Ayda Bir
Ben bir kavanoz turşu muyum ki
Rafa kaldırılıp bırakılayım
Sıkıcı bir kitap mıyım
Yatağın altında kaybolayım
Olsa olsa şeftali olabilirim
Olgunlaşıp çürümüş
Ya da bir televizyon programı
Tekrarım asla yokmuş
Sen beni hiç arama
Ben seni ararım ayda bir
Ayda bir gördüklerimden
Biri olduğunda.
The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Tuesday, May 26, 2009
Monday, May 25, 2009
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa:
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın.
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın.
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Murathan Mungan
Çember
Afrikalı kadınların boyunlarındaki halkalar gibi - herkes bir sürü çemberin içinde, seçtiğimiz, seçmediğimiz. Her çemberin, her düzenin kuralları var. İnsanın bu kurallara uymaya devam edebilmesi için, yaptığı işin önemli olduğuna, içinde bulunduğu düzenin anlamlı olduğuna inanması gerek. Bu inancın sürekli beslenmesi gerek. İnsan içinde bulunduğu çembere inancını kaybettiğinde, artık ancak zorunluluklar, menfaatler ve korku onu o düzenin içinde tutabilir.
Hepimizin içinde seçmeden bulunduğu çember, bu zaman. Eskiden normal sayılan davranışlar, değerler, varsayımlar artık geçersiz. Şimdi yeni korkularımız, alışkanlıklarımız, beklentilerimiz var. Beğensek de beğenmesek de pek çok insan kendini bu zamanın akışına kaptırmış, bu zamanın kurallarıyla yaşıyor, bu da bizi aynı kurallara göre yaşamaya mecbur bırakıyor. Sonra içine doğduğumuz, büyüdüğümüz aile. Onun da kuralları var. İçine doğduğumuz, büyüdüğümüz ülke. Cinsiyetimiz. Tüm bunları miras almışız. Doğanın, atalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin yıllar yılı yaşayarak, karışarak, çalışarak, savaşarak oluşturduğu bir düzenin, bir zamanın içine doğmuşuz. Bu çemberlerden tamamen çıkmak, onları geride bırakmak, onlar yokmuş gibi yaşamak mümkün mü? Bu mümkün değil. Ancak bunların içinden çıkamıyor olmak, böyle yaşamaktan mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Peki insan hep içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak zorunda mı? İçinde bulunduğu çemberden memnun değilse insan, onu değiştirmeye çalışamaz mı? Yani hem bazı taraflarını sevmemek, hem terketmemek, terkedememek?
Bazen insanın içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak için öyle ödünler vermesi gerekir ki, insan ancak kendine ihanet ederek, yalan söyleyerek, kim olduğunu saklayarak, görünmez olarak o çembere uyabilir. İnsan kendine ihanet etmek istemiyorsa, ya o çemberi bırakıp gitmesi, ya da çemberin içinde kalıp savaşması gerekir. Ama bazen bir halkayı çıkarıp atmak, terketmek de kendine ihanet etmektir, özünün bir parçasından vazgeçmektir. İnsan bırakıp giderse başını dik tutamayabilir. Zaten zamanlar, ülkeler, aileler bu sevmediği halde terkedemeyenler sayesinde değişir.
Bir insanın hayatta edebileceği en büyük kötülük, doğasına aykırı davranmak. Ama insanın kendini tanıması, ne yapmak istediğini, ne yapabileceğini anlayabilmesi de o kadar kolay bir şey değil. Bazen aslında ne yapmak istediğimizi kendimize itiraf etmemiz yıllar alır. İnsanın bir şeyi, bir kimseyi, bir işi ya da bir şehri kendini ona kendini kaptırabilecek kadar, adayabilecek kadar, onun arkasında durabilecek kadar önemli görmesi, sevmesi ne büyük cesaret. Bir halkayı bile isteye boynuna geçirmesi. Yapılması gereken bu diye değil, zorunluluktan değil, gerçekten isteyerek. İnsan bunu yaptığında, aslında kendisiyle yüzleşmiş olur, sınırlarıyla, kusurlarıyla. Der ki, ben bu işin, bu insanın arkasında duruyorum, bu iş, bu insan bana layıktır, benim dengimdir. Onun kusurları benim kusurlarımdır. Ben buyum. Eleştirilmesi gerekenler kendileri olanlar değil asla, kendini görmezden gelip, başkalarının amaçlarını kendilerininmiş gibi edinenler. Kendini unutanlar, kabul edilmek, onaylanmak uğruna kendi gibi davranmayanlar. Sorgusuz sualsiz içine doğduğu çembere uyum sağlayanlar, kendilerine, hayatlarına yazık edenler. Başkalarının halkalarını boyunlarına geçirenler. Böyleleri kendilerini avutmaya, oyalamaya, tatminsizliklerini unutmaya çalışırlar, şiirlerle, şarkılarla, hayallerle. İnandıkları işleri yapanların, inanarak bir şeyler üretenlerin ürünlerini izlerler ancak, onlara hayran olur, kendilerini onlarda bulurlar.
Ama biz yine de insanların fikirlerine çok değer veriyoruz. İstiyoruz ki yaşam tarzımız, seçimlerimiz onaylansın, fikirlerimiz kabul görsün, insanların fikrini değiştirsin, ürünlerimiz beğenilsin, alıcı bulsun. Yaşam tarzımızın taklitçisi, fikirlerimizin takipçisi, ürünlerimizin alıcısı ne kadar çok olursa, biz kendimizi o kadar değerli, o kadar güçlü hissedeceğiz. Eğer düşüncelerimizi, yeteneğimizi, seçimlerimizi onaylayan kimse olmasa, kendimize, anlamlı bulduğumuz her şeye inancımız çok çabuk tükenebilir. İnsan ne kadar çok kişiyi ikna ederse, o kadar güç kazanır.
Bazı insanların, ürünlerin büyük başarı kazanması, diğerlerininse bunu başaramaması insanda bazı insanların, onların ürünlerinin daha değerli, anlamlı olduğu kanısı uyandırıyor. Sanki o zamanın, o yerin mutlak bir gerçekliği varmış ve bu insanlar onu anlamaya herkesten daha çok yaklaşmışlar. Onu anlattıklarında dinleyenler tanıyorlar her gün görüp, içinde yaşayıp farketmedikleri gerçeği, şaşırıp gülümsüyorlar. Tarifini gördüklerinde gerçeği, gerçeği gördüklerinde tarifini hatırlıyorlar. Sanki mutlak bir güzellik varmış, pek çok insanın duyunca, görünce, hissedince tanıdığı. Bazen bir şarkı, bir şiir pek çok insanın içinde bir yere dokunuyor. Aşık olmanın gerçeği, kadın olmanın gerçeği, şu anda yaşamanın, Türk olmanın, İstanbul'u sevmenin gerçeği. Bu da hepimizin içinde aynı şeylerin olduğunu göstermez mi, benzer tecrübelerin anılarını, tortularını taşıdığımızı, birbirimize benzediğimizi? Belki de hepimizin içinde gerçeğin, Tanrı'nın bir parçası var, saf bir zerrecik, kendi gibi bir zerrecik gördüğünde onu tanıyor, hatırlıyor. Eğer böyle mutlak bir gerçeklik varsa, buna ulaşmanın yolu insanın samimi ve dürüst olmasıdır herhalde, en başta da kendisine.
Peki bir fikir diğerinden değerli mi? Gerçeği kendi dünya görüşünün, içinde bulunduğu çemberin, kendine miras kalan ve o ana kadar oluşturduğu fikirlerin merceğiyle değil, olduğu gibi görmeye çalışan, düşünen, yeni gördüklerine, farkettiklerine göre fikrini değiştirmeye hazır, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna böyle karar veren birinin fikirleri, diğerlerinden daha değerli olmalı. Böyle bir gerçek var mı, varsa da bilinebilir mi? Bence bizim inanmak istediğimizden çok daha karmaşık, dinamik, tutarsız da olsa, bir gerçeklik var. Onu bütün haksızlıklarıyla, tutarsızlıklarıyla, karmaşıklığıyla anlamaya çalışmak, tüm zorluğuna ve rahatsızlığına rağmen değerli bir çaba. Başımıza ne geliyorsa sonuçlarını bilemediğimiz, bilmeye çalışmadığımız, neleri etkilediğini, nelerden etkilendiğini anlamadığımız şeyleri yapmaya devam etmemizden gelmiyor mu? Başımıza bu ekonomik krizi böyle sarmadık mı? Herkes işini yaptı, yaptığının ne anlama geldiğini düşünmeden. Kaynaklarını bilinçsizce harcadığımız dünyadaki dengeleri böyle bozmuyor muyuz? Çünkü resmin bütününü görmeye çalışmak için yeterli sabrımız yok. Çünkü gerçek bizi rahatsız edecek, tutarsızlıklar, haksızlıklar kafamızı karıştıracak, inançlarımız sarsılacak, değerlerimiz alt üst olacak. Farkedersek bir şeyler yapmak zorunda hissedeceğiz, sorumluluk duyacağız. Bilmek, sorumluluk duymak boynumuza yeni bir halka gibi. Herkes bilir ki safça, suçluluk duygularıyla bir çemberi değiştirmeye çalışmak kendilerinin, sevdiklerinin, bazı durumlarda da kurtarmaya çalıştıklarının hayatlarını mahvetmekten başka bir işe yaramaz. O yüzden böylesi daha iyi, bilmemek daha iyi. Onu görmezden gelmeye, unutmaya çalışalım. Rahatımız bozulmasın.
Hele adaleti sağlaması için güvendiğimiz bir savcı, bir yargıç gerçeğe bir ideolojiyle, kinle, gücün keyfiyetiyle islenmiş gözlüklerle bakıyorsa? Polis, asker baştan taraflıysa? Hem haksızlık yapıyor, hem bu haksızlığı hakkı görüyorsa? Haklı olmayı hakkı sanıyorsa? Gerçeği, haklılığımızı, suçsuzluğumuzu ne kadar anlatırsak anlatalım, faydası olmayacaksa?
Aslında bizim sorunumuz, suçluluk duygusu biraz. İstiyoruz ki kimse bir şey kaçırmış olmasın hayatında, her şey olması gerektiği gibi olmuş olsun. Herkes olması gerektiği çemberde, herkes mutlu, biz anlayamasak da onlar öyle mutlu. Kimseyi yargılamamıza gerek yok, korkmaya da gerek yok, suçlu hissetmeye de. Bir kimse diğerinden üstün, şanslı değil. Mahallelerde, dar, pis sokaklarda, meydanlarda, kahvehanelerde ve çarşılarda, eskilikten ve bakımsızlıktan dökülen evlerde, esnaf lokantalarında, hastanelerde ve okullarda, yaşam akıp gidiyor. Slumdog Millionaire gibi filmlere, Salman Rushdie ve Zadie Smith’in kitaplarına, mahalle hayatının anlatıldığı Türk dizilerine bakacak olursak, o yaşam kavgasının sürüp gittiği renkli ve neşeli yerlerde hayatın nabzı, şehirlerin daha zengin, her türlü tatsızlıktan ve rahatsızlıktan kendini korumaya çalışan yerlerine kıyasla daha bir tutkuyla atıyor. Gerçek hayat belki de o, biz kendimizi ondan korumaya çalışıyoruz.
Bizim, bizim gibilerin gerçeği görmezden gelme yolumuz belki de bu. O mahalle dizileri, batılı orta sınıfa hitap eden kitaplar ve filmler, inanmak hoşumuza gideceği için servis edilen renkli, canlı birer hayalden ibaret belki de. Suçluluk duymayı bırak, neredeyse özeneceğiz o renkli, canlı, hiç bir şeyin kolay elde edilmediği hayatlara. Bizim güvenlik, yarını bilmek, kendimizi tehlikelerden korumak uğruna kaçırdığımız hayat parçacığı işte orada. Bunların içinde ne kadar gerçeklik payı olduğunu hiç bilemeyeceğiz, çünkü biz onlar değiliz. Neler yaşadıklarını, yaşadıkları karşısında neler hissettiklerini, kin mi güttüklerini, tevekkülle mi karşıladıklarını bilemeyeceğiz. Bizim gibi "aydınlanmış" tiplerin kendilerinden şanssız gördükleri zavallıları fakirliklerinden ve içine düştükleri karanlıktan kurtarma denemelerinden hiç biri başarıya ulaşmadı henüz. İnsanları neyin mutlu edeceğine dair varsayımlarımız hep yanlış çıktı. Bu demek değil ki bir gerçeklik yok ortada anlaşılması gereken. Tek söylediğim bizim bu gerçekliği anlamak için yeterince çaba göstermediğimiz. Hiç sorduk mu onlara ne istediklerini, aralarında yaşamaya, onları gerçekten anlamaya çalıştık mı? Bir an kafamızı çemberin dışına çıkarmadan onları değiştirmeyi denedik. Belki onlar, bizim onların istemeleri gerektiğini düşündüğümüz şeyi istemiyorlar. Belki asıl bazı şeylerin bilincinde, farkında olmayan, karanlıktan çıkmamakta direnen bizleriz.
***
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa:
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın.
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın.
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Murathan Mungan
Çember
Afrikalı kadınların boyunlarındaki halkalar gibi - herkes bir sürü çemberin içinde, seçtiğimiz, seçmediğimiz. Her çemberin, her düzenin kuralları var. İnsanın bu kurallara uymaya devam edebilmesi için, yaptığı işin önemli olduğuna, içinde bulunduğu düzenin anlamlı olduğuna inanması gerek. Bu inancın sürekli beslenmesi gerek. İnsan içinde bulunduğu çembere inancını kaybettiğinde, artık ancak zorunluluklar, menfaatler ve korku onu o düzenin içinde tutabilir.
Hepimizin içinde seçmeden bulunduğu çember, bu zaman. Eskiden normal sayılan davranışlar, değerler, varsayımlar artık geçersiz. Şimdi yeni korkularımız, alışkanlıklarımız, beklentilerimiz var. Beğensek de beğenmesek de pek çok insan kendini bu zamanın akışına kaptırmış, bu zamanın kurallarıyla yaşıyor, bu da bizi aynı kurallara göre yaşamaya mecbur bırakıyor. Sonra içine doğduğumuz, büyüdüğümüz aile. Onun da kuralları var. İçine doğduğumuz, büyüdüğümüz ülke. Cinsiyetimiz. Tüm bunları miras almışız. Doğanın, atalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin yıllar yılı yaşayarak, karışarak, çalışarak, savaşarak oluşturduğu bir düzenin, bir zamanın içine doğmuşuz. Bu çemberlerden tamamen çıkmak, onları geride bırakmak, onlar yokmuş gibi yaşamak mümkün mü? Bu mümkün değil. Ancak bunların içinden çıkamıyor olmak, böyle yaşamaktan mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Peki insan hep içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak zorunda mı? İçinde bulunduğu çemberden memnun değilse insan, onu değiştirmeye çalışamaz mı? Yani hem bazı taraflarını sevmemek, hem terketmemek, terkedememek?
Bazen insanın içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak için öyle ödünler vermesi gerekir ki, insan ancak kendine ihanet ederek, yalan söyleyerek, kim olduğunu saklayarak, görünmez olarak o çembere uyabilir. İnsan kendine ihanet etmek istemiyorsa, ya o çemberi bırakıp gitmesi, ya da çemberin içinde kalıp savaşması gerekir. Ama bazen bir halkayı çıkarıp atmak, terketmek de kendine ihanet etmektir, özünün bir parçasından vazgeçmektir. İnsan bırakıp giderse başını dik tutamayabilir. Zaten zamanlar, ülkeler, aileler bu sevmediği halde terkedemeyenler sayesinde değişir.
Bir insanın hayatta edebileceği en büyük kötülük, doğasına aykırı davranmak. Ama insanın kendini tanıması, ne yapmak istediğini, ne yapabileceğini anlayabilmesi de o kadar kolay bir şey değil. Bazen aslında ne yapmak istediğimizi kendimize itiraf etmemiz yıllar alır. İnsanın bir şeyi, bir kimseyi, bir işi ya da bir şehri kendini ona kendini kaptırabilecek kadar, adayabilecek kadar, onun arkasında durabilecek kadar önemli görmesi, sevmesi ne büyük cesaret. Bir halkayı bile isteye boynuna geçirmesi. Yapılması gereken bu diye değil, zorunluluktan değil, gerçekten isteyerek. İnsan bunu yaptığında, aslında kendisiyle yüzleşmiş olur, sınırlarıyla, kusurlarıyla. Der ki, ben bu işin, bu insanın arkasında duruyorum, bu iş, bu insan bana layıktır, benim dengimdir. Onun kusurları benim kusurlarımdır. Ben buyum. Eleştirilmesi gerekenler kendileri olanlar değil asla, kendini görmezden gelip, başkalarının amaçlarını kendilerininmiş gibi edinenler. Kendini unutanlar, kabul edilmek, onaylanmak uğruna kendi gibi davranmayanlar. Sorgusuz sualsiz içine doğduğu çembere uyum sağlayanlar, kendilerine, hayatlarına yazık edenler. Başkalarının halkalarını boyunlarına geçirenler. Böyleleri kendilerini avutmaya, oyalamaya, tatminsizliklerini unutmaya çalışırlar, şiirlerle, şarkılarla, hayallerle. İnandıkları işleri yapanların, inanarak bir şeyler üretenlerin ürünlerini izlerler ancak, onlara hayran olur, kendilerini onlarda bulurlar.
Ama biz yine de insanların fikirlerine çok değer veriyoruz. İstiyoruz ki yaşam tarzımız, seçimlerimiz onaylansın, fikirlerimiz kabul görsün, insanların fikrini değiştirsin, ürünlerimiz beğenilsin, alıcı bulsun. Yaşam tarzımızın taklitçisi, fikirlerimizin takipçisi, ürünlerimizin alıcısı ne kadar çok olursa, biz kendimizi o kadar değerli, o kadar güçlü hissedeceğiz. Eğer düşüncelerimizi, yeteneğimizi, seçimlerimizi onaylayan kimse olmasa, kendimize, anlamlı bulduğumuz her şeye inancımız çok çabuk tükenebilir. İnsan ne kadar çok kişiyi ikna ederse, o kadar güç kazanır.
Bazı insanların, ürünlerin büyük başarı kazanması, diğerlerininse bunu başaramaması insanda bazı insanların, onların ürünlerinin daha değerli, anlamlı olduğu kanısı uyandırıyor. Sanki o zamanın, o yerin mutlak bir gerçekliği varmış ve bu insanlar onu anlamaya herkesten daha çok yaklaşmışlar. Onu anlattıklarında dinleyenler tanıyorlar her gün görüp, içinde yaşayıp farketmedikleri gerçeği, şaşırıp gülümsüyorlar. Tarifini gördüklerinde gerçeği, gerçeği gördüklerinde tarifini hatırlıyorlar. Sanki mutlak bir güzellik varmış, pek çok insanın duyunca, görünce, hissedince tanıdığı. Bazen bir şarkı, bir şiir pek çok insanın içinde bir yere dokunuyor. Aşık olmanın gerçeği, kadın olmanın gerçeği, şu anda yaşamanın, Türk olmanın, İstanbul'u sevmenin gerçeği. Bu da hepimizin içinde aynı şeylerin olduğunu göstermez mi, benzer tecrübelerin anılarını, tortularını taşıdığımızı, birbirimize benzediğimizi? Belki de hepimizin içinde gerçeğin, Tanrı'nın bir parçası var, saf bir zerrecik, kendi gibi bir zerrecik gördüğünde onu tanıyor, hatırlıyor. Eğer böyle mutlak bir gerçeklik varsa, buna ulaşmanın yolu insanın samimi ve dürüst olmasıdır herhalde, en başta da kendisine.
Peki bir fikir diğerinden değerli mi? Gerçeği kendi dünya görüşünün, içinde bulunduğu çemberin, kendine miras kalan ve o ana kadar oluşturduğu fikirlerin merceğiyle değil, olduğu gibi görmeye çalışan, düşünen, yeni gördüklerine, farkettiklerine göre fikrini değiştirmeye hazır, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna böyle karar veren birinin fikirleri, diğerlerinden daha değerli olmalı. Böyle bir gerçek var mı, varsa da bilinebilir mi? Bence bizim inanmak istediğimizden çok daha karmaşık, dinamik, tutarsız da olsa, bir gerçeklik var. Onu bütün haksızlıklarıyla, tutarsızlıklarıyla, karmaşıklığıyla anlamaya çalışmak, tüm zorluğuna ve rahatsızlığına rağmen değerli bir çaba. Başımıza ne geliyorsa sonuçlarını bilemediğimiz, bilmeye çalışmadığımız, neleri etkilediğini, nelerden etkilendiğini anlamadığımız şeyleri yapmaya devam etmemizden gelmiyor mu? Başımıza bu ekonomik krizi böyle sarmadık mı? Herkes işini yaptı, yaptığının ne anlama geldiğini düşünmeden. Kaynaklarını bilinçsizce harcadığımız dünyadaki dengeleri böyle bozmuyor muyuz? Çünkü resmin bütününü görmeye çalışmak için yeterli sabrımız yok. Çünkü gerçek bizi rahatsız edecek, tutarsızlıklar, haksızlıklar kafamızı karıştıracak, inançlarımız sarsılacak, değerlerimiz alt üst olacak. Farkedersek bir şeyler yapmak zorunda hissedeceğiz, sorumluluk duyacağız. Bilmek, sorumluluk duymak boynumuza yeni bir halka gibi. Herkes bilir ki safça, suçluluk duygularıyla bir çemberi değiştirmeye çalışmak kendilerinin, sevdiklerinin, bazı durumlarda da kurtarmaya çalıştıklarının hayatlarını mahvetmekten başka bir işe yaramaz. O yüzden böylesi daha iyi, bilmemek daha iyi. Onu görmezden gelmeye, unutmaya çalışalım. Rahatımız bozulmasın.
Hele adaleti sağlaması için güvendiğimiz bir savcı, bir yargıç gerçeğe bir ideolojiyle, kinle, gücün keyfiyetiyle islenmiş gözlüklerle bakıyorsa? Polis, asker baştan taraflıysa? Hem haksızlık yapıyor, hem bu haksızlığı hakkı görüyorsa? Haklı olmayı hakkı sanıyorsa? Gerçeği, haklılığımızı, suçsuzluğumuzu ne kadar anlatırsak anlatalım, faydası olmayacaksa?
Aslında bizim sorunumuz, suçluluk duygusu biraz. İstiyoruz ki kimse bir şey kaçırmış olmasın hayatında, her şey olması gerektiği gibi olmuş olsun. Herkes olması gerektiği çemberde, herkes mutlu, biz anlayamasak da onlar öyle mutlu. Kimseyi yargılamamıza gerek yok, korkmaya da gerek yok, suçlu hissetmeye de. Bir kimse diğerinden üstün, şanslı değil. Mahallelerde, dar, pis sokaklarda, meydanlarda, kahvehanelerde ve çarşılarda, eskilikten ve bakımsızlıktan dökülen evlerde, esnaf lokantalarında, hastanelerde ve okullarda, yaşam akıp gidiyor. Slumdog Millionaire gibi filmlere, Salman Rushdie ve Zadie Smith’in kitaplarına, mahalle hayatının anlatıldığı Türk dizilerine bakacak olursak, o yaşam kavgasının sürüp gittiği renkli ve neşeli yerlerde hayatın nabzı, şehirlerin daha zengin, her türlü tatsızlıktan ve rahatsızlıktan kendini korumaya çalışan yerlerine kıyasla daha bir tutkuyla atıyor. Gerçek hayat belki de o, biz kendimizi ondan korumaya çalışıyoruz.
Bizim, bizim gibilerin gerçeği görmezden gelme yolumuz belki de bu. O mahalle dizileri, batılı orta sınıfa hitap eden kitaplar ve filmler, inanmak hoşumuza gideceği için servis edilen renkli, canlı birer hayalden ibaret belki de. Suçluluk duymayı bırak, neredeyse özeneceğiz o renkli, canlı, hiç bir şeyin kolay elde edilmediği hayatlara. Bizim güvenlik, yarını bilmek, kendimizi tehlikelerden korumak uğruna kaçırdığımız hayat parçacığı işte orada. Bunların içinde ne kadar gerçeklik payı olduğunu hiç bilemeyeceğiz, çünkü biz onlar değiliz. Neler yaşadıklarını, yaşadıkları karşısında neler hissettiklerini, kin mi güttüklerini, tevekkülle mi karşıladıklarını bilemeyeceğiz. Bizim gibi "aydınlanmış" tiplerin kendilerinden şanssız gördükleri zavallıları fakirliklerinden ve içine düştükleri karanlıktan kurtarma denemelerinden hiç biri başarıya ulaşmadı henüz. İnsanları neyin mutlu edeceğine dair varsayımlarımız hep yanlış çıktı. Bu demek değil ki bir gerçeklik yok ortada anlaşılması gereken. Tek söylediğim bizim bu gerçekliği anlamak için yeterince çaba göstermediğimiz. Hiç sorduk mu onlara ne istediklerini, aralarında yaşamaya, onları gerçekten anlamaya çalıştık mı? Bir an kafamızı çemberin dışına çıkarmadan onları değiştirmeyi denedik. Belki onlar, bizim onların istemeleri gerektiğini düşündüğümüz şeyi istemiyorlar. Belki asıl bazı şeylerin bilincinde, farkında olmayan, karanlıktan çıkmamakta direnen bizleriz.
***
Sunday, May 24, 2009
appearances
"I don't think the painter need either see or know the sitter. A portrait must not express anything of the sitter's 'soul', essence or character," says Gerhard Richter, a German painter whose work is displayed in the National Portrait Gallery nowadays. The curators explain:
Commenting on his self-portrait, where he is shown looking down, features of his face blurred by soft light, Richter says, "I don't know what I want. I am inconsistent, non-committal, passive; I like the indefinite, the boundless; I like continual uncertainty." OK, so this one displayed the essence of the sitter. Must have been attractive to the three wives we grew acquainted with in those paintings. They were intentionally blurry, of course.
I am also trying to read an essay about art by Iris Murdoch, and she talks of "whole-making," creating a story out of the bits and pieces we do know. And I'm wondering, do we have an essence, after all? Is there a story there? For example, is an artist's work their essence? The portraits may not display their subjects' essence, but do they display their painter's essence? I would say what I write here displays my essence, because I never wrote anything I didn't believe in (...at the time - conveniently.)
It should be, right, if the artist is being honest? If art displays anything at all, it should be its creator's essence, no? But how much of the artist can we really get to know by looking at their creation? They might in fact be completely different. Are they lying (in their creation or in real life), or did we get their work wrong in the first place? Maybe they changed their mind since then?
Anyways... What is an essence if it's just an idea, an emotion captured in words or on canvas?
"I don't think the painter need either see or know the sitter. A portrait must not express anything of the sitter's 'soul', essence or character," says Gerhard Richter, a German painter whose work is displayed in the National Portrait Gallery nowadays. The curators explain:
"Whether drawn from the media or based on family photographs, Richter's source images were intentionally 'banal'. The resulting paintings assert nothing definite, draw attention to no particular facet or feature, and avoid making a specific point. This avoidance tactic deflects the universal human instinct to seek meaning in the appearance of people and things. By depicting people in a range of ordinary situations, the paintings are open to a range of interpretations. In this way, the portraits convey a universal human predicament: the desire to understand the world and a corresponding inability to know anything with any certainty.
From the mid-1960's, Richter's portraits increasingly sustain this tension between inviting yet resisting interpretation. Richter commented: 'You realise that you can't represent reality at all -that what you make represents nothing but itself, and therefore is itself reality.'"
Commenting on his self-portrait, where he is shown looking down, features of his face blurred by soft light, Richter says, "I don't know what I want. I am inconsistent, non-committal, passive; I like the indefinite, the boundless; I like continual uncertainty." OK, so this one displayed the essence of the sitter. Must have been attractive to the three wives we grew acquainted with in those paintings. They were intentionally blurry, of course.
I am also trying to read an essay about art by Iris Murdoch, and she talks of "whole-making," creating a story out of the bits and pieces we do know. And I'm wondering, do we have an essence, after all? Is there a story there? For example, is an artist's work their essence? The portraits may not display their subjects' essence, but do they display their painter's essence? I would say what I write here displays my essence, because I never wrote anything I didn't believe in (...at the time - conveniently.)
It should be, right, if the artist is being honest? If art displays anything at all, it should be its creator's essence, no? But how much of the artist can we really get to know by looking at their creation? They might in fact be completely different. Are they lying (in their creation or in real life), or did we get their work wrong in the first place? Maybe they changed their mind since then?
Anyways... What is an essence if it's just an idea, an emotion captured in words or on canvas?
Saturday, May 23, 2009
Masal
Geceye açar akşam sefaları
Ölüme benzer güne vedaları
Deli dolu bir macera bir şölen bir düğün
Kadere kısmet narin hayatları
Işığa uçar bütün pervaneler
Ateşe giderken ne sahaneler
Dönerek acıyla aşkla şu alemi
Yana yana rakseder divaneler
Bir varmış bir yokmuş dünya masalmış
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış
Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış
Herkes payına düşen elmayı almış
Sora sora az gidip uz gidip kafdağına
Gizini arar saadetin dünyalılar
Günaha yakın dururken bir yanları
Ne kadar hazin hüzünlü sevdalılar
Sezen Aksu, Meral Okay
Geceye açar akşam sefaları
Ölüme benzer güne vedaları
Deli dolu bir macera bir şölen bir düğün
Kadere kısmet narin hayatları
Işığa uçar bütün pervaneler
Ateşe giderken ne sahaneler
Dönerek acıyla aşkla şu alemi
Yana yana rakseder divaneler
Bir varmış bir yokmuş dünya masalmış
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış
Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış
Herkes payına düşen elmayı almış
Sora sora az gidip uz gidip kafdağına
Gizini arar saadetin dünyalılar
Günaha yakın dururken bir yanları
Ne kadar hazin hüzünlü sevdalılar
Sezen Aksu, Meral Okay
Labels:
Music and Lyrics,
Türkçe
Wednesday, May 13, 2009
One Heart
Last week I went to a lecture at the LSE by Professor Conor Gearty, the former director of the school's Centre for the Study of Human Rights. The lecture was titled, "Human Rights after Darwin: is a general theory of human rights now possible?" Professor Gearty looked for the reasons of why we emphatize with and care for others in evolutionary psychology. He said caring for others' feelings and cooperative behaviour might have developed because these attitudes created the highest chances of survival and reproductive success. This could also explain how moral values, laws, religion, philosophy and literature came about. Moreover, these feelings were eventually divorced from the direct gains we could expect from performing them. The only utility we gained from caring for someone could be the pleasure of seeing their well-being (and our contribution to it). As a natural extension of this logic, we could emphatize with and care about people whom we don't know at all, and who will never return our favour. (Except maybe by karma points in this world or another.)
Professor Gearty, however, was quick to accept that caring for our kin and community took precedence over caring for strangers. If we perceive the interests of our kin and those of strangers to be in conflict, we would inevitably take sides with our kin. It seems to me that most of us have an inalienable need to care and feel and contribute to others' well-being. It is required for our happiness and fulfillment. It is a well of moral energy that needs to be used up, that needs to be channelled. However, the most essential requirements for survival are our first priority. Then comes the well-being of our family and friends. If all is well, and if we still have the time and energy and courage to notice (because choosing to look over misery is nothing but an excuse for inaction, laziness), then we start genuinely emphatizing with people we don't know about, and do something to change something for them. (Even then, I would be more likely to feel strongly about the problems in Turkey than those in another country.)
This is true on the level of individuals, people and governments. If we feel our survival and well-being to be threatened by others, their feelings and well-being will never matter to us. That's why the unjustified fear and paranoia created by indoctrination, history and received opinions can be so dangerous.
But can we really emphatize, can we really understand how others feel? Can we assume that just because our nature obliges us to care, there is a true and universal understanding of wellness and happiness? Does the urge to move forward mean that we are all moving towards a single point? Do we know where we are going, where we should be going?
Here the question of cultural relativism vs. universalism comes into stage. Can we really understand the struggle for survival and suffering when we have never struggled, suffered? Can we know the good and the best for others? Do they want for themselves what we want for them?
I believe in universal rights that stem simply from the dignity of being human. Everybody deserves them, even when they don't know it or when they are too pre-occupied with barely surviving to fight for it. What matters, however, is how we go about reaching these common goals. It is very important to understand people's values, their first and foremost needs and priorities, the context. And this takes hard work and we may be frustrated. The definition of good may be universal, but the definition of improvement differs from one community to the other. One community may need clean water, another may be trapped in violent conflict, and another might be fighting for political rights and freedom of expression. It is very important to attend to the reality of the local situation if we genuinely have people's well-being (and not our high ideals) at heart. Realism is better than idealism.
***
Once I thought that I had two hearts and they excluded each other. I wasn't happy with either of them. But now I realize they are knitted to each other with tiny strings, veins and arteries, they are in fact one. They feed each other constantly and grow from one another. If one were to shrink, the other would suffer, too.
There's no better way than being loved and believed in for what one is to gratify one's self. That little core in me shines, throbs with joy, expands. On the other hand, loving and caring is essential to happiness (for reasons I explained above), and it can be quite a selfish business. Sometimes I want to tell people (and my little calculating, doubting brain) - just let me be naive and stupid and care for something, even when I won't get anything in return, because I need to feel! I think sometimes we feel bitter when our love is not returned, not just because we are not loved back, and our ego suffers, but because we are denied the possibility to love, to make someone happy. It is so difficult having to do nothing when you want to do lots.
And when you expect lots in return, doing lots is selfish. Loving without expecting constant gratification in return is only possible when you are at peace with yourself.
Last week I went to a lecture at the LSE by Professor Conor Gearty, the former director of the school's Centre for the Study of Human Rights. The lecture was titled, "Human Rights after Darwin: is a general theory of human rights now possible?" Professor Gearty looked for the reasons of why we emphatize with and care for others in evolutionary psychology. He said caring for others' feelings and cooperative behaviour might have developed because these attitudes created the highest chances of survival and reproductive success. This could also explain how moral values, laws, religion, philosophy and literature came about. Moreover, these feelings were eventually divorced from the direct gains we could expect from performing them. The only utility we gained from caring for someone could be the pleasure of seeing their well-being (and our contribution to it). As a natural extension of this logic, we could emphatize with and care about people whom we don't know at all, and who will never return our favour. (Except maybe by karma points in this world or another.)
Professor Gearty, however, was quick to accept that caring for our kin and community took precedence over caring for strangers. If we perceive the interests of our kin and those of strangers to be in conflict, we would inevitably take sides with our kin. It seems to me that most of us have an inalienable need to care and feel and contribute to others' well-being. It is required for our happiness and fulfillment. It is a well of moral energy that needs to be used up, that needs to be channelled. However, the most essential requirements for survival are our first priority. Then comes the well-being of our family and friends. If all is well, and if we still have the time and energy and courage to notice (because choosing to look over misery is nothing but an excuse for inaction, laziness), then we start genuinely emphatizing with people we don't know about, and do something to change something for them. (Even then, I would be more likely to feel strongly about the problems in Turkey than those in another country.)
This is true on the level of individuals, people and governments. If we feel our survival and well-being to be threatened by others, their feelings and well-being will never matter to us. That's why the unjustified fear and paranoia created by indoctrination, history and received opinions can be so dangerous.
But can we really emphatize, can we really understand how others feel? Can we assume that just because our nature obliges us to care, there is a true and universal understanding of wellness and happiness? Does the urge to move forward mean that we are all moving towards a single point? Do we know where we are going, where we should be going?
Here the question of cultural relativism vs. universalism comes into stage. Can we really understand the struggle for survival and suffering when we have never struggled, suffered? Can we know the good and the best for others? Do they want for themselves what we want for them?
I believe in universal rights that stem simply from the dignity of being human. Everybody deserves them, even when they don't know it or when they are too pre-occupied with barely surviving to fight for it. What matters, however, is how we go about reaching these common goals. It is very important to understand people's values, their first and foremost needs and priorities, the context. And this takes hard work and we may be frustrated. The definition of good may be universal, but the definition of improvement differs from one community to the other. One community may need clean water, another may be trapped in violent conflict, and another might be fighting for political rights and freedom of expression. It is very important to attend to the reality of the local situation if we genuinely have people's well-being (and not our high ideals) at heart. Realism is better than idealism.
***
Once I thought that I had two hearts and they excluded each other. I wasn't happy with either of them. But now I realize they are knitted to each other with tiny strings, veins and arteries, they are in fact one. They feed each other constantly and grow from one another. If one were to shrink, the other would suffer, too.
There's no better way than being loved and believed in for what one is to gratify one's self. That little core in me shines, throbs with joy, expands. On the other hand, loving and caring is essential to happiness (for reasons I explained above), and it can be quite a selfish business. Sometimes I want to tell people (and my little calculating, doubting brain) - just let me be naive and stupid and care for something, even when I won't get anything in return, because I need to feel! I think sometimes we feel bitter when our love is not returned, not just because we are not loved back, and our ego suffers, but because we are denied the possibility to love, to make someone happy. It is so difficult having to do nothing when you want to do lots.
And when you expect lots in return, doing lots is selfish. Loving without expecting constant gratification in return is only possible when you are at peace with yourself.
Subscribe to:
Posts (Atom)