Tuesday, October 06, 2015

Karne

Bu ayki değerlendirmelerimiz sonucu, sıralamalardaki düşüşünün devam ettiğini üzülerek bildirmek zorundayız. Gittikçe daha da sıradan bir insan haline geliyorsun. Detaylara girmeden önce, bu karnenin tamamen kendi belirlediğin değerlendirme kriterlerine göre hazırlandığını hatırlatmak isteriz. Yani üç yıl önce belirlediğin kriterler. Diyorsan ki “benim için evlenip çocuk sahibi olmuş olmak yeterlidir, ben böyle mutluyum, kendimden de başka bir beklentim yok,” değerlendirme kriterlerini değiştirip daha olumlu sonuçlar alman mümkün olabilir. Tabii ki insan zaman geçtikçe kendini daha iyi tanır, fikirleri de değişebilir, bunda ayıp yok. İnsanın kendini bilmesi en büyük erdemdir.

Bu ay neler yaptın? Öncelikle küçük Can’ı bir ay daha büyüttünüz, tebrik ederiz. Can’la beraber tatile gittiniz ve hiç dinlenemediniz. Bir defa valiz hazırlamak tam bir gün sürdü. Beş günlük tatil için dört valiz hazırladın. Bu kadar çabanın sonunda sabah sekiz feribotuna yetiştiğinizde bir başarı kazanmış gibi hissedecektin ki, feribotun sizin gibi küçük çocuklu ailelerle dolup taştığını gördün. Bu kadar insanın senin kadar çok iş yapması, sonunda herbirinizin feribottaki onlarca aileden sadece biri olabilmeniz moralini bozdu. Sıradanlık bu kadar çaba gerektirmemeliydi, bu kadar çaba gerektiren şeyler sıradan olmamalıydı. Belki de bu ülkede en büyük başarı sıradan olabilmekti. Buradaki kadınlar şu çocukları büyütmek için harcadıkları emeği başka herhangi bir şeye yöneltebilseler... Feribot yolculuğu Can’ı koridorlarda gezdirip bir şeyler yedirmeye çalışarak geçti. Bir ara Can’ın “mem-me” diye bağırması üzerine emzirecek yer soruşturdun, ibadethanede emzirebileceğini söylediler. Çoluk çocuk ibadethanenin yerine serili halının üzerinde yatan naylon çoraplı kadınları görünce üzerine bir örtü örtüp koltuğunda emzirmeye karar verdin. Ama Can örtüden sıkıldı, emmekten vazgeçti. Tabii ki yanında getirdiğin kitapların, dergilerin kapağını açamadın. Eskiden yapabildiğin şeyleri çocuk yüzünden yapamıyor olmak ve bu fedakarlığına rağmen yine de sıradanlıktan kurtulamamak içinde bir isyan dalgası kabarttı. (Bu duygu tatil boyunca sık sık tekrarlanacaktı. ) Bütün bunlara rağmen feribotta yanınızda oturan hoş ve sıcakkanlı reklamcı kadının çocuğu olmadığını öğrenince ona acıdın.

Can gittiğiniz otelde herkesin sevgilisi oldu. Herkes Can’a gülümsüyordu, ama sen çocuğun peşinde, elinde mama kavanozu ve kaşık, yüzünde umutsuzluk ve sabırsızlık dolu bir ifadeyle geziyordun.  Üstelik tüm bunları yaparken evden uzakta geçen şu birkaç değerli günün kıymetini bilmen, keyfini çıkarman gerektiğini düşünüyordun. Bu da ayrı bir stres kaynağıydı. Mesela şu açık büfe seansları… Sana kalırsa çeşit çeşit yemeklerin gönlünce tadına bakmak en çok senin hakkındı. Ama olmuyordu, olamıyordu. Can’ın (uykusunu yemeğe denk getirebildiğiniz mucizevi bir kahvaltı dışında) oyalanması ve beslenmesi gerekiyordu. Nöbetleşe yediğiniz yemekler boğazına diziliyordu. Etrafına bakıyordun ve hıncahınç dolu yemek salonundaki yaşlı-genç insanlar ve insan yavruları sana karınca sürüleri gibi görünüyordu. Lahana dolmaları havada uçuşuyor, rokfor peynirleri yerlere düşüyordu. Şu dünyadan kâm almaktan başka hiçbir amaçları olmayan, bundan ötesini düşünmeyen karınca sürüleri. Oysa onların da hayatları zordu ve onlar da parasını ödedikleri bu açık büfeyi sonuna kadar hak ettiklerine emindiler. Belki sen de yemeğin keyfini çıkarabilsen her şey bu kadar kötü görünmeyecekti. Peki her şeyin bu kadar kötü görünmesinin sebebi senin kötümserliğin miydi, yoksa her şey gerçekten bu kadar kötüydü ve esas sorun senin bunu keyfin yerindeyken görememen miydi?

Tatilden sonra Can’ı bakıcısına emanet edip işe döndün. Kıçının üstünde oturup, öğlenleri yemeğe gidip çocuk sahibi olan diğer kadınlarla anneliğin incelikleri ve zorlukları ve bakıcılar ve kocalar hakkında sohbet edip, olmayanlara acıyıp, arada bir yalandan bir sunum hazırlamak ya da rapor yazmak için güzel bir fırsat. Sen bu işi üç yıl önce bırakmak istemiyor muydun? Hani yaptığın işin bir işe yaramadığından şikayet ediyordun? O patronluk tasladığın, kamerayla gözleyip elverişli zamanlarda uyardığın bakıcınla temizlikçin hiç değilse bir iş yapıyorlar. Hani o çalıştığın şirketin ortağı olmakta bile gözün yoktu? Hani o tıklım tıkış asansörlerin içindeki herkes karıncalar gibiydi (herkesi karıncaya benzetiyorsun!), kendilerini kaptırmışlardı, her şeyi otomatik yapıyorlardı, bir tek sen kendini kaptıramamıştın da her şeyi olduğu gibi görüyordun, ama kimse bunun farkında değildi, bir ajan gibi… Tabii iyi bir proje gelse de biraz pohpohlansan bütün bu düşünceler yok olurdu, böyle oyunbozanlık yapmazdın.

Bari boş zamanlarında sana anlamlı gelen (en azından üç yıl önce anlamlı geldiğini söylediğin) bir şeyler yapsan, okusan, yazsan? Ama bütün yaptığın Instagram’a girip bilinçsizce fotoğraflara bakmak. Modern dünyanın uyuşturucusu bu. Güzellik bağımlılık yapıyor ama sahip olamayınca acı veriyor. Aslında senin için önemli olmadığını iddia ettiğin şeyleri, mesela güzel bir vücudu ya da elbiseyi ya da tekne tatilini ya da altında “dünyanın en iyi, en düşünceli kocası bana nasip oldu!” yazan bir adamı karşında görüverince kıskanıyorsun, kendine acıyorsun. Halbuki aklına fırsat versen, sana bu fotoğrafların gerçek olmadığını (çünkü kimse IDO feribotunda ya da ofisinin tıklım tıkış asansöründe çektiği fotoğrafları Instagram’a koymuyor; saklananlar gösterilenlerin gerçekliğinden çalıyor), bu resimleri koyanlarla yarışa girmenin aptalca olduğunu, senin için (aslında herkes için) esas mutluluğun başka yerlerde olduğunu anlatacak. Ama yorgunsun, bu duygularla baş edecek gücü bulamıyorsun.

Yorgunluk sana normalde yapmayacağın başka şeyler de yaptırıyor. Mesela gecenin 11’inde Can’ı uyutmaya çalışıyorsun. Can yatağına konunca uyumaya alışkın değil, ya memede uyuyacak ya da evde bu iş için aldığınız arabada. Mehmet televizyonun karşısında uyumuş, sende de artık emzirecek takat yok, zaten bu saatte süt de yok, arabayı bir ileri bir geri sallayıp duruyorsun. Can’ı uyutmuş olmak günün son başarısı olarak hanene yazılacak, az sonra sen de diğer koltuğa uzanıp Instagram’a bakarken uyuyakalabileceksin. Oyalanmak için gözünün ucuyla tartışma programında konuşan meymenetsiz adamlara bakıyorsun. Söyledikleri ne kadar boş... Birden varislerin sızlıyor ve Can’ı yatağına koyma vaktinin geldiğine karar veriyorsun. Arabadan alırken mızmızlanıyor, kucağında debeleniyor ve yatağa bıraktığın anda ağlamaya başlıyor. Sırtını sıvazlıyorsun, kâr etmiyor. O anda günün hâlâ bitmemiş olduğu ve henüz koltuğa yatıp uyuklayamayacağın gerçeği, sana dayanılmaz geliyor. Sabrın taşıyor. Mehmet’e sesleniyorsun. Mehmet kalkıyor ve “beceriksiz, uyutamadın mı” diyor. (Şu anda konumuz sen olduğun için Mehmet’in hıyarlıklarına girmiyoruz ama kendi karnesinde yaptığı yanlışları kısaca açıklamaya çalıştık, malum uzun metinleri okuyamıyor.) O anda sende şalterler atıyor. İkisinin de hayatını nasıl mahvettiklerinden girip, asıl beceriksiz ve düşüncesizin Mehmet olduğundan çıkıp, bağırıyorsun da bağırıyorsun. Mehmet’i üzmek, kırmak istiyorsun. Çocuk korktu, ağlıyor. Hatta Mehmet de korktu. Komşular duymuş olabilir. En çok da alt kattaki piyanist kızdan utanıyorsun çünkü o genç, yetenekli, bütün zamanını alan bir çocuğu, kocası ya da kendisine anlamsız geldiği halde bırakamadığı kurumsal bir işi yok. Evde olduğu zamanlar uzun uzun piyano çalıyor.

Herkesle aynı şeyleri yaparak herkesten farklı olamazsın. Kendi sosyo ekonomik düzeyindeki yüz yetmiş bin sekiz yüz on üç kadın içinde, kendi seçtiği kriterlere uygun bir yaşam sürebilmek bakımından doksan sekiz bin alti yüz elli yedinci sıradasın. Geçen aya göre bin üç yüz altmış dört sıra düştün. Ya değerlendirme kriterlerini, ya da alışkanlıklarını değiştirmen gerekiyor. Sana bol şans diliyor, yanaklarından öpüyoruz.