Analizlerde çoğu zaman şu formül kullanılıyor: “Erdoğan son on yılda askeri vesayeti sonlandırdı ve ekonomiyi büyüttü, üst üste seçim başarıları kazandı. Ama son zamanlarda otoriter eğilimler göstermeye başladı, yaşam tarzlarına karışılan gençler de ayaklandılar.”
Başbakanın başarılarından o kadar da emin olmamak gerekiyor. Sadece gazeteciler değil, şu an hapishanelerde bulunan askerler, akademisyenler, öğrenciler ve siyasetçilerin pek çoğunun aleyhine kullanılan delillerin ve iddiaların yalan olduğu biliniyor. Buna karşılık Uludere, Deniz Feneri, ÖSYM’deki şifre skandalı gibi pek çok örnekte hükümete yakın kimseler “yedirilmiyor”, bu kişilere hesap sorulamıyor. Bu hukuksuzluğun ve onu yaratan nedenlerin (polis, hakim ve savcıların taraflı zihniyetleri ve HSYK’nın yeni yapısı) açıkça görülmesi gerekiyor. Hapiste yatanların asker ya da KCK’lı ya da ulusalcı akademisyen ya da Öğrenci Kollektifleri üyeleri olması, hukuksuzluğu kabul edilebilir hale getirmiyor. Son on yılda güya “askeri vesayete” son verdiği için yeterince sorgulanmayan ve sorun edilmeyen hukuksuzluk, başbakanın Gezi Parkı direnişini açıklamak için yeni komplo teorileri ve “marjinal kesimler” icat etmesiyle herkesi ve herhangi birimizi vurmaya hazır vaziyette bir saatli bomba gibi ortada duruyor. Direniş sırasında gözaltına alınan göstericiler, avukatlar ve doktorlardan sonra bugün başlayan gözaltıların dalga dalga sürmesi bekleniyor. Bir emniyet biriminin Twitter’ı incelemeye başladığı açıkça söylenebiliyor.
Diğer yandan hiç kimse göstericileri plastik mermilerle (Ethem Sarısülük olayında gerçek mermi kullanıldığı iddia ediliyor), biber gazı kapsülleriyle vurarak ölümlere ve ağır yaralanmalara yol açan polislere, onlara talimat veren emniyet müdürü, vali, içişleri bakanı ve başbakana, sokaklarda sopalarla gezip insanları darp eden ve korku salan “sivillere” hesap sorulacağına ihtimal vermiyor.
Analizlerde sıkça sözü geçen ikinci argüman ise ekonomideki başarılar. The Economist dergisi 8 Haziran sayısında çıkan makalesinde Erdoğan’ın başarılarını listelerken kişi başına düşen milli gelirin son on yılda üç katına çıktığını yazmıştı. 15 Haziran sayısında ise bu hesaplamanın cari değerlere göre yapıldığını, reel değerlere göre kişi başına düşen milli gelirin sadece %43 arttığını yazarak özür diledi. Bunu takiben milli gelirdeki büyümenin nasıl hesaplanması gerektiği konusunda Harvard Üniversitesi profesörü Dani Rodrik ve maliye bakanımız Mehmet Şimşek arasında Twitter üzerinden bir tartışma çıktı. Ege Cansen 8 Haziran’da Hürriyet’te çıkan Memleketimden İktisat Efsaneleri yazısında milli gelirdeki artışın her ülkenin kendi ulusal para birimiyle hesaplanması gerektiğini, dolar üzerinden hesaplanırsa ulusal para biriminin dolar karşısındaki değer artışının milli gelirdeki büyümeyi olduğundan büyük göstereceğini açıklamıştı.
Cansen aynı yazıda son on yılda milli gelirin ortalama olarak %5 büyüdüğünü ve bunun önceki yıllardan çok farklı olmadığını, Türkiye’nin 1993 yılında da dünyanın en büyük on yedinci ekonomisi olduğunu ve dış borcumuzun 2002’de 130 milyar dolardan 2012’de 337 milyar dolara yükseldiğini yazdı. Aslında bu şaşırtıcı değildi. Yüksek cari açığımızı ve borçlarımızı finanse edebilmek için kısa ve uzun vadeli yabancı yatırıma ve daha çok dış borca ihtiyacımız var. Bu da ekonomiyi yabancı yatırımcıların ve karar alıcıların keyfine teslim etmek anlamına geliyor.
Cari açığın bu kadar yüksek olmasının temel sebebi ürettiğimiz ürünlerin iç pazarda ve dış pazarlarda yeterince rekabetçi olmayışı ve katma değerlerinin düşüklüğü. Ancak hükümet temel yapısal sorunlara eğitim sistemi reformunu da kapsayan yapısal çözümler aramak yerine ithalat, tüketim ve inşaat merkezli bir büyüme modelini seçti. (Hükümetin yaptığı eğitim reformu, bu konudaki beklentileri karşılamaktan çok uzak.) Hükümete yakın şirketler büyük altyapı ve kentsel dönüşüm projeleri ile sonradan emsal değerleri yükseltilen kıymetli arsaların ihalelerini alırken, projelerin çevreye, şehirlerin kültür mirasına, başka bölgelere taşınmak zorunda bırakılan insanlara ve geniş anlamda şehre etkileri yok sayıldı. Yukarıda tarif ettiğim hukuksuzluk ortamında bu projeleri denetleyebilecek hiçbir mekanizma kalmadı.
Hükümetin Gezi Parkı’na yapmayı düşündüğü alışveriş merkezi, bu kontrolsüz büyüme modelinin cisimleşmiş halidir, sembolüdür.
Başbakanın iddialarının aksine ne Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin eylemleri “samimi ve saf” bir çevre duyarlılığıyla açıklanabilir, ne de direnişçilere destek vermek için sokağa çıkanların öfkesi dindar olmayan insanların yaşam tarzlarına müdahale edilmesine gösterdikleri öfkeden ibarettir. İnsanlar haksızlığa ve hukuksuzluğa isyan ediyor. Kürtaj ve alkol yasağı, Uludere ve Reyhanlı’da ölen insanları unutturmak isteyen hükümetin gündem değiştirmek için ortaya attığı konulardı. Aynı şekilde hükümet Gezi Parkı direnişinde ortaya konan öfkeyi de, hayat tarzına müdahale ve laiklik-İslamcılık karşıtlığı içine hapsetmeye çalışıyor. Olayları gözlemleyerek analiz edenlerin bu tuzağa düşmemesi, tembelliğe kapılmaması gerekiyor.