Politeness has a bad name. We often assume it's about being 'fake' (which is meant to be bad) as opposed to 'really ourselves' (which is meant to be good). However, given what we're really like deep down, we should spare others too much exposure to our deeper selves. We need to learn manners, which aren't evil, they are the necessary internal rules of civilisation. Politeness is very linked to tolerance, the capacity to live alongside people whom one will never agree with, but at the same time, can't avoid.
From Alain de Botton's A manifesto for atheists: 10 virtues for the modern age.
The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Sunday, March 31, 2013
Çekirdek
İnsan bütün günü birisi ya da birileriyle geçirse de uykusunda yalnız. Hele uykusuzluğunda iyice yalnız. Alkol ve kahve bende uykusuzluk ve huzursuzluk yapıyor. Dün gece yine karamsar düşüncelere kapılmış geceyi nasıl geçireceğimi düşünürken meditasyon usulü güzel bir şeyler düşünmeye karar verdim. Serin ama güneşli bir bahar gününde, tatlı esintiler içinde upuzun bir kumsalda yürüdüğümü hayal ettim önce ama pek bir işe yaramadı. Sanki içine düşen en ufak bir çakıl taşıyla kabarıp dalgalanan, taşan karanlık bir göl vardı içimde.
Sonra içimde yaşadığım sürece çevremde, hayatımda olup biten hiç bir şeyin, hiç bir değişikliğin değiştiremeyeceği sabit bir nokta bulunduğunu hayal ettim. Göğüs kemiğimin bittiği, karnımın başladığı yerde, karnımın derinliklerinde bir yerde olacaktı ve bir meyvenin çekirdeği ya da demirden bir leblebiye benzeyecekti. Bölünemeyecekti, parçalanamayacaktı. Başıma ne gelirse gelsin o değişmeyecekti ve her durumla başa çıkmamı sağlayacaktı. Belki ego, karakter, ruh ya da yürek dedikleri şeydir bu ya da tasavvuf felsefesine göre bütün canlılar gibi bizde de bulunması gereken Tanrı'nın ışığından bir parça. İnsanın başına ne gelirse gelsin ayakta kalmasını sağlayan, içinden gelen bir güç. Yalnızlık o kadar kötü gelmedi o zaman, bu düşünce beni sakinleştirdi.
Sonra içimde yaşadığım sürece çevremde, hayatımda olup biten hiç bir şeyin, hiç bir değişikliğin değiştiremeyeceği sabit bir nokta bulunduğunu hayal ettim. Göğüs kemiğimin bittiği, karnımın başladığı yerde, karnımın derinliklerinde bir yerde olacaktı ve bir meyvenin çekirdeği ya da demirden bir leblebiye benzeyecekti. Bölünemeyecekti, parçalanamayacaktı. Başıma ne gelirse gelsin o değişmeyecekti ve her durumla başa çıkmamı sağlayacaktı. Belki ego, karakter, ruh ya da yürek dedikleri şeydir bu ya da tasavvuf felsefesine göre bütün canlılar gibi bizde de bulunması gereken Tanrı'nın ışığından bir parça. İnsanın başına ne gelirse gelsin ayakta kalmasını sağlayan, içinden gelen bir güç. Yalnızlık o kadar kötü gelmedi o zaman, bu düşünce beni sakinleştirdi.
Labels:
Türkçe
Saturday, March 16, 2013
Kadınların seçimi
Amerikalı iki başarılı kadının kadınların neden üst düzey görevlere gelemediği ile ilgili tartışması çok ilgimi çekiyor. Princeton Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Anne-Marie Slaughter, oğluyla daha çok vakit geçirebilmek için Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndaki üst düzey görevinden ayrılmasının ardından bu konuya kafa yormaya başlamış. The Atlantic'te çıkan makalesinde, kadınların bir yandan ailelerine "yeterli" zaman ayırırken diğer yandan üst düzey görevlere gelmek ve bu görevlerde kalmak için gerekli zamanı bulmalarının ne kadar güç olduğunu anlatıyor. Bu durumda işverenlerin kadınlara daha esnek çalışma koşulları ve esnek çalışmanın dezavantaj oluşturmayacağı bir kurumsal kültür sağlaması gerektiğini savunuyor. Buna karşılık Facebook'un COO'su Sheryl Sandberg, kadınların yükselememesini yeterince hırslı ve dirayetli davranmamalarına bağlıyor. Sandberg'in Lean In isimli kitabını okumadım, ama anladığım kadarıyla kadınların kendi kendilerinden beklentilerini toplumun beklentilerinin seviyesine indirdiklerini, bu yüzden de yeterince mücadele etmediklerini söylüyor.
Slaughter'ın argümanına temel oluşturan önemli bir varsayım var: Pek çok kadının değer sistemi, erkeklerinkinden farklı. Bunun nedenlerinin toplumsal mı, biyolojik mi olduğu ve bunun iyi mi, kötü mü, yoksa kadınların bin bir zorlukla elde ettiği kazanımlara ihanet mi olduğu sorularını bu seferlik bir kenara bırakalım. Böyle bir kadın evlenip çocuk sahibi olduğunda her gün çalışmaya ayırdığı uzun saatlerin fırsat maliyeti büyüyecektir. Bu durumda da işinden ve iş ortamından elde ettiği maddi-manevi tatmini; çalışma saatlerini çocuklarından ayrı geçirmenin sıkıntısı, günün geri kalan saatlerinin telaşı ve bakıcı, temizlikçi gibi yardımcıların maliyetleri ile karşılaştırıp hangisinin daha ağır bastığına karar vermesi gerekecektir. Bu durumdaki bir kadın işvereninden çalışma koşullarının iyileştirilmesini/esnekleştirilmesini talep edebilir veya kendisini daha çok tatmin eden/hayatını daha az zorlaştıran bir başka işi seçebilir. (Her ne kadar ev kadınlığının bazı kurumsal işlerden çok daha saygın olduğunu düşünsem de, çalışmayı büsbütün bırakmak seçeneğini sürdürülebilir görmediğimden üzerinde durmuyorum.) Slaughter'ın savunduğu tarzdaki kurumsal değişiklikler ancak daha çok kadın bu pazarlığı yapabilirse gerçekleşecektir. (Sanırım kadınların bu konuda pazarlık yapma hakkını kendilerinde görmesi Sandberg'i de mutlu ederdi.)
Tabii ki orta-üst düzey yöneticilerin ve maddi durumu görece iyi kadınların pazarlık gücü daha yüksek olacaktır. İşverenlerin iyi donanımlı kadınları işe alım sırasında da, böyle bir pazarlık sonucunda da gözden çıkarmaları öyle çok kolay değil. Kadınların kendi değerlerinin farkına varıp, başları kesilmiş tavuklar gibi koşturmak yerine kendileri için en uygun şartları elde edebilmek için mücadele etmeye başlamaları gerekiyor.
Slaughter'ın argümanına temel oluşturan önemli bir varsayım var: Pek çok kadının değer sistemi, erkeklerinkinden farklı. Bunun nedenlerinin toplumsal mı, biyolojik mi olduğu ve bunun iyi mi, kötü mü, yoksa kadınların bin bir zorlukla elde ettiği kazanımlara ihanet mi olduğu sorularını bu seferlik bir kenara bırakalım. Böyle bir kadın evlenip çocuk sahibi olduğunda her gün çalışmaya ayırdığı uzun saatlerin fırsat maliyeti büyüyecektir. Bu durumda da işinden ve iş ortamından elde ettiği maddi-manevi tatmini; çalışma saatlerini çocuklarından ayrı geçirmenin sıkıntısı, günün geri kalan saatlerinin telaşı ve bakıcı, temizlikçi gibi yardımcıların maliyetleri ile karşılaştırıp hangisinin daha ağır bastığına karar vermesi gerekecektir. Bu durumdaki bir kadın işvereninden çalışma koşullarının iyileştirilmesini/esnekleştirilmesini talep edebilir veya kendisini daha çok tatmin eden/hayatını daha az zorlaştıran bir başka işi seçebilir. (Her ne kadar ev kadınlığının bazı kurumsal işlerden çok daha saygın olduğunu düşünsem de, çalışmayı büsbütün bırakmak seçeneğini sürdürülebilir görmediğimden üzerinde durmuyorum.) Slaughter'ın savunduğu tarzdaki kurumsal değişiklikler ancak daha çok kadın bu pazarlığı yapabilirse gerçekleşecektir. (Sanırım kadınların bu konuda pazarlık yapma hakkını kendilerinde görmesi Sandberg'i de mutlu ederdi.)
Tabii ki orta-üst düzey yöneticilerin ve maddi durumu görece iyi kadınların pazarlık gücü daha yüksek olacaktır. İşverenlerin iyi donanımlı kadınları işe alım sırasında da, böyle bir pazarlık sonucunda da gözden çıkarmaları öyle çok kolay değil. Kadınların kendi değerlerinin farkına varıp, başları kesilmiş tavuklar gibi koşturmak yerine kendileri için en uygun şartları elde edebilmek için mücadele etmeye başlamaları gerekiyor.
Labels:
Dreams and Family,
Feminism,
Türkçe,
Work
Subscribe to:
Posts (Atom)