Bu ay neler yaptın? Öncelikle küçük
Can’ı bir ay daha büyüttünüz, tebrik ederiz. Can’la beraber tatile gittiniz ve
hiç dinlenemediniz. Bir defa valiz hazırlamak tam bir gün sürdü. Beş günlük tatil
için dört valiz hazırladın. Bu kadar çabanın sonunda sabah sekiz feribotuna
yetiştiğinizde bir başarı kazanmış gibi hissedecektin ki, feribotun sizin gibi
küçük çocuklu ailelerle dolup taştığını gördün. Bu kadar insanın senin kadar
çok iş yapması, sonunda herbirinizin feribottaki onlarca aileden sadece biri
olabilmeniz moralini bozdu. Sıradanlık bu kadar çaba gerektirmemeliydi, bu
kadar çaba gerektiren şeyler sıradan olmamalıydı. Belki de bu ülkede en büyük
başarı sıradan olabilmekti. Buradaki kadınlar şu çocukları büyütmek için harcadıkları
emeği başka herhangi bir şeye yöneltebilseler... Feribot yolculuğu Can’ı koridorlarda
gezdirip bir şeyler yedirmeye çalışarak geçti. Bir ara Can’ın “mem-me” diye
bağırması üzerine emzirecek yer soruşturdun, ibadethanede emzirebileceğini
söylediler. Çoluk çocuk ibadethanenin yerine serili halının üzerinde yatan
naylon çoraplı kadınları görünce üzerine bir örtü örtüp koltuğunda emzirmeye
karar verdin. Ama Can örtüden sıkıldı, emmekten vazgeçti. Tabii ki yanında
getirdiğin kitapların, dergilerin kapağını açamadın. Eskiden yapabildiğin
şeyleri çocuk yüzünden yapamıyor olmak ve bu fedakarlığına rağmen yine de
sıradanlıktan kurtulamamak içinde bir isyan dalgası kabarttı. (Bu duygu tatil
boyunca sık sık tekrarlanacaktı. ) Bütün bunlara rağmen feribotta yanınızda
oturan hoş ve sıcakkanlı reklamcı kadının çocuğu olmadığını öğrenince ona
acıdın.
Can gittiğiniz otelde herkesin
sevgilisi oldu. Herkes Can’a gülümsüyordu, ama sen çocuğun peşinde, elinde mama
kavanozu ve kaşık, yüzünde umutsuzluk ve sabırsızlık dolu bir ifadeyle
geziyordun. Üstelik tüm bunları yaparken
evden uzakta geçen şu birkaç değerli günün kıymetini bilmen, keyfini çıkarman
gerektiğini düşünüyordun. Bu da ayrı bir stres kaynağıydı. Mesela şu açık büfe
seansları… Sana kalırsa çeşit çeşit yemeklerin gönlünce tadına bakmak en çok
senin hakkındı. Ama olmuyordu, olamıyordu. Can’ın (uykusunu yemeğe denk
getirebildiğiniz mucizevi bir kahvaltı dışında) oyalanması ve beslenmesi
gerekiyordu. Nöbetleşe yediğiniz yemekler boğazına diziliyordu. Etrafına
bakıyordun ve hıncahınç dolu yemek salonundaki yaşlı-genç insanlar ve insan
yavruları sana karınca sürüleri gibi görünüyordu. Lahana dolmaları havada
uçuşuyor, rokfor peynirleri yerlere düşüyordu. Şu dünyadan kâm almaktan başka
hiçbir amaçları olmayan, bundan ötesini düşünmeyen karınca sürüleri. Oysa
onların da hayatları zordu ve onlar da parasını ödedikleri bu açık büfeyi
sonuna kadar hak ettiklerine emindiler. Belki sen de yemeğin keyfini
çıkarabilsen her şey bu kadar kötü görünmeyecekti. Peki her şeyin bu kadar kötü
görünmesinin sebebi senin kötümserliğin miydi, yoksa her şey gerçekten bu kadar
kötüydü ve esas sorun senin bunu keyfin yerindeyken görememen miydi?
Tatilden sonra Can’ı bakıcısına emanet
edip işe döndün. Kıçının üstünde oturup, öğlenleri yemeğe gidip çocuk sahibi
olan diğer kadınlarla anneliğin incelikleri ve zorlukları ve bakıcılar ve
kocalar hakkında sohbet edip, olmayanlara acıyıp, arada bir yalandan bir sunum
hazırlamak ya da rapor yazmak için güzel bir fırsat. Sen bu işi üç yıl önce
bırakmak istemiyor muydun? Hani yaptığın işin bir işe yaramadığından şikayet
ediyordun? O patronluk tasladığın, kamerayla gözleyip elverişli zamanlarda
uyardığın bakıcınla temizlikçin hiç değilse bir iş yapıyorlar. Hani o
çalıştığın şirketin ortağı olmakta bile gözün yoktu? Hani o tıklım tıkış
asansörlerin içindeki herkes karıncalar gibiydi (herkesi karıncaya
benzetiyorsun!), kendilerini kaptırmışlardı, her şeyi otomatik yapıyorlardı,
bir tek sen kendini kaptıramamıştın da her şeyi olduğu gibi görüyordun, ama
kimse bunun farkında değildi, bir ajan gibi… Tabii iyi bir proje gelse de biraz
pohpohlansan bütün bu düşünceler yok olurdu, böyle oyunbozanlık yapmazdın.
Bari boş zamanlarında sana anlamlı
gelen (en azından üç yıl önce anlamlı geldiğini söylediğin) bir şeyler yapsan,
okusan, yazsan? Ama bütün yaptığın Instagram’a girip bilinçsizce fotoğraflara
bakmak. Modern dünyanın uyuşturucusu bu. Güzellik bağımlılık yapıyor ama sahip
olamayınca acı veriyor. Aslında senin için önemli olmadığını iddia ettiğin
şeyleri, mesela güzel bir vücudu ya da elbiseyi ya da tekne tatilini ya da
altında “dünyanın en iyi, en düşünceli kocası bana nasip oldu!” yazan bir adamı
karşında görüverince kıskanıyorsun, kendine acıyorsun. Halbuki aklına fırsat
versen, sana bu fotoğrafların gerçek olmadığını (çünkü kimse IDO feribotunda ya
da ofisinin tıklım tıkış asansöründe çektiği fotoğrafları Instagram’a koymuyor;
saklananlar gösterilenlerin gerçekliğinden çalıyor), bu resimleri koyanlarla
yarışa girmenin aptalca olduğunu, senin için (aslında herkes için) esas
mutluluğun başka yerlerde olduğunu anlatacak. Ama yorgunsun, bu duygularla
baş edecek gücü bulamıyorsun.
Yorgunluk sana normalde yapmayacağın
başka şeyler de yaptırıyor. Mesela gecenin 11’inde Can’ı uyutmaya çalışıyorsun.
Can yatağına konunca uyumaya alışkın değil, ya memede uyuyacak ya da evde bu iş
için aldığınız arabada. Mehmet televizyonun karşısında uyumuş, sende de artık
emzirecek takat yok, zaten bu saatte süt de yok, arabayı bir ileri bir geri
sallayıp duruyorsun. Can’ı uyutmuş olmak günün son başarısı olarak hanene
yazılacak, az sonra sen de diğer koltuğa uzanıp Instagram’a bakarken uyuyakalabileceksin.
Oyalanmak için gözünün ucuyla tartışma programında konuşan meymenetsiz adamlara
bakıyorsun. Söyledikleri ne kadar boş... Birden varislerin sızlıyor ve Can’ı
yatağına koyma vaktinin geldiğine karar veriyorsun. Arabadan alırken
mızmızlanıyor, kucağında debeleniyor ve yatağa bıraktığın anda ağlamaya başlıyor.
Sırtını sıvazlıyorsun, kâr etmiyor. O anda günün hâlâ bitmemiş olduğu ve henüz
koltuğa yatıp uyuklayamayacağın gerçeği, sana dayanılmaz geliyor. Sabrın
taşıyor. Mehmet’e sesleniyorsun. Mehmet kalkıyor ve “beceriksiz, uyutamadın mı”
diyor. (Şu anda konumuz sen olduğun için Mehmet’in hıyarlıklarına girmiyoruz
ama kendi karnesinde yaptığı yanlışları kısaca açıklamaya çalıştık, malum uzun
metinleri okuyamıyor.) O anda sende şalterler atıyor. İkisinin de hayatını
nasıl mahvettiklerinden girip, asıl beceriksiz ve düşüncesizin Mehmet
olduğundan çıkıp, bağırıyorsun da bağırıyorsun. Mehmet’i üzmek, kırmak
istiyorsun. Çocuk korktu, ağlıyor. Hatta Mehmet de korktu. Komşular duymuş
olabilir. En çok da alt kattaki piyanist kızdan utanıyorsun çünkü o genç,
yetenekli, bütün zamanını alan bir çocuğu, kocası ya da kendisine anlamsız geldiği
halde bırakamadığı kurumsal bir işi yok. Evde olduğu zamanlar uzun uzun piyano
çalıyor.
Herkesle aynı şeyleri yaparak herkesten
farklı olamazsın. Kendi sosyo ekonomik düzeyindeki yüz yetmiş bin sekiz yüz on
üç kadın içinde, kendi seçtiği kriterlere uygun bir yaşam sürebilmek bakımından
doksan sekiz bin alti yüz elli yedinci sıradasın. Geçen aya göre bin üç yüz
altmış dört sıra düştün. Ya değerlendirme kriterlerini, ya da alışkanlıklarını
değiştirmen gerekiyor. Sana bol şans diliyor, yanaklarından öpüyoruz.