Wednesday, June 22, 2011

Satisfaction!

Following from this post and this one. This is why people can't walk against the wind, swim against the current even when they know that they should do it.

"Intellectual, scientific, and artistic activities belong to the province of Extremistan, where there is a severe concentration of success, with a very small number of winners claiming a large share of the pot. This seems to apply to all professional activities I find nondull and 'interesting' (I am still looking for a single counter-example, a nondull activity that belongs to Mediocristan)...

Acknowledging the role of this concentration of success, and acting accordingly, causes us to be punished twice: we live in a society where the reward mechanism is based on the illusion of the regular; our hormonal reward system also needs tangible and steady results." Black Swan, pg. 85


"You work on a project that does not deliver immediate or steady results; all the while, people around you work on projects that do. You are in trouble. Such is the lot of scientists, artists, and researchers lost in society rather than living in an insulated community or an artist colony." pg. 86


"Our intuitions are not cut out for nonlinearities. Consider our life in a primitive environment where process and result are closely connected. You are thirsty; drinking brings you adequate satisfaction. Or even in a not-so-primitive environment, when you engage in building, say, a bridge or a stone house, more work will lead to more apparent results, so your mood is propped by visible continuous feedback." pg. 87

"Researchers spent some time dealing with this notion of gratification; neurology has been enlightening us about the tension between the notions of immediate rewards and delayed ones. Would you like a massage today, or two next week? Well, the news is that the logical part of our mind, that 'higher' one, which distinguishes us from animals, can override our animal instinct, which asks for immediate rewards. So we are a little better than animals, after all-but perhaps not by much. And not all of the time." sf. 88


"It may be a banality that we need others for many things, but we need them far more than we realize, particularly for dignity and respect. Indeed, we have very few historical records of people who have achieved anything extraordinary without such peer validation-but we have the freedom to choose our peers. If we look at the history of ideas, we see schools of thought occasionally forming, producing unusual work unpopular outside the school. You hear about the Stoics, the Academic Skeptics, the Cynics, the Pyrrhonian Skeptics, the Essenes, the Surrealists, the Dadaists, the anarchists, the hippies, the fundamentalists. A school allows someone with unusual ideas with the remote possibility of a payoff to find company and create a microcosm insulated from others. The members of the group can be ostracized together-which is better than being ostracized alone." sf. 94

Saturday, June 18, 2011

Ateş topu

Geçen gün televizyonda Brahms'ın 3. senfonisini duyduk. Annem Ingrid Bergman'ın Aimez-vous Brahms? filmini hatırladı, sonra Abbas Kiarostami'nin Juliette Binoche'lu filmi Aslı Gibidir'i hatırladık ve bir kadın ve bir erkeğin mutlu bir gün boyu güzel bir şehirde dolaşıp sohbet ettiği A Brief Encounter ve Before Sunrise'ı. Annem "insanların henüz birbirinin sorumluluğunu almadığı" o devrenin ne kadar güzel olduğunu söyledi. Bense elimde bir ateş topu gibi gezdirdiğim hayatımın sorumluluğunu birine atmaya ne kadar hazır olduğumu farkettim. Halbuki beş yıl önce, bu blogu yazmaya ilk başladığımda farkındaydım insanın bunu yapmaması gerektiğinin. İnanmazsanız buyrun okuyun. Aynen şöyle yazmışım:

"Özgürlük, insanın kendi mutluluğunun sorumluluğunu taşıyabilmesiyle başlar. Pek çok insan sırf bu sorumluluğu taşımaktan korktuğu için özgürlüğünü erteler. Özgürlüğün yükünü hafifletebilmek için başka insanların ya da koşulların onlar yerine karar vermesine izin verirler. Eğer sonuçta mutsuz olurlarsa o başka insanları, koşulları, kaderi, kartları suçlarlar. Ama aslında özgürlüğünü birine terketmek, insanın kendi kararıdır. Herkesin hayatı kendi sorumluluğundadır. Benimki de..."

Mesele sadece insanın kendi mutluluğunun sorumluluğunu taşıyabilmesi de değil. Mutluluğun kendisi de bir ateş topu; onu taşıyabilmek de ayrı mesele. Bir yandan bize verilen bu hediyeyi kaybetme korkusu, bir yandan bizim kadar şanslı olmayanlara karşı duyduğumuz vicdan azabı rahat vermez. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında şöyle der:

"Mümtaz, Nuran'ı her eve bırakışında bunu sonuncu zannederek korkardı. Ona göre ruhun en az tahammül edeceği şey saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataklıktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz." (sf. 209)
Sınıf atlamak

Sergi, mağaza açılışlarının çok olduğu bir mahallede oturuyorum. Kaldırımlardan küçük, şık kalabalıklar eksik olmuyor, bazen ben de açılış davetiyelerini binanın girişinde ya da dairemde buluyorum. Bazen benim de tanıyabileceğim kadar ünlü insanlar görüyorum, bazen hangi açılışa kimin geldiğini dergilerden ya da televizyondan öğreniyorum. Ama bir açılışa gidip de insanlarla tanışmaktan korkuyorum. Yazar Elif Batuman Vogue'daki röportajında Nişantaşı'ndan korktuğunu söylemiş.

Skylife Haziran sayısına Alain de Botton'un sınıf atlamak üzerine yazdığı bir yazıyı koymuş. Diyor ki, zengin ve güçlü insanlarla tanışıp arkadaş olma çabasında bir kötülük yok, ama onların zengin ve güçlü olmayan insanlardan daha değerli olduğunu düşünüyorsanız kafanız pek çalışmıyor olabilir.

Bir yola giriyorsunuz ve o yolda tanıştığınız insanlar, o yolda daha hızlı ilerlemenizi sağlıyor. Size aklınıza gelmeyecek fikirler, duymayacağınız haberler veriyorlar. Sizi bilmediğiniz yerlere götürüyor, dikkat etmediğiniz şeyleri gösteriyorlar. Sizi iyi veya kötü kendi tanıdıklarına anlatıyorlar, sizi tanıştırıyorlar, size referans oluyorlar. Her arkadaşınız, kendinizi aşmanıza ön ayak oluyor.

Başka yollarda hiç tanışmadıklarınızla, hiç tanışamıyorsunuz ve bütün bunlardan mahrum kalıyorsunuz. O yüzden yarı yolda yol değiştirmek çok zor oluyor.

Kimlere göz koyduğunuz, hangi yolda olmak istediğinizle ilgili aslında. Ben isterdim ki, takip ettiğim gazeteci ve yazarlarla arkadaş, denk olayım. Ama bütün bunlar çaba gerektirir, her grubun bir raconu vardır. Belki günün birinde öyle şeyler yazarım ki, o da olur.

Monday, June 06, 2011

Kötülük

Yine yaz geldi ve ben kötülük üzerine düşünmeye başladım. Şöyle bir şey gördüm Suç ve Ceza'da:

"Öyle ya, bazı belirtilerden kendisinin de anladığı gibi, nikahtan sonra, ilk zamanlarda bile, Dunya ile oturması olanaksızmış. İyi yürekli adam herhangi bir biçimde bunu ona sezdirmiş olsa gerek. Ama anneciğim inanmak istemiyor buna, 'ben kabul etmeyeceğim' diyor. Öyleyse kime güveniyor? Afanasiy İvanoviç'e kırdırdığı yüz yirmi ruble emekli yıllığından geri kalanına mı? Kışlık atkı örmekten, eldiven dikmekten gözlerini harap etti zavallı. Yüz yirmi ruble yıllığına bu atkı örme işi de yılda ancak yirmi ruble ekliyor, biliyorum. Buradan şu anlaşılıyor, gene de Bay Lujin'in soyluluğuna güveniyor. 'Sanırım kendi önerecek, rica edecek.' Çok beklersin! Schiller'in güzel insanlarında hep böyledir: Son ana dek yüceltirler insanı, son dakikaya dek her şeyi iyiye yorarlar, asla kötülük beklemezler; madalyonun öteki yanını sezinler gibi olsalar bile, söylenmesi gereken sözcüğü kesinlikle söylemezler. Kötüyü düşünmek bile yılgınlığa düşürür onları. Ellerini kollarını sallayarak gerçeği uzaklaştırmaya çalışırlar. Ta ki, yücelttikleri insan burunlarını kırana dek..." sayfa 57.

Saturday, June 04, 2011

Victims of The City

Edwin Heathcote of the FT wrote an article called Liveable vs. Lovable on 6 May. Had he not announced Istanbul as the most lovable city in a later article ('Liveable, lovable and lauded'), the Turks on Facebook, and hence I, would have never become aware of his existence to start with.

Heathcote makes the point that cities like Vancouver, Copenhagen and Munich, which top the lists of "most liveable cities," are not nearly as dynamic and attractive as the likes of London, New York and Istanbul. Heathcote says that these cities are not bounded by their "beauty;" their ugliness and chaos gives them the space to constantly transform themselves. People from different ethnic and social backgrounds co-exist and interact within the realms of the city. At one point he quotes Descartes, who, "writing about 17th century Amsterdam, said that a great city should be the 'inventory of the possible.'"

So far, so good. And Heatcote is probably right that Munich or Paris are not as liveable for immigrants as they are for their bourgeoise residents. I agree that the criteria of the "most liveable" indices are too rational and too based on middle-class values of safety, beauty, comfort and predictability. They don't take into account the joy, pain and possibilities that make a city alive. A city is attractive so far as it is unpredictable and chaotic enough to allow for chance encounters with Nassim Taleb's "good black swans." Of course, the overwhelming majority of the city's residents won't make that jump on the social ladder, but the possibility and the stories of those who made it are always there.

This sounds familiar, somehow. The minute possibility of making it big.

But then Heathcote makes some awe-inspiring remarks, that show how little sympathy he has for those who lose out:


"Whether in New York's SoHo, Chelsea or Brooklyn, in Berlin's Mitte or London's Shoreditch, Hoxton and now Peckham, it is at these moments of radical change that cities begin to show potential for real transformation of lives, or for the creation of new ideas, culture, cuisine and wealth. Once gentrification has occurred, bohemians may whinge about being priced out, as they always have done but, in a big enough city they are able to move on and find the next spot."

"Yet it is proven again and again that the biggest cities are in fact the greenest. Their density, the close proximity in which people live and the minimal amount of land they occupy - compared with largely suburban Vancouver, for example, makes for a far smaller carbon footprint. Mumbai is probably the greenest big city there is - slums like the million-strong Dharavi use minimal land, energy and water. And, of course, without wishing to patronize, it is undeniable that there are happy people living surrounded by their families in Brazil's favelas and millions living lives of drudgery and lonely despair beneath northern Europe's leaden skies."

Then I suggest Mr. Heathcote move his family to Brazil's favelas, or even better, to Dharavi, where he and his family can minimize their carbon footprint?

Post-modern thinking gave a big excuse to capitalists all over the world: That we don't have to feel bad for people stricken with poverty, because those people perceive the world differently; they may even be happy within the bounds of their small worlds! Amartya Sen, on the other hand, warns against subjective accounts of happiness. "The indigent peasant who manages to build some cheer in his life should not be taken as nonpoor on grounds of his mental accomplishment."

Sen talks of empirical studies in post-famine Bengal in 1944, where widowers complained of their "indifferent health" but widows made no issue of it. Whether one feels happy and content depends on one's dreams and expectations from the world. People find ways to cope with difficulties. But this does not mean that they don't deserve better lives and chances to do bigger things (and clean water and sewage systems and public transportation, for that matter.)

I shouldn't leave you without a few comments on Istanbul, the most liveable and loveable city according to Heathcote and his readers. The Turkish government gives their gentrification projects the name "city transformation project," a name Heathcote would surely approve. On one hand, "happy bohemians" are pulled out of their neighborhoods and placed into new social buildings in the outskirts of the city. Those who try to preserve their homes and lifestyles raid the art galleries that have just been opened by the "urban sophisticates."

On the other hand, new office buildings and "residences" spring up everywhere, soaking up the capital surplus that has accumulated legally or illegally. Every other TV ad is trying to sell a real estate project. Developers take pride in "selling what's real" and "being in the business for ten years." The creative destruction of the "built environment," in David Harvey's words, is one of the most convenient ways to burn money. Banks lend to both project developers and buyers. To me, all this sounds frighteningly like the real estate bubbles in the U.S. and in Spain.

If you are an "urban sophisticate," who has the money but who is bored of the middle class values and ways of life, you would surely want some variety and dynamism around you. So that you could enjoy new ideas, culture and cuisine. But those people are not there to inspire and amuse you. Their purpose in life is not to create the most exciting city for you. A deeper analysis than airy ramblings about the beauty and possibilities of chaos would have been welcome.