Sunday, September 25, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da

Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde Büyük Juri Ödülü'nü kazanan yeni filmi Bir Zamanlar Anadolu'da'ya gittim bugün. Polisler, askerler, savcı, doktor ve şüphelilerin kurduğu bir konvoy, bir gece yarısı kasabadan uzağa gömülmüş bir cesedi aramak için yola çıkar. Geniş bozkırın ortasındaki kıvrımlı yollarda, bir çeşme başından diğerine ince bir alev akıntısı gibi ilerlerler ama, ceset bir türlü bulunamaz. Bütün karakterler gittikçe zayıf düşerler: Bozkırın genişliğinin, bozan havanın, karanlığın, kaderin, yalnızlıklarının, güzelliğin, kayalardaki kabartmaların ve mantığa sığmayan hikayelerin karşısında güçleri yoktur. On binlerce yıllık zamanın, uçsuz bucaksız mekanın içindeki ufacık varlıkları önemsizdir belki ama dertlerinin ağırlığı taşıyamayacakları kadar büyüktür.

İnsanın evren karşısındaki küçüklüğü ile acılarının ve sevinçlerinin alabileceği korkunç boyutlar arasındaki zıtlık, festivalde Altın Palmiye'yi alan Terrence Malick'in The Tree of Life'ında da vardı.

Ama kahramanlarımız varlıklarının önemsizliğini ve dertlerinin ağırlığını aynı anda unutabiliyor ve kendilerini ellerindeki işe verebiliyorlardı. Birbirleriyle rekabete giriyor, birbirlerine güceniyor, birbirleriyle dalga geçiyorlardı. Küçük hesapların, küçük çıkarların peşine büyük bir ciddiyetle düşüyorlardı. Hepimiz gibi.

Filmin başarısı, bütün bunları, yani insanın acınası, ağır gerçekliğini böyle açık gösterebilmesi.
Çeyrek hayat bunalımları

Bir arkadaşım "Çeyrek Hayat" diye bir site açtı, ben de küçük bir şey yazdım. Buyrun burada:

İnsan kötü huylarının, alışkanlıklarının, beceriksizliklerinin sırf kendisinde olmadığını, normal durumlar olduğunu öğrenmekten hoşlanır da, yetenekleriyle, ilgi alanlarıyla ve “potansiyeliyle” benzersiz olduğunu düşünmeyi sever. Sanırım pek çoğumuz özel insanlar olduğumuzu ve yaşadığımız hayattan daha özelini hak ettiğimizi düşünüyoruz ve bunu düşünen binlerce kadından biri olduğumuzu öğrenmek, daha baştaki varsayımımızı çürüttüğü için rahatsız edici.

Mesela ben geçen hafta bir yaratıcı yazı kursuna başladım ve benim gibi otuz kişinin (çoğu kadın) daha kursa katıldığını gördüm. Demek ki kursa katılmak özel olmak için yeterli değil, kursta çok çaba harcamalıyım ki gerçekten farklı şeyler yazabileyim. Başta varsaydığımdan hep daha çok çalışmam, daha çok adım atmam gerekiyor. Yılmadan devam edebilenler de yapmak istedikleri şeyleri yapabiliyorlar. Hem bir şeyi gerçekten istiyorsanız yılmazsınız, inat edersiniz. Eğer inat etmiyorsanız da aslında yeterince istemediğinizi anlamış olursunuz ve o fikri aklınızdan çıkarır, dikkatinizi başka alanlara yöneltirsiniz.

Kısacası bizim gibi durumundan şikayet edip daha iyisini hak ettiğini düşünen çok insan var ve gerçekten özel ve farklı olup olmadığımızı anlamanın tek yolu, denemek. Gerçeği öğrenmek tabii ki yürek istiyor, ama farklı biri olmanın, farklı bir şeyler yapabilmenin ilk koşulu cesaret! Çeyrek hayat, yolun yarısı, yaş kaç olursa olsun geç değil, ama hemen bir şeyler yapmak gerekiyor.

Zaman

Zamanla ilgili yazmak isteyince aklıma Perihan Mağden'in yıllar önce buraya koyduğum, geniş zamanları özleyen yazısı geldi. Geniş zamanlar yok, çünkü bir şeyi yapmış olmak yetmiyor, onu belli bir zaman içinde yapmak gerekiyor. Hatta ne yaptığınızın önemli olmadığı durumlarda bile, belli bir zaman içinde bir şeyler yapmış olmak gerekiyor. Pek çok durumda ne yapacağımıza kendimiz karar verebiliyoruz, ama şu verimli olmak, ne yapacaksak bir an önce yapmak takıntımızdan, sabırsızlığımızdan, bir şeylere geç kalma korkumuzdan kurtulamadık. Yeter ki bir şeyler yapalım diye panikten bazen gayet lüzumsuz şeyler de yapabiliyoruz. Kendi hayatımızın, zamanımızın sahibi olabilmek için en önce bundan kurtulmamız gerek.

Tuesday, September 20, 2011

Vicdanın sesi

Ece Temelkuran, "Sınıfsız Domates" diye çok tepki gören bir yazı yazdı. Yazıda, aralarındaki sınıf farkına rağmen evdeki yardımcısının kendisine nasıl içten bir sevgi duyabildiğini soruyordu. Sonra da bir başka yazıyla bu yazısının aceleye geldiğini, kendini doğru ifade edemediğini, ama kendisine gösterilen tepkileri de aşırı ve kötü niyetli bulduğunu anlattı.

Temelkuran, keşke ilk yazısında yardımcısının bir aylık geliri tutarında ayakkabılar aldığını ve yardımcısının hiç bir sosyal güvencesi olmadığını yazmasaydı, çünkü içine girdiği duygusal günah çıkarma hali içinde gerçek durumu anlatamadığını düşünüyorum. Zaten kendisi de söylediklerini düzeltmiş. Ancak Temelkuran'ın sorusu gayet yerindeydi: Yardımcısı, Temelkuran'ın sahip olup kendisinin olamadığı onca imkana rağmen nasıl onu seviyor, düşünebiliyordu? Tamam, bulundukları durum Temelkuran'ın değil sistemin suçuydu, ama yine de eski ve temel bir soru.

Belki teori ve solcular bunu Stockholm Sendromu'na bağlıyordur, ama benim başka açıklamalarım var. Birincisi, Tülay Hanım kendi imkanlar ufkuyla işvereninin önünde uzanan imkanlar ufkunu karşılaştıramaz, çünkü benzer tecrübeler yaşamamıştır. Başka bir deyişle, ne kaçırdığını bilmiyordur. Hayalleri de, kendisi için mümkün gördükleriyle sınırlıdır. Belki de işvereninin yaşadığı türlü çeşitli üzüntülere şahit oluyor, ona acıyordur. Tülay Hanım Ece Hanım'dan daha mutlu bile olabilir.

İkinci sebep ise şu: Geçen senenin sonunda Roberto Mangabeira Unger'ın Passion isimli makalesinden söz etmiştim. Unger orada diyordu ki, yüz yüze ilişkiler sadece çıkara dayalı olamaz, zamanla insanın içinde mutlaka bir duygu uyandırır. Eğer karşınızdaki kötücül birisiyse onu sevmezsiniz, iyicil birisiyse belki arkasından konuşursunuz, kızarsınız ama bir yandan da seversiniz. Belli ki Tülay Hanım da Ece Hanım'ı seviyor. İnsana dayanma ve uyum sağlama gücünü veren arkadaşlarının ve başkalarının onda uyandırdığı sevecenliktir. Sınıfı, işi ne olursa olsun herkese. Bunu anlamak için akşamları bizim ofise gelen temizlik görevlilerinin birbirleriyle şakalaşmalarına, dertleşmelerine kulak vermek yeter. Bizim dertleşmemize, şakalaşmamıza da.

Ancak konuyla doğrudan ilgili olmasa da Amartya Sen'in neredeyse her yazıda, bıkıp usanmadan tekrar ettiğim argümanını yine söyleyeceğim: Tülay Hanım'ın mutlu olmayı ve işverenini sevmeyi başarması, onun ve çevremizdeki insanların çoğunun hakettikleri imkanlara sahip olmadığı gerçeğini unutturabilecek bir bahane olamaz.

Tabii pek kimse Temelkuran'ın sorusuna cevap vermeye kalkışmadı çünkü herkes kafayı onun yazılarında savunduğu değerlerle yaşam tarzı arasındaki farka takmıştı. Orta sınıf hayatında yazılarında anlattığı acıları, çileleri anlıyor, hissediyor olamazdı, sadece bunları anlayan ve hisseden, bunlara öfkelenen biri olma fikrini seviyor olmalıydı. Zaten şu Sınıfsız Domates yazısında da başını belaya sokan aşırı duygulu üslubunda da bir... aşırılık vardı. Tekrar edildikçe baygınlaşıyordu.

Bana sorarsanız Temelkuran gerçekten öfkeleniyor, utanıyor. Bu utancı ona yaşatan durumlar, haksızlıklar ortadan kalksın istiyor. Herhalde yazılarının bunları ortadan kaldırmayacağının da farkındadır, ama bunları yazmak, içini dökmek zorunda kalıyor. Yeteneği tartışılabilir, ama ben bu kadarının içtenliğini biliyorum.

Sunday, September 04, 2011

Kimya

Lisede kimya dersinde bir deney yapmıştık: Bir cam kapta şeffaf bir çözelti vardı, üzerine bir başka sıvı damlatmıştık. Bir damla, iki damla, bir çok damlalar sonra sıvı yine şeffaf kalmıştı, sonra birden kırmızıya dönmüştü. İnsanda da böyle bir aydınlanma noktası olabiliyor. İyi ya da kötü bir gerçekle ilgili pek çok emareyi görmezden geldikten sonra bir şey daha oluyor ve insan o ana kadar olan ama anlamlandırmadığı her şeyi birleştirip bir şeyi anlayabiliyor. Anlamı olmayan, rastgele olaylara aceleyle anlam atfetmenin tam tersi de bir şeyi bir türlü anlamamak. Anlamak geçen zamanla ve büyümekle ilgili bir şey.