondurma yerdik. Levent Yüksel'in ilk kasedini de o sergilerden almıştım. Altınoluk'ta taşındıkları evin misafir odasında denize bakan küçük ama çok güzel bir pencere vardır. Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı üniversite ikinci sınıfın yazında okuduğuma göre Altınoluk'ta en son o zaman kalmışım, ama yanlış hatırlıyor olabilirim.

Bu Cumhuriyet Bayramı'nda Cunda'ya gittik. Cunda'nın güzel ve tombul kedilerin mesken tuttuğu yokuşlarından tırmanıp Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'na çıkıyorsunuz. Kitaplık, değirmeni de olan eski bir şapelin içine kurulmuş. Önce yapının etrafını dolaşıp etrafa bakmak gerek: Keçileri, kümesleri, basket sahasında bağıra çağıra futbol oynayan çocuklarıyla güneş altında pırıl pırıl parlayan bir köy burası. Köyün ötesindeyse sakin, parça parça deniz. Sonra içeriye, loş ve serin kitaplığa giriyorsunuz. Küçük, renkli camlı pencerelerin bazıları açık. Oturup raflara dizili, insanı içlerindeki harika sırlarla telaşa düşüren romanlardan birini okumaya fırsat yok - hele ziyaretçisinin çok olduğu tatil günlerinde, burası yaşayan bir kitaplıktan çok, bir müze ve mesire yeri gibi. İnsanlar kitaplığı şöyle bir dolaştıktan sonra dışarda kahvaltı ediyor.

Annem "Unutulmayan Manşetler" diye büyük bir albüm buldu. Ankara Ticaret Odası, 1930'lu yıllardan itibaren değişik gazetelerin ön sayfalarını derlemiş. Atatürk'ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı (kah Hollanda, kah Polonya Alman taarruzuna mukavemet ediyor... birbiri ardına açılan cepheler... Pearl Harbor... Türkiye'nin çevresini saran savaşın ortasında herkesin gönlünü hoş tutma, görünmez olma çabası), atom bombaları, Varlık Vergisi'ni ödeyemeyince çalışma kamplarına gönderilenler ("çok şıktılar, tren hareket ederken 'parayı denkleştirebilirsek belki Ankara'dan dönerim!' diyenler duyuldu"), Sovyetler'in notası, Kore Savaşı ve Nato'ya girişimiz, Demokrat Parti'nin ezici seçim zaferleri, Kıbrıs'ta olaylar ("Türk kadınlarına tecavüz ediliyor!"), Atatürk'ün Selanik'teki evine saldırı, 6-7 Eylül olayları, "ihtilal kışkırtıcılığı" yapmakla suçlanan muhalefet, kapatılan halkevleri, mecliste muhalefete karşı açılan Tahkikat Komisyonları, Menderes'in mucize eseri kurtulduğu uçak kazası, Said Nursi ve en sonunda 1960 darbesi ile hakim olan "mutlak huzur". Darbenin hemen ardından "düşük" hükümet üyelerine karşı gazeteleri saran yolsuzluk iddiaları ve Yassıada duruşmaları. Celal Bayar'ın kemeriyle intihar teşebbüsü ve Adnan Menderes'in asılmadan önceki son sağlık kontrolleri. Daha küçük haberler de var tabii: Aşk cinayetleri, hırsızlık olayları, güzellik kraliçeleri, kraliyet ailelerinin düğünleri ve prenseslerin hayatları, yeni icatlar ("gebeliği önleyen hap icat edildi"), üniversitede klikleşme iddiaları ("Edebiyat Fakültesi diğer fakülteler arasında sükunetiyle bilinir"), kayıp çocuk Ayla. İlhan Selçuk şakayla karışık yüksek kurbanlık fiyatlarından şikayet ediyor, şu anda adını hatırlamadığım bir yazar gazetelerdeki renkli resimlerin zevksizliğinden. Demirel ve Ecevit'in ("Avusturya da işçilerimizi istiyor!") suretleri görünmeye başlamıştı ki, dışarda parlayan güneşe (ve kitaplığın gittikçe kalabalıklaşmasına) dayanamayıp çıktık dışarı. Bir dahaki sefere...

Bu gazetelere bakmak, insanı daha büyük bir şeyin parçası gibi hissettiriyor, sanki büyük bir akışın içinde gibi. Bir yandan bu akışı etkilemenin imkansızlığı karşısında çaresizlik duyuyorsun, bir yandan ılık, tatlı bir aidiyet duygusu. Bir yandan o dönemin gerçekliğine yaklaşmışsın gibi geliyor, bir yandan bazı haberlerin hangi etkiler altında, hangi karanlık saiklerle yazılmış olabileceği hakkında fikir yürütüyorsun.

***
Cunda ve çevresinde görülmesi, yapılması gerekenler: Kitaplığın biraz aşağısında yıkılmak üzereymiş gibi duran büyük hayalet kilise, Mevlana Parkı'nın karşısındaki yine yıkılmaya yüz tutmuş büyük ev, Taş Kahve'de oturup çay ya da Uludağ gazozu içmek, Karadeniz Pastanesi'nde sakızlı Türk kahvesi eşliğinde su böreği ya da sakızlı kurabiyelerden yemek, Ayvalık'ın sahil şeridinde yürüyüş yapıp güzel köşklere bakmak. Bir de, Edremit'teki Cumhuriyet Lokantası'nda paça çorbası, karnıyarık, kuzu furun ve irmik helvası! (Hepsini aynı anda değil tabii.)

Bana yazı yazdırmak isteyen havayolu dergileri, lütfen temasa geçiniz!