Tuesday, June 18, 2013

Velev ki asıl mesele ağaç değil

Gezi Parkı Direnişi, Cumartesi günkü vahşi polis müdahalesi ve ertesi günkü Kazlıçeşme mitingi hakkındaki analizleri okurken olayları “laikçilere karşı İslamcılar” zıtlığı ile açıklamaya çalışma çabası görüyorum. Göstericilerin çoğunun eğitim ve gelir düzeyi görece yüksek orta sınıftan, yani “Beyaz Türklerden” geldiği, özellikle gençleri sokağa çıkmaya yönelten en büyük sebebin kürtaj ve alkol gibi konularda yaşam tarzlarına müdahale olduğu söyleniyor. Başbakanın psikolojisini çözümlemeye çalışanlar kendisini 28 Şubat travmasından kurtaramadığını, bu olayı da kendisini devirmeye yönelik bir çeşit darbe girişimi olarak algıladığını iddia ediyor. Başbakan zaten olayları başından beri laik-İslamcı, Beyaz Türkler-Siyah Türkler eksenine oturtmaya çalışıyor ve bunun için komplo teorileri ve yalan olduğunu kendisinin de gayet iyi bildiği provokatif iddiaları seslendirmekte sakınca görmüyor. Kendisine muhalefet edenleri, asıl dertlerini bir kenara koyup kendilerine yapılan haksız ve asılsız suçlamaları çürütmeye çalışmak zorunda bırakıyor.

Analizlerde çoğu zaman şu formül kullanılıyor: “Erdoğan son on yılda askeri vesayeti sonlandırdı ve ekonomiyi büyüttü, üst üste seçim başarıları kazandı. Ama son zamanlarda otoriter eğilimler göstermeye başladı, yaşam tarzlarına karışılan gençler de ayaklandılar.”
Başbakanın başarılarından o kadar da emin olmamak gerekiyor. Sadece gazeteciler değil, şu an hapishanelerde bulunan askerler, akademisyenler, öğrenciler ve siyasetçilerin pek çoğunun aleyhine kullanılan delillerin ve iddiaların yalan olduğu biliniyor. Buna karşılık Uludere, Deniz Feneri, ÖSYM’deki şifre skandalı gibi pek çok örnekte hükümete yakın kimseler “yedirilmiyor”, bu kişilere hesap sorulamıyor. Bu hukuksuzluğun ve onu yaratan nedenlerin (polis, hakim ve savcıların taraflı zihniyetleri ve HSYK’nın yeni yapısı) açıkça görülmesi gerekiyor. Hapiste yatanların asker ya da KCK’lı ya da ulusalcı akademisyen ya da Öğrenci Kollektifleri üyeleri olması, hukuksuzluğu kabul edilebilir hale getirmiyor. Son on yılda güya “askeri vesayete” son verdiği için yeterince sorgulanmayan ve sorun edilmeyen hukuksuzluk, başbakanın Gezi Parkı direnişini açıklamak için yeni komplo teorileri ve “marjinal kesimler” icat etmesiyle herkesi ve herhangi birimizi vurmaya hazır vaziyette bir saatli bomba gibi ortada duruyor. Direniş sırasında gözaltına alınan göstericiler, avukatlar ve doktorlardan sonra bugün başlayan gözaltıların dalga dalga sürmesi bekleniyor. Bir emniyet biriminin Twitter’ı incelemeye başladığı açıkça söylenebiliyor.
Diğer yandan hiç kimse göstericileri plastik mermilerle (Ethem Sarısülük olayında gerçek mermi kullanıldığı iddia ediliyor), biber gazı kapsülleriyle vurarak ölümlere ve ağır yaralanmalara yol açan polislere, onlara talimat veren emniyet müdürü, vali, içişleri bakanı ve başbakana, sokaklarda sopalarla gezip insanları darp eden ve korku salan “sivillere” hesap sorulacağına ihtimal vermiyor.
Analizlerde sıkça sözü geçen ikinci argüman ise ekonomideki başarılar. The Economist dergisi 8 Haziran sayısında çıkan makalesinde Erdoğan’ın başarılarını listelerken kişi başına düşen milli gelirin son on yılda üç katına çıktığını yazmıştı. 15 Haziran sayısında ise bu hesaplamanın cari değerlere göre yapıldığını, reel değerlere göre kişi başına düşen milli gelirin sadece %43 arttığını yazarak özür diledi. Bunu takiben milli gelirdeki büyümenin nasıl hesaplanması gerektiği konusunda Harvard Üniversitesi profesörü Dani Rodrik ve maliye bakanımız Mehmet Şimşek arasında Twitter üzerinden bir tartışma çıktı. Ege Cansen 8 Haziran’da Hürriyet’te çıkan Memleketimden İktisat Efsaneleri yazısında milli gelirdeki artışın her ülkenin kendi ulusal para birimiyle hesaplanması gerektiğini, dolar üzerinden hesaplanırsa ulusal para biriminin dolar karşısındaki değer artışının milli gelirdeki büyümeyi olduğundan büyük göstereceğini açıklamıştı.
Cansen aynı yazıda son on yılda milli gelirin ortalama olarak %5 büyüdüğünü ve bunun önceki yıllardan çok farklı olmadığını, Türkiye’nin 1993 yılında da dünyanın en büyük on yedinci ekonomisi olduğunu ve dış borcumuzun 2002’de 130 milyar dolardan 2012’de 337 milyar dolara yükseldiğini yazdı. Aslında bu şaşırtıcı değildi. Yüksek cari açığımızı ve borçlarımızı finanse edebilmek için kısa ve uzun vadeli yabancı yatırıma ve daha çok dış borca ihtiyacımız var. Bu da ekonomiyi yabancı yatırımcıların ve karar alıcıların keyfine teslim etmek anlamına geliyor.
Cari açığın bu kadar yüksek olmasının temel sebebi ürettiğimiz ürünlerin iç pazarda ve dış pazarlarda yeterince rekabetçi olmayışı ve katma değerlerinin düşüklüğü.  Ancak hükümet temel yapısal sorunlara eğitim sistemi reformunu da kapsayan yapısal çözümler aramak yerine ithalat, tüketim ve inşaat merkezli bir büyüme modelini seçti. (Hükümetin yaptığı eğitim reformu, bu konudaki beklentileri karşılamaktan çok uzak.) Hükümete yakın şirketler büyük altyapı ve kentsel dönüşüm projeleri ile sonradan emsal değerleri yükseltilen kıymetli arsaların ihalelerini alırken, projelerin çevreye, şehirlerin kültür mirasına, başka bölgelere taşınmak zorunda bırakılan insanlara ve geniş anlamda şehre etkileri yok sayıldı. Yukarıda tarif ettiğim hukuksuzluk ortamında bu projeleri denetleyebilecek hiçbir mekanizma kalmadı.
Hükümetin Gezi Parkı’na yapmayı düşündüğü alışveriş merkezi, bu kontrolsüz büyüme modelinin cisimleşmiş halidir, sembolüdür.
Başbakanın iddialarının aksine ne Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin eylemleri “samimi ve saf” bir çevre duyarlılığıyla açıklanabilir, ne de direnişçilere destek vermek için sokağa çıkanların öfkesi dindar olmayan insanların yaşam tarzlarına müdahale edilmesine gösterdikleri öfkeden ibarettir. İnsanlar haksızlığa ve hukuksuzluğa isyan ediyor. Kürtaj ve alkol yasağı, Uludere ve Reyhanlı’da ölen insanları unutturmak isteyen hükümetin gündem değiştirmek için ortaya attığı konulardı. Aynı şekilde hükümet Gezi Parkı direnişinde ortaya konan öfkeyi de, hayat tarzına müdahale ve laiklik-İslamcılık karşıtlığı içine hapsetmeye çalışıyor. Olayları gözlemleyerek analiz edenlerin bu tuzağa düşmemesi, tembelliğe kapılmaması gerekiyor.

Thursday, June 06, 2013

O kadar da boş değilmişiz

1.
"Günün birinde bir kitap yazarsam, bir Pazar günü Brick Lane'de başlayacak. Kaldırımlarda incik boncuk, eski plaklar, kitaplar, ayakkabılar satılıyor. Funk müzik duyulacak tezgahlardan, ikinci el mağazalar sıkış tıkış, deri ve rutubet kokacak. Ara sokaklarda boyalı, temiz mağazalarda ufak objeler. Publar tıklım tıklım dolu, insanlar köpük tabaklardan köri yiyecek, dalgın yürüyüp konuşacaklar. Gözler gittikçe bulutlanacak. Güya hiç bir şeye pabuç bırakmayacaklar - ne küçük ödüller kandırabilecek onları, ne kimseyi dinlemek, bir kurala uymak zorunda hissedecekler. Annelerinden ne kadar farklılar. Ralph Lauren değil All Saints giyiyorlar. Ne iş yapıyor olurlarsa olsunlar konserleri, filmleri, kitapları takip ediyor, kendileri de bir şeyler yazıyorlar, bir grupta çalıyorlar. Ama şimdi sırası değil. Onlar şimdi tatildeler, düşünceden özgürler. Kendilerinden ne kadar da eminler.

Acaba sırf benim içimdeki boşluk mu bu, hepimizinki mi?

Halbuki biz oyuna gelmezdik, ayaklarımıza hiç bir şeyin dolaşmasına izin vermezdik. Her şeyden şüphe ederdik: Ne dine inanırdık, ne kadere, ne anne babalarımıza, ne aşka, ne bir şeyin değişebileceğine ya da değişmesi gerektiğine. Hem köksüzlükten şikayet eder, hem hiç bir yerde kalamazdık. Boyun eğmekle gelecek mutluluk bizden uzak olsun! O mutlak özgürlüğümüze halel getirecek bir şeyi istediğimizi sanmak en büyük korkumuz. Biz kimseye hizmet etmeyecektik, kimseye hükmetmeyecektik, kendimize karışılmasına nasıl tahammül edemiyorsak, kimseye de karışmayacaktık…

Düşünce Özgürlüğü, Kasım 2009

2.
Amerikalı hukukçu Stanley Fish, The Trouble with Principle ("Prensiple İlgili Sorun") kitabında, liberal düşüncenin savunduğu prensiplerin içinin boş olduğunu iddia eder. Örneğin, "ifade özgürlüğü" siyaseten içi boşaltılmış bir prensiptir. Liberaller, bu prensibe bağlılıkları yüzünden asla hak vermedikleri fikirlerin, su götürür iddiaların seslendirilmesine göz yummak zorunda kalırlar. "Mutlak doğru"nun yokluğunu kabullenecek kadar aşmış olduklarından, çoğu zaman değer yargılarına varmaktan bile çekinirler. Karşılarındakilerin ise hiç öyle bir derdi yoktur, beğenmediklerini kaba kuvvetle susturmakta beis görmezler.

Fish liberalleri eleştiriyor, ama muhafazakar değil. Aslında liberallerin görüşlerini paylaşıyor. Örneğin Amerika'da siyah öğrencilerin daha düşük not ortalamalarıyla üniversitelere girebilmesini sağlayan pozitif ayrımcılık ("affirmative action") politikalarını destekliyor. Ama liberallerin metodlarını eleştiriyor, onları biraz daha gerçekçi olmaya çağırıyor: Diyor ki, siz bu kadar hoşgörülü, bu kadar "siyaseten doğrucu", bu kadar tereddütlü olursanız hiç bir şey yapamazsınız, hiç bir şeyi değiştiremezsiniz. Dünyada iyi ya da kötü, kıymet-i harbiyesi olan ne yapılıyorsa, hala onu yapanın gücü yettiği için yapılıyor. Mücadele ederek yapılıyor. Siz de önce şu köşeye bir oturun da, sizin için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bir karar verin. Sonra da bir şeyleri değiştirmek için güç toplamaya, mücadele etmeye başlayın. İfade özgürlüğü için bile mücadele vermeniz gerekiyor.

Yuvarlak Masa, Aralık 2010


3.
Apolitik gençlik efsanesi yıkıldı

En yaygın, kabullenilmesi en kolay efsaneydi bugünün gençliğinin apolitik olduğu. Zaman ve mekandan bağımsız, ritmi hızlanmış yeni gündelik hayatı anlamaya çalışmadan herkes bu efsaneye sarıldı. Örgüt, hiyerarşi, örgüt disiplini gibi kavramlarla büyümüş ve yaşamış kuşakların anladığı siyaset yapma tarzı bugüne uygun değil. Şube binalarına sıkıştırılmış hayatı, ne slogan atacağını, ne yapacağını hiyerarşi içinde büyüklerin kararlaştırdığı eylemleriyle geleneksel politikada ısrar etmek asıl bugünün apolitikliğiydi. Sonu gelmez toplantılar, uzlaşmanın değil uzlaşmazlığın hedeflendiği tartışmalar, muhalefet ettiği devletten geri kalmayan tek tipçilik bugünün gençlerine göre olmadı hiçbir zaman. Ama değişeni anlamak yerine apolitik gençlik efsanesi herkesin kolayına geldi.

Giderek büyüyen direniş sırasında ve olaylar bittiğinde sokaklar, meydanlar gençliğindi. Doğrudan bir örgütlenmeye ait olmadan anlık sokak örgütlenmeleriyle, tüm farklılıklarıyla, tüm yaşam sevinçleriyle gençlerin ve kadınların eylemi ve direnişiydi olanlar. En sert polis müdahalelerinin olduğu sırada bile gençler ve kadınlar en öndeydi.

Gençlerin ve kadınların politika yapmaktan anladıklarının önceki tanımlara uymadığı da böylece anlaşılmış oldu. Onlar “feda kültürüyle” ve “söze dayalı” politika yapmak yerine, “haz alarak” ve “eylemlilik” içinde bir başka tarzdan politika yapıyorlar.

Gezi Parkı direnişinden çıkan beş ders," Bekir Ağırdır, 03.06.2013

Tuesday, June 04, 2013

Çok acayip şeyler

Ergenlik yıllarında canım sıkıldığında "Allah'ım çok acayip ve güzel bir şey olsun!" diye dua ederdim. Çok acayip şeyler oldu.

Ne zamandır başımın üzerinde bir sıkıntı bulutuyla dolaşıyordum. Hepsi birbirinden beter o kadar çok şey oluyordu, gündem o kadar çok çabuk değişiyordu, günlük hayat içinde yapılması yetişilmesi gereken o kadar çok şey vardı ki neye kızdığımı unutuyordum. Ama içimdeki kızgınlık kalıcıydı ve her yeni haberle, her yeni açıklamayla daha da koyulaşıyordu.

Geçen Salı ve Perşembe akşamı Gezi Parkı'na gittik. Salı akşamı birkaç yüz kişilik bir grup vardı, eylemlere alışkın olmayan benim için bir dizi seti gibiydi ortalık. Perşembe akşamıysa park dolup taşıyordu. Parkın Taksim Meydanı ucunda Çevik Kuvvet polisleri çökmüşler, bir şeyler yiyorlardı. Parkın Divan Oteli ucu ise festival havasındaydı, şarkılar türküler söyleniyor, konuşmalar yapılıyor, atılmakta olduğuna inanamadığımız ama içimizi ferahlatan sloganlar atılıyordu.  Ağaçlara posterler asılmıştı. Her zamankinden farklıydı her şey, demek ki farklı bir şeyler mümkündü. Saat on buçuk gibi parktan ayrılıp arabayı parkettiğimiz Taşkışla'ya gittiğimizde uzaktan bir müzik sesi geldi. Taşkışla'nın bahçesindeki restoranda kendini tamamen kaptırmış swing yapan insanlar vardı. Neşe, enerji vardı.



Cuma sabahı polisin parkı sabaha karşı bastığı, çadırları yaktığı, insanların yaralandığı haberleri, hatta parktakilerden birinin ölmüş olabileceği dedikoduları geldi. Bir önceki akşam yeni ve güzel olan ne varsa ona saldırıyorlardı. Biz ise BJK Plaza'da günlük işlerimize devam ediyorduk. Oysa olanlar karşısında her şey anlamını yitiriyordu: O sabah zar zor yazdığım rapor, öğleden sonra gireceğim toplantı, yapmayı öğrenmeye çalıştığım yemekler, Ebru Şallı'yla pilates seansları, tatil planları, akşam İzmir'den gelecek ailemle yiyeceğim yemek, hepsi hızla küçüldü. Ama yine de o gün öğleden sonra Taksim'e gidemedim. Cuma akşamını ve Cumartesi gününü ailemizle geçirip Cuma akşamı Harbiye, Cumartesi akşamı Beşiktaş üzerinden eve döndük. Perşembe günü parkta duyduğumuz sloganlar, hatta daha da sertleri, artık caddelerde sokaklarda atılıyordu. Evdekiler ışıklarını yakıp söndürüyorlar, tencere tava çalıyorlardı. Annelerimiz tehlikeleri, eylemcilerin başına gelenleri anlatıyorlar, dikkatli olmamızı söylüyorlardı ama her şey cesurca polisin karşısına çıkabilenler sayesinde oldu. Herkes bu polisin, hükümetin, gerçekleri göstereceği yerde saklamaya çalışan medyanın gerçekte ne olduğunu onlar sayesinde öğrendi. Her şey yandaşların söz oyunlarıyla, acayip mantık yürütmelerle bulandırıp çarpıtamayacağı kadar açık hale geldi.



Ben anladım ki, insan sokağa çıkarken benim bu işe ne faydam olur, karşıma ne bela çıkar diye rasyonel bir hesap yapmıyor. İnsan her şeyden önce kendisi için sokağa çıkıyor. Haksızlığa karşı duyduğu öfkeyi dışa vurmak için sokağa çıkıyor. Biraz da olaylara, tarihe tanık olmak için, merakından. Ece Temelkuran dediyse "insanlığın kaderinin parçası olmak için." Önce kendi arkadaşlarından, sonra da kalabalıklardan cesaret buluyor, onlardan eksik kalmamak istiyor. Biz de Pazar sabahı yine sokağa çıktık. Komşularımızla, iş arkadaşlarımızla, bizim gibi olan ve olmayan birçok insanla karşılaştık. Bizim gibi hisseden, birbirlerine yardım etmeye hazır ne kadar çok insan olduğunu gördük.

Önce Gezi Parkı'na, Taksim'e geldik. Gezi Parkı'ndakiler temizlik yapıyor, çiçek dikiyorlardı. Cumhuriyet Caddesi'ndeki gri mukavva bariyerler yıkılmış, meydan tüm genişliğiyle açılmıştı. Cumartesi günü püskürtüldüklerinden (çekilmek ya da püskürtülmek, ikisi de aynı şey) beri etrafta polis yoktu, miting yapılıyordu. AKM'nin önünde terkedilmiş otobüsler, devrilmiş araçların önünde resim çektiriyordu insanlar. İstiklal Caddesi boyunca duvarlara, camlara, kapılara, kepenklere sloganlar yazılmıştı, birkaç tanesi dışında dükkanlar açılmıştı. Cadde boyunca insanlar grup grup Taksim'e akıyorlardı. Dore Müzik'e kadar yürüyüp dönüşte Ferhan Şensoy'un o gün için bedava sahnelediği Masal Müfettişi'ni izledik. Artık başbakanımıza baktığımda aklıma telefonu "ya ya ya, şa şa şa, kralımız çok yaşa" diye çalan Ferhan Şensoy geliyor. Sonra bir arkadaşımızla buluşup onun tango gecesine gittik. Dans stüdyosu Sıraselviler'de bir binanın üst katındaydı, binanın merdivenlerinde mendiller, bazıları boş, birkaçı sidik dolu su şişeleri vardı. Belli ki son iki günde buraya sığınanlar olmuştu. Stüdyonun balkonundan AKM'ye asılan "Boyun Eğme" posterini gördük.






Akşam dönüş yolunda, çıplak kalınca tünelleri ve geniş beton sırtıyla kocaman bir hayvana benzeyen meydandan geçtik. Vali Konağı Caddesi girişinde genç bir çift bizi durdurdu, nereye gittiğimizi sordu. Ufak tefek sarışın kadın omzuna Türk bayrağı almış, yüzünde hiç bir maske ya da gözlük olmadan ve büyük bir kararlılıkla Beşiktaş'a inmek istiyor, kocası da yüzünde sakin bir gülümsemeyle onu takip ediyordu. Biraz bizimle yürüyüp sonra sabırsızlıkla hızlandılar, gözden kayboldular. Biz de komşularımızdan aldığımız maskeleri takıp Süleyman Seba Caddesi'nden aşağı inmeye başladık. Geriye dönenler gidenlere süt, maske ve aşağıdan haberler veriyorlardı. Valideçeşme'nin oralarda durduk. Daha iki gün önce bana ufacık, olaylarla ilgisiz ve dolayısıyla önemsiz görünen BJK Plaza'nın önü, şimdi yangın yeriydi. Aşağıdan yukarıya yüzü gözü kıpkırmızı, sırılsıklam insanlar çıkıyordu. Genç çocuklardan biri olanı biteni geriden izleyen bizlere seslendi: "Direndik diye şimdi Facebook'tan paylaşırsınız siz, insenize aşağıya!" Ne yalan söyleyeyim korktuk, kendimiz ve daha çok birbirimiz için, inmedik. Ama içimizde kaldı.




Direnişten fotoğraflar için: showdiscontent.com