"...birden bana bütün alem, kapıları hep birbirine açılan sayısız odalı bir saraymış gibi geldi. Bir odadan diğerine hatırlayarak ve hayal ederek geçebiliyorduk ancak, ama çoğumuz tembellikten bunları çok az yapıp hep aynı odada kalıyorduk.” Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, sayfa 464
Maida Vale'e ilk taşındığımızda emlakçının (ve eski erkek arkadaşına yakın oturmak isteyen ev arkadaşımızın) oyununa gelip asıl taşınmak istediğimiz ev boşalana kadar berbat bir evde kalmıştık. O evde geçirdiğimiz bir buçuk-iki ayı gene de mutlu hatırlıyorum. Eve Internet telefon falan bağlatmadığımızdan yakındaki Starbucks'tan bir wireless hesabı almıştık, haftasonları sırayla gidip kullanıyorduk. Sabah erkenden kalkmaya çalışıyordum, hele aklımda yazacak bir şey varsa. Maida Vale'e sonbahar çok güzel geliyordu. Hava çok güzel serinliyordu, günler kısalıyordu, yeni iş kıyafetlerimi giyip işe gidiyordum. Kırmızı apartmanlar, sararan ağaçlar, metrodan çıkınca çarpan sessizlik. Uğultuya alışınca sessizlik duyulabilen bir şey oluyordu.
Şu anda oturduğum ev çok küçük olduğu için çabucak kendimi dışarı atmak istiyorum; bugün Cafe Nero'ya giderim diye plan yapmıştım hafta içinde. Ama önce ofise gitmek gerekti ve ofiste geçirdiğim bir kaç saat o kadar canımı sıktı ki Cafe Nero'ya vardığımda içimde hiç şevk kalmamıştı. Cafe tıklım tıklımdı, tanıdıklar vardı, üstelik blogspot açılmıyordu.
Neyse demek ki Maida Vale günlerini yeniden yaşamak mümkün değil. Geçen sefer benim oralarda yaşadıklarımın burda hiç kıymeti yok yazmıştım ya. Düşündüm de, kimse bilmese, merak etmese, ben anlatamasam, belki de şu anda oralarda öğrendiklerimin, yaşadıklarımın hakkını verecek şeyler yapmasam, yaşamasam bile Washington'da, Münih'te, Londra'da geçen günler çok kıymetli. Onlar benim şehirlerim. Onları düşününce içimi bir ferahlık kaplıyor; bir süreliğine bile oralara gitmek isteyenleri çok iyi anlıyorum. Hele şu seçim öncesinde, Özgür Mumcu'nun şu yazısında çok zekice tarif ettiği aptallık çevremizi sarmış, nefes aldırmıyorken. Aptal yerine koyanlar ve koyulanlar dalga dalga üzerimize geliyorken.
Elitistim, evet. "Kendi iyiliği için" toplumu zararlı neşriyattan korumaya çalıştıklarını iddia edenler ve bunlara hak verenler hala birilerine elitist diyebiliyorlarsa, elitistim ben de. Başbakanın konuşmasında pankart açan öğrencileri, araştırmacı gazetecileri aylarca, yıllarca hapiste tutanlar demokratsa, bizim gibiler de ancak darbeci, Ergenekoncu olabilir. Hatta Silivri-Kandil hattında bir komplo kurulmuş olabilir ve YGS ile ilgili haber yapanlar da bu komplonun bir parçası olabilir. Çünkü bütün iyilikler hükümetimizden, bütün kötülükler komploculardan gelmektedir. Ama bedelini ödeyeceklerdir elbet "bakanlık listeye eşek koysa seçerim" diyen hakimlerin elinde.
İnsanları büyük, berbat fikirlere kurban etmeyelim, insan hayatı değerlidir diyecek oldu birileri. Bu temenniyi, bu hayali, bu çağrıyı bile kendilerine yontmayı bildiler. "Önce insan!," ne vadilerin önemi var, ne heykellerin, ne yer altından çıkan, ne su altında kalacak olan kap kacağın. Vasatlık imparatorluğunda güzel olan, anlamlı olan, insanın hayatına anlam katan hiç bir şeyin önemi yok.
Aslında düşünecek olursak dünyanın her yerinde birileri birilerini aptal yerine koyuyor, haksızlıklar yapılıyor. Koskoca ülkeler işgal ediliyor, başka ülkelere işkence kampları kuruluyor. Sarah Palin gibiler aday oluyor, kürtajdan falan bahsediyor, göçmenler hedef alınıyor. Bankalar kurtarılıp üniversitelerin fonları kesiliyor, BBC Türkçe kapatılıyor. Ucuza krediler verilip sonra borçlular sorumsuzlukla suçlanıyor. Stratejik senaryolar kuruluyor binlerce kilometre uzaktaki insanlar üzerine, onlara zerrece değer vermeden. Belki oralardayken de aklımız burda olduğundan farkına varmıyorduk. Ya da üstümüze alınmıyorduk olanı biteni.
Belki de özlediğim o ülkelerdeki, şehirlerdeki görüş zenginliği, ferahlığı kadar, oralardaki saf, mutlu, meraklı hallerim.