Sunday, July 31, 2011

Devamlılık

Bir çok yer gezip de yeni bir yere gelen insan, daha önce yaşadığı yerlerdeki arkadaşlarını kaybetmek istemiyor. Hatta yeni yerdeki yeni hayatımın, daha önce yaşadığım yerlerde yaptıklarımın sonucu olduğunu düşünmek çok hoşuma gidiyor. Yani hiç bir şey boşa gitmemiş, kesintiye uğramamış, kaybedilmemiş, her şey tam olması gerektiği gibi gelişiyormuş gibi. Hikayeler güzeldir.

Bugün vapurla Kadıköy'den dönerken Beyazıt kulesini görünce, Moda'da gezerken, Yakup 2'de duvarlardaki resimlere ya da Leb'i Derya'da manzaraya bakarken, Beyoğlu'nda yürürken de devamlılık duygusuna kapılıyorum, ama bu benim hayatımın dışında, ama benim hayatımı kapsayan bir şey. Bu basit ve sığ, milliyetçiliğe yakın bir duygu gibi görünebilir, belki öyledir. Ama annemin, babamın, teyzemin, eniştemin, kitaplarını okuduğum, şarkılarını dinlediğim insanların yaşadığı, oturduğu, gezdiği yerlerde olmak hoşuma gidiyor. Sanki çok gerilerden gelen bir yolda yürüyormuş gibi. Bu duyguya kapıldığım zaman ben turist olmaktan çıkıyorum, baktığım şey turistik olmaktan çıkıyor.

Saturday, July 30, 2011

Yalnızlığa övgü

Şimdi size de duygu sömürüsü yapmak istemem ama küçüklüğümden beri yalnız yemek yiyen adamlar, bekar ve çocuksuz kadınlar beni içlendirmiştir. Geçen hafta bir çok yere koşturup bol bol yiyip içip sosyalleştikten sonra biraz yalnız kalmak istemiştim. Sık görüştüğüm üniversiteden bir arkadaşım İstanbul'dan ayrıldı, İstanbul'u ziyaret eden diğer arkadaşım da Belçika'ya döndü. Yani geçen haftaki sosyallik tamamen şans eseriymiş ve bitti.

Önce sevindim kendime zaman ayırabileceğim, evi derleyip toparlayacağım, kitap okuyacağım, belki bir şeyler yazacağım diye. Hiç ilham gelmiyor bu aralar. Ayrıca uzun zamandır ilk kez kimse ilgimi çekmiyor. Ya da fikirlerim o kadar çabuk değişiyor ki onlara güvenim kalmadı. Bu bana önce çok büyük bir şans, müthiş ve özgürleştirici bir şey gibi göründü. Zaten bu işlerde kadınlar farkında olsalar da, olmasalar da hep zararlı çıkıyordu. Yani bir kadının psikologların cool deyimiyle "güvenli bağlanma" ihtiyacını karşılayabilmesi için, bir yaşam tarzını paket halinde kabullenmesi gerekiyordu. Hele bir de çocuğun olursa yandın. Onu başka kadınların üzerine yıksan bir türlü, yıkmayıp kendin baksan bir türlü. Doğanın kadınlara kurduğu bu tuzaklardan aklını kullanıp korunmalıydı insan. Ayrıca şu gelin ve bebek bolluğunda bir de ben gelin olmuşum, bir bebek de ben yapmışım, ne önemi var ki! Oysa ben daha farklı bir şeyler yapabilirim. Yapabilirim yapabilirim de, ne zaman?

Baktım akşamları Amy Winehouse haberleri okuyup şarkılarını dinlemekten başka bir şey yapmıyorum, kendime bakıp içlenmeye başladım. Her ne kadar o şarkıların uğruna yazıldığı adamın beş para etmediği gün gibi açık olsa da, o şarkıları yazdıran duygulara imrenmeye başladım. Belki de tüm bu mantık yürütmeler, doğaya karşı çıkmalar yalnızlığa dayanmak için aklımın ürettiği tesellilerden ibaretti. Akılcılıkla, temennilerle bir yere varamıyordu insan, yine doğa galip geliyordu. Ben buraya artık yerleşeyim diye taşındım ama, gene kimse yerinde (ve yanımda) durmuyor. Belki de insanlar hakkındaki fikirlerimin de çok önemi yok, yok birinin siyasi görüşleri bana uymuyormuş, yok birisi kendini çok beğenmişmiş, diğeri çok depresifmiş, korkakmış. Doğru amaçlar için mücadele eden sağlam birisi yok etrafta. Mücadele edecek gücü olan kendi için mücadele ediyor, yüce amaçları olan mücadele edecek gücü bulamıyor. Hem ben öyle biri miyim ki öyle birini arıyorum? Soralım bakalım onlar benim hakkımda ne düşünüyorlar? Zayıf değilim, üstelik kafam rahat değil. Hem insan herkeste sevilecek bir yan bulup, herkese alışabilir. Zaten bir şeye yeterince zaman ve enerji vakfeden insan, onu sevmeyecek değil ya. Doğa halleder her şeyi.

Neyse son kararım şudur ki, hiç bir şeyin ve hiç kimsenin sürekli yanında olacağına güvenemeyeceği bu dünyada insanın kendine güvenmesi, kendine bakması, kendi ayakları üzerinde durması gerekir. Çalışmak, üretmek, ne kadar sürekli E-maillerimize ve twitter'a bakarak unutmaya çalışsak da, çoğu zaman yalnız kalabilmeyi gerektirir. İnsan, hayatını kendisi anlamlandırabilmeli; başkalarından ne kendisini onaylamalarını, ne hayatına anlam katmalarını, ne de hiç değilse kendisini oyalamalarını beklemeli. Yalnızlık ne acınacak, ne de başa gelince (ya da seçilince) özür dilenmesi gereken bir şey.

Wednesday, July 20, 2011

Tatlı hayat

Geçen bir hafta içinde ıstakoz ve morina balığı yedim, Galata'nın teraslarında mehtapla yakamozun farkını öğrendim, deniz taksiyle Suada'dan Anjelique'e çıktım, Nişantaşı'nda alışveriş yaptım. Bütün bunlar güzeldi. Galata'daki sokak, kediler, gençler, kapılar, merdivenler, mehtabın önünden geçen kapkara yük gemileri, hepsi güzeldi ve rastgeleydi. Güzellik insanın gözünü alıyor. Hepimiz boş gözlerle ona bakıyorduk. Ne yaptığımızı, ne yapmak istediğimizi, neler olduğunu, neler olmadığını unutuyorduk. Aslında unutamıyorduk.

İnsanın ufkunun genişliğinin, ne kadar parası olduğuyla, hangi okulu bitirdiğiyle hiç ilgisi yok.

Sunday, July 03, 2011

Hayvanlar alemi

Ofisteki pencerem bir sürü binaya bakıyor. Binaların arasında bir sokak var, insanlar karınca gibi görünüyor. Birbirine yaslanmış, birbirinin üstüne binmiş irili ufaklı binalar da karınca tepeleri gibi zaten. Bomonti'de "Anthill" diye bir residence yapmışlar, boşuna değil.

Bazen kendimi hayatın öyle dışında hissediyorum ki. Kafam çemberin dışında, kafam bedenimin de dışında, hem etrafımdakileri hem kendimi seyrediyor. Bir rüya ya da daha doğrusu bir kabus gibi. Belki de insanlığın evriminin bu aşamasında doğmuş olmamız çok büyük şanssızlık: Aklımız gerçekten filin tepesindeki adam gibi, file söz geçirmeye çalışıyor ama sürüklenip gidiyor filin götürdüğü yere. Aklımız insanlığın, kendimizin traji-komik aptallıklarına şahit oluyor, bunların aptallık olduğunu biliyor da gene de hiç bir şey gelmiyor elinden.

Korkmaya başladım çünkü çevreme, kendime bakınca sadece içgüdüleriyle hareket eden ve bu duruma kendini tamamen kaptırmış hayvanlar görüyorum. Bugün sahilde uzun uzun yürüdüm. Kimler görmedim ki. Yavaş yavaş yürüyen bir çok çiftler gördüm. Kocaman kumpirler satanlar ve yiyenler gördüm. Boğaza atlayıp yüzenler, çıkıp gene atlayıp gene yüzenler gördüm. Küçük teknesinde gelip geçene bakıp kemençe çalan bir amca gördüm. Çöp toplayan çok yaşlı, çok ufak bir teyze gördüm. Bebek'teki cafenin önünde kırmızı Porsche gördüm. Kuruçeşme'de sonu gelmeyen değnekçiler gördüm. Türk Telekom'dan aradılar, dün Başka Dilde Aşk'ı izlemiş olmama rağmen kızcağızı kabaca savdım başımdan.

Heybesindeki sabit telefonları satmaya çalışan bir amca gördüm. Bana kızgın kızgın bağırıp durdurdu, prostat gibi dertlerini anlattı ve telefon satmak istedi. Ona sadece bozuk paralar verdim, telefon almadım. Ama yol evrene saldığınız kötücül enerjinin dönüp gene sizi bulabileceği kadar uzun. Güneşin alnında sabit telefon satıyor olmasını kendisinin ya da ailesinin zayıflığına verip vicdanımı rahatlatmaya çalışıyordum ki birden karşımda at gibi bir köpek belirdi, bana doğru koşuyor. Yolun ortasında donup "hık" diye bir ses çıkardım. Hayvan yanımdan geçti gitti. Olay da tam Suada'nın durağında cereyan ediyor, şık bir takım insanlar mütebessim seyrediyor. Kulaklıklarımı çıkardım, yerimden kıpırdayamadan etrafımızda bir tur koşup yoluna devam eden tasmalı hayvanın sahibini aramaya başladım. Sonra kıronun birini elinde kayış köpeğin peşinde gördüm. Adamın biri bağırdı, "bağlasana hayvanını!" diye. Ben kızgın kızgın bakmaktan başka hiç bir şey yapamadım, yoluma devam ettim.

Sivas olayları oldu, ne polis engellemeyi denedi, ne asker, ne başbakan. İnsanları diri diri yakanların avukatları milletvekili oldu AKP'den. Bugün Sivas olaylarını ananlara gaz bombası atıldı. Ogün Samast dolduruşa gelip Hrant Dink'i öldürdü. Kendisi çocuk mahkemesinde yargılanıyor, Hizbullahçılar tutukluluk süresi reformu sayesinde serbest. Ayşe Özyılmazel gitti Ali Taran'ın kanser hastası karısını kendisi için terketmesine izin verdi, "mutluluğu tercih ediyorum" diye savundu kendini. Benim hep akıntı, rüzgar diye tarif ettiğim şey aslında insanlığın kollektif aptallığıdır, hayvani duygularıdır. Aptallık bazen komik görünür, "memleketimden insan manzaraları" der güler dalga geçeriz. Ne eğlenceli, mineli minikli sürprizli duygulu memlekette yaşıyoruz diye seviniriz. Duygularımızla yaşıyoruz diye övünür, yaşadığımızı hissederiz. Ne sıkıcı olurdu medeni bir İskandinav ülkesinde yaşamak!

Ama bu aptallık bazen vahşet olur, bize nefes aldırmaz. Ne kadar suya sabuna dokunmasak, işimizde gücümüzde olsak da, günün birinde bir köpeğin saldırısına uğrayabiliriz.

Bu rüzgarın, akıntının karşısında durulması gerektiğini düşünenler, çaresizliğe kapılırlar. Hukukun olmadığı yerde bu aptallık dalgasından korkarlar ve hiç bir şey yapamazlar. Ama bu aptallığa kendilerini kaptırıp, onu yok da sayamazlar. Ya da belki günün birinde kaptırırlar, kimbilir.