Sunday, December 25, 2011

Sürenin sonu

(Turgut Uyar'ın "Bir İntihar Akşamı Üzerine Söylenti" şiirinden esinlenmiş hikaye.)

Mehmet Galata’daki apartmanın döner merdivenlerinden tırmandı. Basamaklar bazı yerlerde yumuşak bir hamur gibi çökmüş, duvarlar nemden yaprak yaprak soyulmuştu. Rutubetli, gölgeli bir sokaktaki karanlık, eski bir apartmandı burası. Sahanlıktaki sarı ışıklar merdivenleri tam aydınlatmıyor, Mehmet Ayşe’nin en üst kattaki küçük evine çıkamadan sönüyorlardı. Yine öyle oldu, merdiven boşluğu daha üst katlardaki bir pencereden sızan sokak lambasının ışığıyla aydınlandı. Duvara vuran beyaz ışık, atıştıran karın, rüzgarda titreşen dalların gölgeleriyle yer yer soluyordu.
Mehmet Ayşe’nin kapısını çaldı. İçeriden kısık sesle müzik sesi geliyordu, sakin, güzel bir müzik. Mehmet sabırsızlandı; şimdi içerisi sıcak olacaktı, bütün ışıklar yanıyor olacaktı, Ayşe önce sitem edecekti sonra yumuşayacaktı, ışıkları söndürüp sevişeceklerdi, sessizce manzarayı seyredeceklerdi. Lamba yine söndü. Mehmet yakmayıp kapının altından sızan solgun ışığa baktı. Bütün ışıklar yanmıyordu. Tekrar zili çaldı, zil susunca bu sefer de kendi aralarındaki şifreli ritmle kapıyı tıklattı. Alışkın olduğu adım sesleri duyulmuyordu.
Ayşe belki tuvalette ya da duştaydı. Keşke geleceğimi haber verseydim diye düşündü. Ama Ayşe’yi böyle hazırlıksız yakalamayı severdi, düşünmesine fırsat vermemek gerekiyordu. Ayşe karşısında Mehmet’i görüverince şaşırır ama sevinir, biraz surat asıp söylenmeye çalışır ama neye kızdığını, üzüldüğünü bile hatırlayamayıp gülümserdi. Mehmet meşgul adamdı. İşleri vardı, sık sık seyahatlere çıkması gerekiyordu, görüşmesi gereken eşi dostu vardı. Ayşe bunların dışında bir şeydi, evindeki koltuk gibi üzerinde düşünülmesi gerekmeyen, onu hep bekleyen bir şey. Mehmet öyle kalmasını istiyordu, bunun yolunun da Ayşe’ye hep merak ettiğinden daha azını söylemek, istediğinden daha azını vermek olduğuna karar vermişti. Ayşe her görüşmelerinin sonuncusu olabileceğini sansın, sonra onu karşısında görünce kaybedip de bulmuş gibi sevinsin. Mehmet bu sefer arayı açmıştı, ne kadar zaman olduğunu düşündü. Bir ayı geçmişti herhalde.
Bir kaç kez üst üste zili çaldı. İlk defa aklına bir ihtimal geldi: Ayşe’nin yanında birisi olabilir miydi? Kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinledi. Ne su sesi, ne de bir fısıldaşma duyabildi. En sonunda Ayşe’yi aramaya karar verdi. Cep telefonunun sentetik melodisi içeride uzun uzun çaldı, açan olmadı.
***
Ayşe bir süre önce Tanzanya’da geçen bir belgesel izlemişti. Bir çitanın sürüsünden ayrı düşmüş hamile bir zürafayı nasıl avladığını görmüştü. Zebraların hepsi aynı zamanda yavrularlarmış ki, yavrulardan bazıları aslanlardan kurtulabilsinler. Ama Zanzibar’daki köle pazarının hikayesi, Ayşe’ye en korkunç av sahnelerinden daha korkunç, acımasız gelmişti.
Ayşe umardı ki zayıflıklarını, şüphelerini, sevgisini insanlardan saklamak zorunda kalmasın. Sürekli güçlü gözükmeye çalışmak, meraklı insanlara resmi açıklamalar hazırlamak onun için çok zordu. İsterdi ki kendisi göstermeye uğraşmadığı halde insanlar onun iyi yönlerini, başardıklarını görsünler, ona kendiliklerinden sevgi, saygı göstersinler. İnsanlar kendilerini değil birbirlerini düşünsünler, birbirlerine nezaket göstersinler. Ama onlar, başkalarının zaafları üzerinden kendilerine güç devşirirlerdi. Hayatları sanki dört dörtlük, tam istedikleri gibi gidiyormuş, hiç bir eksikleri, kusurları yokmuş gibi davranırlar, karşılarındakinden de inanmış gibi yapmasını beklerlerdi. Ayşe bunun böyle olduğunu bilirdi de, yine de başından ipleri sıkı tutmayı beceremez, karşısındaki üste çıktığında ise kontrol edemediği bir hayal kırıklığı ve öfkeye kapılırdı. Kimse onun iyiliğini düşünmeyecek miydi bu dünyada, onun kendilerinin iyiliğini düşünmesine izin vermeyecekler miydi?
Ayşe bütün gün evinde kaldı. Dışarısı soğuktu, yağmur karla karışık yağıyordu. Gökyüzü, boğaz ve yukarıdan baktığı çatılarla tüten bacalar gri bir buğunun altında birleşmiş gibiydiler. Terası sırılsıklamdı, sigara içmeye bile çıkmadı. Dün gece uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla dışarı çıkmıştı, hepsinin yanında sevgilisi, eşi vardı. Çabucak sarhoş oldu. Ona Mehmet’i sordular. Ne diyeceğini, anlatacağını bilemedi. Bir aydır görmediğini, haber almadığını söylediğinde ona acıyarak baktılar. Bu adamın aylardır aynı şeyi yaptığını, kendisinin değerini anlamadığını, artık ondan vazgeçmesi gerektiğini söylediler. Çaresiz hak verdi. Sonra Ayşe’nin sorununun ne olduğunu tartışmaya başladılar. Çok açık sözlü, sabırsız olmaktı belki de. İnsan her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeliydi. Böylesi bir çaba Ayşe’ye çok bayağı gözüktü.
Ayşe falında okumuştu halbuki, bu haftasonu çok güzel geçecekti. Ama kuşkusuz herkes için aynı şey geçerli olamazdı. Nasıl kendi burcundan bazı insanlar bu haftasonu ölecekse, söz konusu Mehmet ve kendisi olduğunda iyi falların çıkması mümkün değildi.
Ayşe Tom Waits'in Alice parçasını açtı, salondaki ayaklı lambayı yaktı. Ekmek, eski kaşar ve kırmızı şarap çıkardı, biraz karnını doyurup çokça içti. Acaba Mehmet’in kendisini ciddiye almasını nasıl sağlayabilirdi? Onun müşterisi olsa şu işi şu tarihe kadar istiyorum diyebilirdi, Mehmet de yapmak zorunda kalırdı. Bir müşteri kadar bile mi değeri yoktu? Kendi kendine karar verebilseydi, şu tarihe kadar haber alamazsam, tamam, bitti artık diye. Ondan sonra Mehmet artık ne yapsa kabul etmeseydi. Pek bağlayıcılığı olmayan bir fikirdi bu.
Şarap yüzünden yüzü, elleri yanıyordu şimdi. Pencerelerde kendini, odasını görüyor, hiç beğenmiyordu. Terasa çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Kalın hırkasını, çoraplarının üzerine terliklerini giydi. Kapıyı açar açmaz yüzüne çarpan soğuk hava, tatlı kar kokusu iyi geldi. Kar atıştırmaya devam ediyordu, terasın üstü biraz tutmuştu. Düşmemeye çalışarak yavaş yavaş yürüdü, tırabzana tutunup manzaraya baktı. Gözleri sulandı. Karşı yakanın, tarihi yarımadanın ışıkları aynı gri buğunun içinde titreşiyorlardı. Bir fotoğrafın negatifine bakar gibi karanlık gemilere, beyazlayan çatılara baktı. Bir yerlerde birileri mutlu olmalıydı. Şarkı söyleyenler, sevişenler vardı bir yerlerde. Birilerini sevindirecek mektuplar damgalanıyordu postanelerde. O birileri ne yapıyorlardı şimdi? Sigarasını yaktı, tırabzana dayanıp genzini yakan derin bir nefes çekti.
***
Mehmet şimdi Ayşe’nin kapısına yüklenmişti, ama sıkıca kilitlenmiş kapı aman vermiyordu. Sokağın başından bir siren sesi duyuldu, merdiven boşluğundaki pencereden içeri mavi kırmızı ışıklar girdi. Mehmet döndü, çaresizlik içindeki yüzü aydınlandı. Polis arabası binanın önünde durmuştu. Olanın bitenin Ayşe’yle ilgili olduğunu ve bunun başını ağrıtacağını sezdi. Işığı yakmadan hızla merdivenlerden inmeye başladı.
Bir kat inmişti ki aşağıdaki dairelerden birinin kapısının açıldığını işitti, ışıklar yandı. Birisi büyük demir kapıyı açtı, polisleri içeri aldı. Mehmet duymak ve belki o anda duyulmamak isteyerek durdu. Gece yarısı merdiven boşluğunda erkekler konuştuğunda sesleri hep kocaman, yankılı, boğuk çıkardı. Adam “arka bahçede,” dedi, sesler uzaklaşırken aynı adamın “kötü durumda, ambulans çağırdık” dediğini duydu. Polisler giriş katındaki daireye girmiş olmalıydılar.
Mehmet yavaş, sessiz adımlarla giriş katına kadar indi. Tam o sırada şiddetli bir hava akımıyla dairenin kapısı kapandı. Mehmet istese demir kapıdan çıkıp gidebileceğini düşündü. Bu kadar kolay olurdu bu, buraya bu gece hiç gelmemiş gibi. Ama yapamadı. Uzun uzun dairenin zilini çaldı, kapıya vurdu. En sonunda kapıyı orta yaşlı bir adam açtı, biraz gerisinde polislerden biri duruyordu. Mehmet’in ince bir ter buğusuyla kaplanmış bembeyaz yüzüne soğuk hava çarptı.
“Ayşe’yi görmeye gelmiştim,” dedi.

Tuesday, December 20, 2011

Takıntı

(Yaratıcı Yazarlık Kursu, konusu verilmiş hikaye, 11 Aralık.)

Üzerine siyah uzun bir manto giymiş, siyah güneş gözlükleri takmış genç kadın, karakola girdi. Gözlüklerini çıkardı, gördüğü manzara karşısında somurttu: Devlet binalarına girmek zorunda kaldığında hep içi kararırdı. Karakol arı kovanı gibiydi. Herkes bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Karşıdan gelmekte olan polise sordu: “Metin Komiser’in odası nerede?”
Polis bir an şaşalayıp güldü:
“Bu koridoru takip edin, soldan üçüncü kapı Berna Hanım.”
Berna kibarlıktan gülümsedi ama tanındığına sevinecek hali yoktu. Hızlı hızlı yürüyüp soldan üçüncü kapıdan girdi.
“Ooo Bernacığım hoşgeldin,” diye ayağa kalktı komiser, masasının arkasından çıkıp Berna’yı yanaklarından öptü. Ellilerinde, orta boylu, göbekliydi. Hayatın akışına uymuş, olana bitene çözüm üretmeyi öğrenmiş bir adamın rahatlığı içindeydi. Yuvarlak bir yüzü, gür kır saçları vardı. “Gel gel otur. Ne içersin?”
“Çay alayım Metin Amca.” Berna mantosunu çıkarıp oturdu.
Komiser telefonla iki çay istedi. Gülümseyerek Berna’ya baktı:
“Söyle bakalım hangi rüzgar attı seni buraya!”
“Size de mahcubum Metin Amca. Sevil Teyze, Onur, Aslı nasıl?”
“İyiler iyiler. Onur üniversiteyi kazandı biliyorsun, Aslı’yı da tanıyamazsın, çok büyüdü. Geçen gün Sevil Teyze’nle yeni filmine gittik. Sevil Teyzen ağladı o çocuk ne kadar üzdü benim kızımı diye!”
Eskiden olsa gülüp geçeceği bu havadis Berna’nın karnına yeni bir ağrı girmesine sebep oldu. Gözleri doldu. Komiser dikkatlice kadının yüzüne baktı. O sırada hizmetli kadın çayları getirdi, servis yaptı. Komiser onun odadan çıkışını gözleriyle takip edip Berna’ya döndü, masasına doğru eğilerek:
“N’oldu kızım sana?”
Berna göz yaşlarına hakim olmaya çalışarak: “Peşimde biri var Metin Amca.”
“Ha.”
“Tekin diye birisi. Beni eski sevgilisi sanıyor. On sene önce ayrılmışlar. Filmimi görmüş geçen yıl, sonra takmış kafayı röportajlarımı okumuş, E-mail adresimi bulmuş. Sürekli mektuplar gönderiyor. O kadar sıkıldım ki anlatamam. Laf anlatamıyorum.”
“Cevap veriyorsun yani?”
“Veriyorum ya, diyorum anlatıyorum ben senin eski sevgilin değilim, hiç tanışmadık, aynı okullara gitmedik, bırak peşimi artık sana da yazık diyorum, karına da yazık diyorum, bir ay geçiyor yine yazıyor sanki ben bunların hiç birini yazmamışım gibi, dönmüşüz başa.”
“Hiç buluştunuz mu?”
Berna suçlu suçlu baktı:
“Sete geldi bir gün.”
“Nereden bulmuş seti?”
“Ben çağırdım.”
Komiser “Eh yani” deyip arkasına yaslandı, kollarını başının arkasında birleştirip kaykıldı.
“E ne yapayım Metin Amca, korkuyorum, hiç aklımdan çıkmıyor, yüz yüze konuşursak ikna edebilirim diye düşündüm. Hem yüzünü görmek istedim.”
“Eski sevgilin miymiş?”
“Of Metin Amca!”
“Tamam tamam, anlat sen.”
“Geldi, bak dedim artık canlı canlı gördün beni, sesimi duydun, ben senin eski sevgilin değilim. Arkadaş olalım.”
“Bu kadar mı konuştunuz?”
“Hayır çay içtik, bir sürü sorular sordu bana, röportaj gibi bir şey. Ben de ona sordum, daha iyi tanıyabilmek için, zararlı mı zararsız mı.”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra bunu yazdı.”
Berna çantasından katlı bir kağıt çıkardı, komisere uzattı. Komiser kıpırdamadı, “Sen oku, ben dinleyeyim,” dedi, çayından son yudumu alıp pencereden dışarı bakmaya başladı. Berna titrek bir sesle okudu:
“Sevgili Berna,
Nasılsın? Çekimlerin bitti mi? Biraz önce bir röportajını okudum, resimlerde hüzünlü çıkmışsın. Sakın hüzünlenme meleğim, benim her zaman yanında olduğumu bil. Setteki tanışmamızdan sonra ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. Allah’ım, diyorum, iyi ki on sene önce Meral’le karşılaşmışım, beni sana o getirdi. Kader bizi birbirimizle karşılaştırdı. Artık bunu iyice anladığım için Selin’le konuştum. Bunun basit bir hayranlık olmadığını, tanıştığımızı anlattım ona...”
Kapı tıklatıldı, bir polis aralıktan Berna’ya ve komisere baktı. Berna sustu, mektubu okurken kıpkırmızı olmuştu, titriyordu. Elindeki kağıdı katlayıp kollarını kavuşturdu.
“Komiserim bakabilecek misin?”
Komiser eliyle işaret etti, çocuk kapıyı kapattı.
“Bernacığım, bu çocuk bu işi nasıl takıntı haline getirmişse sen de öyle getirmişsin,” dedi. “Sen sürekli onu ikna etmeye çalışmasan iş bu raddeye gelmeyecekti.”
“Ama yaptığının ne kadar mantıksız olduğunu anlamasını istedim, ona yardım etmeye çalıştım...”
“Bu senin elinde değil. Bak şimdi, insanlar kurallar ararlar ki karşılarındakinin nasıl hareket edeceğini tahmin edebilsinler. Mantık kuralları, hukuk kuralları... Bunları bulamadıkları yerde korkarlar. Her şey mümkündür artık, kontrol edemezler. Bu sınırları aşan karşısındakini korkutur, onun üzerinde tahakküm kurar.”
“Aynen öyle oldu Metin Amca. Peki şimdi ne yapmalıyım?”
“Hiç bir şey yapma. Seni tekrar rahatsız ederse biz burdayız, toplar getiririz.”
“Koruma falan vermeyecek misiniz?”
“Gerek yok şimdi.”
Komiserin kendinden emin hali Berna’ya ferahlatıcı geldi, titremesi kesildi. Kavuşturduğu kollarını açtı, ayağa kalkıp komiserin elini sıktı.
“Sağol Metin Amca. Seni de işinden alıkoydum.”
Komiser Berna’yı yolcu etti, işinin başına, teorisini uygulamaya döndü.

Sunday, December 18, 2011

Laf anlatmaya çalışmanın boşunalığı üzerine

Yirmi yedi küsur yıllık hayatımda sonunda şunu anladım: Bir insana anlamak istemediği bir şeyi anlatamazsınız. Bu genel bir kuraldır ve anlatmak istediğinizin ne olduğu hiç önemli değildir. Neden sesinizi duyuramadığınız da önemli değildir: Söyledikleriniz karşınızdakinin işine gelmiyor ya da söylediklerinizi kabullenemiyor olabilir. Karşınızdakinin duygu, düşünce ve algılarını değiştirmek sizin elinizde değildir, sözcüklerinizin elinde değildir. Sözcükler gerçeği gösterirler ya da gizlerler, ama onu tek başlarına değiştiremezler.

Peki "sen ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anladığı kadar" olduğuna göre, hala yazıp konuşmanın amacı nedir? Elimizden geleni yapmış olmak mı, içimizi dökmek mi, zaten bizimle aynı kafada olanlarla dertleşmek mi? Belki de bir yere bir kayıt düşmek, hazır olduğunda aklına gelir de anlar diye.

Bir kere söylenir, daha fazlasına gerek yok. Bu bilgi insana mutluluk vermese de huzur verir, yatıştırır. Kendi sessizliği insana iyi gelir.

Sunday, December 04, 2011

Güzel bir Cumartesi günü

Allah hayır etsin bu haftasonu çok enerji doluyum. Bunu astrolojiyle açıklamak istemiyorum ama bir enerji var. Şimdi de Nicholas Urfe'den aldığım ilhamla ve über gerçekçi bir üslupla dünkü maceralarımı anlatayım. Hatta gerçek bir blog yazarına yakışacak şekilde araya fotoğraflar da yerleştireyim.

Günüm Pınar Öğünç'ün hapisteki arkadaşlarına moral olsun diye saçlarını kestiren, sonra tanınmamak için kestirdikleri gerekçesiyle göz altına alınan üniversite öğrencilerini anlattığı yazısını okumakla başladı. 90'ların başında doğmuş bu çocukların hayatının nasıl göz kırpmadan karartıldığını ve bunun nasıl bir kafa olduğunu düşündükten sonra THY rezervasyonumu iptal ettirip, TTNET promosyon koduyla yeniden yaptırdığımda sadece 10 TL kar ettiğimi görerek hayal kırıklığına uğradım.

Beşiktaş-Taksim dolmuşuna atladığım gibi Çin kapısının önünde patladım. Maceracı ruh halim nedeniyle Taksim'e yürümektense bu sefer kapının arkasındaki merdivenlerden indim. Böylelikle Sıraselviler'in ıslak hamburgecilerini bypass edebileceğimi umdum ama insan umduğunu bulamıyor tabii. Önce bir inşaatın yanından inen yokuşun altında arka camı olmayan bir araba çekti dikkatimi. Sonra yokuşun üstüne asılmış "arabalarınızın hasar görmesini istemiyorsanız lütfen bu yöreye parketmeyin" yazısı. Oradan geçenlerin halinin nice olduğunu düşünerek yokuştan indim.

Sonra gayet sıkıcı bir takım yokuşlardan inip sokaklardan geçerek kendimi pek bir yere varmıyormuş gibi görünen düz bir sokakta buldum. Sonradan anladım ki burası Setüstü diye tabir edilen apartmanların arkası oluyor. Bu sokakta selamlaştığım yaşlı teyzenin bu kayboluşa değeceğini düşünüp kendimi avutarak sokağın sonuna geldim. Sokağın sonunda Alçakadam Yokuşu'yla karşılaştım ve bu yokuşun beni Cihangir'e çıkaracağını umarak merdivenlerinden tırmanmaya başladım. Yokuşun adı Alçakdam'mış meğerse. Bir kaç grup basamağı çıktıktan sonra Pürtelaş Mahallesi Muhtarlığı'nın önüne vardım. Bu ne müthiş bir mahalle adıdır diye düşünerek çeşitli fotoğraflar çektim:




Neyse ki yokuşun sonunda Cihangir otoparkı ve bir çocuk parkı gözüktü. Bunları geçince karşıma, gene bir set üstünde kurulmuş kocaman pembe bir bina çıktı. Otopark görevlisine sorunca Alman Hastanesi olduğunu öğrendim. Yıllar önce buraya bir arkadaşımı getirdiğimi hatırladım. O yaz sık sık böyle tek başıma keşif yürüyüşlerine de çıkmıştım. Niye artık çıkmadığımı düşündüm, buralı oldum diye mi? Cihangir'in güzel, renkli sokaklarından (ve çok güzel görünen bir şarkütericinin önünden) geçip meydanına vardım. Meydandaki kahve hıncahınç doluydu, ünlü birini görebilir miyim diye dikkatli baktım ama kimseyi göremedim. Kahvenin karşısında "Bohem" Century21 emlakçısı. Cihangir'le Nişantaşı canıma can katıyor.

Çukurcuma'ya devam ettim. Antikacılar, küçük kafeler, karanlık, rutubetli sokaklar, binalar yerli yerinde. Bir kafenin eşiğindeki mindere oturanlar ve kapısında dikilen Feridun Düzağaç. Yaşama sevinciyle mi, kederle mi yoksa başka bir şeyle mi kafayı buldukları anlaşılamayan bu insanlara özenmedim hiç. Hatta normal bir işim olduğuna sevindim ve günün birinde yazdıklarımı bastırmayı başarsam bile bir yandan normal bir işim olması gerektiğine karar verdim. Yolda çok güzel bir Gayrimüslim lisesi var. Daracık yoldan son sürat geçen arabalara kızdım yine.

İstiklal'de (neyse ki) kısa bir süre yürüdükten sonra Galatasaray Lisesi'nin yanından inmeye başladım. Burası üstü "bohem," altı Tophane olan, mahallelilerin galeri sahiplerini ve "sanatseverleri" dövdükleri yokuş. Benim gözlemim şu ki, henüz galeri sahipleri mücadeleyi kazanamamış. Tamam bazı galeriler açık ama yokuşun havası, insanları değişmemiş.

Tam Tophane-i Amire'nin önünde bir su borusu patlamış, yolun iki yanından geçen arabaları da ıslatmayı başarıyordu.


Fıskiyenin resmini çekerken tam bu noktadan Galata Kulesi'nin de gözüktüğünü farkettim. Evet ben de kafayı bulmak üzereydim. Neyse ki bu fazla uzun sürmedi ve pek güzel bir caminin önünden geçip İstanbul Modern'e ulaştım. Lütfen müzenin size verdiği çıkartmayı çantanıza yapıştırmayın. Hatta hiç bir yerinize yapıştırmayın. Girişteki kız "hafif yapıştırın" dediğinde artık çok geçti. Çakma Bottega çantam vintage bir görünüme büründü. Elim biraz ağırdır söylemesi ayıp. Vur deyince öldürebilirim. Hele şu aralar kendimi iyice ağır abla hissediyorum Mars'ın da etkisiyle. (Bu öyle bir etki ki Perihan Mağden'i bu hale getirdi.)

İstanbul Modern'e girince manzara çarptı beni. Çünkü o iğrenç apartmanvari cruise gemisi yoktu. Hatta kafenin terasında oturuyorlardı insanlar. Müze kapanmadan gezip çıkışta bir sıcak çorba içme kararıyla ilk iş giriş katında gösterilen videoyu buldum. Videoda Bennu Yıldırımlar oynuyor, bir yanda yetmişlerin toplumsal olayları, diğer yanda bu olayların bir evin içindeki kadınlara (çoğunlukla anarşik bir erkek üzerinden) etkisi gösteriliyor. Yine insanın insanlığın kaderinden kendini soyutlayamama mevzusu.

Sonra Hayal ve Hakikat sergisini gezmek üzere aşağı indim. Sergide pek çok kadın sanatçının işleri gösteriliyordu. Gezerken kadınların kadınlık durumlarıyla ve kendileriyle neden bu kadar meşgul olduklarını düşündüm. Mesela azınlıklar ve gayler de bunu yapıyordu ve bu durum azınlık ya da gay olmayan bizler için belli bir noktadan sonra sıkıcı oluyordu, belki zavallı, belki bir saldırı gibi gözüküyordu. Ama sonra hak verdim: Biz hakkımızı yedirmemek için savunmada kalmak zorundaydık, çünkü kimse bizim iyiliğimizi düşünmüyordu. Biz de isterdik kaleden ayrılıp forvette oynamayı ama fırsat vermiyorlardı. Sonra da neden kızgın, hırçın olduğumuza şaşıyorlardı. Sergide bir kaç işi çok sevdim, sanatçılarını not almadığım için çok pişmanım: Tıpkı annesi, tıpkı babası (babasının ve annesinin direktifleri doğrultusunda hazırlanan kızın girdiği kılıklar), Kezban Arca Batıbeki'nin Kitsch odası, içli şarkılar eşliğinde Zürafa Sokak'tan manzaraların gösterildiği Bordello, çeşitli namus ve aşk cinayetlerine kurban giden kadınların oluşturduğu Aşkın Kitabı ve aşağıda korsan olarak çektiğim resimde gördüğünüz S.kimden Aşağısı Kasımpaşa.


Ben bu resmi çektikten sonra yanıma çok temiz yüzlü bir güvenlik görevlisi yaklaştı, fotoğraf çekmemin yasak olduğunu, silmem gerektiğini söyledi. Ben de "silerim tabii" deyip yürüdüm. Daha nemrut görüntülü bir şey olsaydı silerdim de herhalde, ama böyle birini nezih bir müzeye almazlardı. Bu çocukların bu eserler hakkında ne düşündüğünü çok merak ettim. Onlarla bir röportaj yapılıp müzenin bir yerine de bu yerleştirilmeli bence.

Müzenin kapanma saati gelip üst kattaki kafeye yöneldiğimde bir baktım kapı duvar, kapkaranlık. Meğersem özel bir davet varmış o gece, artık kimseyi almıyorlarmış. Hayal kırıklığıyla dışarı çıktım, akşam olmuş. Eve dönmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Cami görkemli ve korkunç gözüküyordu, önünde ufak kule gibi bir şey vardı. Galata Kulesi'nin ışıklarını yakmışlar. Antrepoların oradaki çayhanelerin yanından geçip yola çıktım. Bir baktım Beşiktaş yönüne doğru kocaman, acayip siyah araçlar geliyor. Bunlar Türkiye'de göreceğiniz tarz araçlar değil. Birden hatırladım ki Amerikan başkan yardımcısı Joe Biden ülkemizde. Bu en az yirmi araçlık konvoy geçtikten sonra patlak borunun oraya geldim. Olay mahalli şöyle görünüyordu:


Tophane yokuşunu gerisin geriye çıkarken, nerede yemek yiyebileceğimi düşündüm. Günün başındaki enerjim yoktu, yorulmuştum. Tam yemek saatinde gözüme kestirdiğim lüks bir lokantaya girip tek başıma dört başı mağmur (mağmur değil, mağrur!) bir yemek yemek gerçek bir zafer olurdu. Ama dedim ya, yorgundum. Cumartesi akşamı bir kadının yalnız başına yemek yemesinin garip, acıklı gözükeceğinden korkuyordum. Korktuğum için de gözükecekti, korkmasaydım gözükmezdi ama. Ara Cafe'ye gitmeye karar verdim. Önündeki masaları kaldırdıkları için içersi tıklım tıklımdı, önünde sıra vardı. (Ara Cafe'nin önündeki masaları kaldırmış olmaları ne işe yaramış merak içindeyim.) Hemen karşıdaki Özsüt'e gidip çay eşliğinde su böreği yedim. Sonra gözümü karartıp kalabalığa dalaraktan Paşabahçe'ye gidip bir arkadaşıma yeni yıl hediyesi baktım. Bulamadım. Yolda Büyükşehir Belediyesi'nin kitapçısına girip anneme küçük bir hediyeyle kendime bir Alaeddin Yavaşca CD'si aldım. Güzel ama alışmak gerekiyor.

Beyoğlu'ndaki insanlar, kalabalık bana korkunç gözüktü. Sıra bekleyip para çektim. Sinemada gitmek istediğim film çok geç saatteydi, ben de Çin Kapısı'nın ordan dolmuşa bindim. İnsanın yorulunca hiç bir şeye fazla kafa yorup endişelenmemesi, sadece dinlenmesi gerekiyordu. Bu sabah yeni bir enerjiyle kalkıp bunları yazdım.

Saturday, December 03, 2011

All the single ladies!


Bu aralar karşıma hep yalnız kadınlar çıkıyor. Ece Temelkuran İkinci Yarısı'nın başında şöyle diyor: "Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık."

Sonra Rampa'da "Gelecek Program" adlı sergisini açan ressam Leyla Gediz'in röportajını gördüm Radikal'de.

Bu süreçte ‘aile’ meselesi sizi hayli meşgul etmiş anlaşılan... Kendi adıma bir aile kurmakla ilgili yeteneksizliğim diyeyim. Kendimi buna çok uzak hissetmem, bunun artık çok olmayacak bir şey gibi durması. Bu ana kaynak ama kendi ailemin içinde dağılma, parçalanma tehlikeleri de beni bir o kadar huzursuz etti. Yakın çevremizde sürekli, evlenenlerin boşanması, beraberliklerinin sonlanması... Belki bu doğal akış ama çocukluğumdan getirdiğim biraz romantik düşüncelerime ters düşen şeyler. Çocuklukta dinlediğimiz masallardan en azından birisi de tutsun değil mi!

Kodak’tan esinlendiğiniz ‘Mutlu Aile’ serisi nasıl çıktı ortaya. Bir arkadaşın düğününde çektiğim fotoğrafları yıkatmıştım. Zarfıyla birlikte bir kenarda duruyordu negatifler. Pek de mutlu değildim o düğünde, sevgilimden yeni ayrılmıştım. Kodak zarfının üstündeki fotoğraf o. Kodak hayatta fotoğrafı çekilmeye layık tek konu olarak ideal aileyi belirlemiş, kumsalda koşuyorlar mutluluk içinde. İki çocuk oynarlarken ya da bir ressam tablosunun başında çalışırken ya da biri dağa tırmanırken değil, değil, değil. Aile… Her toplumda bu sanki en önemlisi. Amaç bu, mutluluk bu.

Dün Atlantic dergisinde upuzun bir yazı okudum, neden gittikçe daha çok kadının bekarlığı seçtiği (ya da seçmek zorunda kaldığı) üzerine. Otuz sekiz yaşında Kate Bolick isminde bir gazeteci yazmış, kendi tecrübesini de anlatmaktan hiç çekinmeden. Yazı genelinde çok ilginçti, ama iki fikir zihnimde özellikle yer etti. Birincisi, bekar hayatımızı geçici bir dönemmiş gibi görmekten vazgeçmemiz gerektiği. Bir yerde geçici olarak bulunsanız ve başka bir yere gitmek için günleri sayıyor olsanız, oradaki günlerinizi güzel geçirmek için çaba harcamazsınız. Ama durumunuzu kabullenirseniz, "asıl" hayatınıza başlamak için bir sonraki yere gitmenin şart olmadığını anlarsanız, yaşadığınız hayatın tadını çıkarmaya başlarsınız.
"Bütün bu zaman boyunca bekar hayatımı geçici bir dönem gibi gördüm, ruh halime göre ya tadını çıkarmam ya da çabucak sonlandırmam gerektiğini düşündüğüm bir dönem.... ama şimdi bir başka ilişki daha bittiğine göre, varsayımlarda bulunmak çok zor. Hiç olmayabilir. Belki 42'ye kadar olmaz, ya da 70'e kadar. Bu o kadar kötü mü? Bekar hayatımı geçici olarak görmeye son verirsem belki daha... mutlu olabilirim. Belki sonunda gerçek bir bekar kadın olmanın ne anlama geldiğini çözebilirim."
İkinci iyi fikir ise hayatınızdaki aile ve arkadaşlık ilişkilerinin de romantik ilişkiler kadar önemli olduğu ve arkadaşlarınızın, ailenizin yanında olmanız gerektiği. Onların size, sizin onlara ihtiyacınız var (ve bu hayatınızın erkeğini bulsanız da değişmeyecek.)
Biz kiminle evli olup olmadığımızdan çok daha fazlasıyız: biz aynı zamanda arkadaşlarız, torunlarız, kuzenleriz vesaire... Bu ağların derinliği ve karmaşıklığını görmezden gelmek duygusal tecrübelerimizi kısıtlamak olur.

Ağabeyimin iki küçük kızı bana öyle aklıma gelmeyecek duygular yaşattılar ki, hala/teyze'nin yükselişine tanık olduğumuzu düşünmeye başladım. Aileme her zaman çok yakındım, ama yeğenlerimi karşılamak bir başkasına değer vermenin nasıl bir ödül olduğunu bana yeniden hatırlattı. Bu dünyada sevgiyi yaşamanın bir çok yolu var.
Keşke kadınlar değerlerini erkeklerin kendilerine verdiği değerle ölçmekten vazgeçebilseler. Keşke hepimiz sağlıklı, güçlü geçirdiğimiz her günün, hayatımızdaki her insanın değerini bilebilsek. Her şeye, herkese merakla bakabilsek. Beklemeyi bırakıp yaşamaya başlayabilsek. O zaman erkekler kendilerine çekidüzen verirler, hadlerini bilirlerdi belki. Ama sanırım burada da bir "collective action" sorunu var.

Özgürleşmeye zihnimizde başlamamız gerekiyor. İşte de, aşkta da zihnimizin bütün seçeneklere açık olması gerekiyor. Bir ilişkinin ya da evliliğin amaç değil, mutluluk için bir araç olduğunu, üstelik tek araç da olmadığını anlamamız gerekiyor. Ama en önemlisi kendi değerimizin farkında olmamız gerekiyor.

Friday, December 02, 2011

Her şey beklenir

(Son beş cümlesi belli hikayeyi tamamlama ödevi.)

Kapıyı açar açmaz boynuna sarılıp öptüm onu: “Ben de geliyorum!”
“Nereye?”
“Nereye olacak, Londra’ya!”
Durdu. “Aa ciddi misin? Nasıl oldu?”
Ceketimle çantamı çıkarırken anlatmaya başladım: “Yüksek lisans başvurum kabul edilmiş! Çok iyi bir program sayılmaz ama olsun, mezun olduktan sonra da bir yıl oturma izni alabileceğim. Bu arada mutlaka bir iş bulurum.” Yemek masasına tabaklar, bardaklar, atıştırmalık bir şeyler çıkarıyordu. Uzanıp ağzıma bir parça peynir attım.
Yüzüme bakmadan, “istifa ettin mi?” diye sordu.
“Evet, öğrenir öğrenmez Mehmet Bey’le konuştum.”
“Ne içersin?”
“Şarap açıp kutlayalım mı?”
“Ben ilaç alıyorum ama sana koyayım.”
“Ben de içmeyeyim o zaman. Su yeter.”
Masaya oturup sessizce onu izlemeye başladım. Çok sevineceğini düşünmüştüm ama sevinmemişti. Her şeyin çok güzel olacağına olan inancım kocaman, renkli bir balonsa, hızla sönüyordu. Hatta sanki ben bir balondum da, hızla sönüyordum.
“Ee, Londra nasıldı? ,” diye sordum.
“Çok yoğundu. Ofistekilerle tanıştım. Bir sürü toplantılar oldu.” Bardağıma su koyup oturdu.
“Ev bakmaya vaktin oldu mu?”
“Hiç olmadı. Sen toplanmaya başladın mı? Sizin şirkette ihbar süresi ne kadar?”
“Bir ay.”
“Keşke istifanı vermeden konuşsaydık.”
“Neyi?”
“Ben daha orada kalıp kalmayacağımı bile bilmiyorum. Ev bulmak lazım, bir yandan çok uzun saatler çalışmam gerekecek. İlk bir kaç ay tek başıma kalıp her şeyi düzene sokmayı düşünüyordum.”
Daha bir hafta önce “keşke sen de Londra’ya gelebilsen!” diyen adamdı bu. Yüksek lisans programına kabul edildiğimi öğrendiğimden beri ilk defa geride bırakacağım hayatı düşündüm. En yakın arkadaşlarımı, bin bir zorlukla bulduğum işimi, güzelce döşediğim evimi. Hepsini bu adam için mi terkediyordum? Sert ve soğuk betona düşmüş gibi bir hisse kapıldım. Konuşunca kendi sesimi tanıyamadım.
“Acayip bir hisse kapıldım,” dedim. “Sanki bir daha hiç görüşmeyecekmişiz gibi.”
“Ne demek şimdi bu?”
“Önümüzdeki bir kaç ay görüşmeyelim. Sen yerleşince beni ararsın... Bakarız.”
Bekledim ki itiraz etsin, hiç olur mu öyle şey, sen beni yanlış anladın desin.
“Haklısın,” dedi. “Belki de böylesi daha iyi.”
***
Bir buçuk yıl sonra ondan bir mesaj aldım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Nerede olduğumu soruyor, görüşmek istiyordu. Hayır diyemedim. Spitalfields’daki Market Coffee House’ta buluştuk. Dışarıda yağmur yağıyor, içerisi süt ve kek kokuyordu. Noel şarkıları çalmaya başlamışlardı. Meşe masalarla sandalyeler insanın içini ısıtıyordu. İnsan etrafındaki mutlu insanlara bakıp mutluluğa hakkı olduğunu düşünüyordu.
“Demek bu kadar zamandır burdaydın ha,” dedi. “Neden haber vermedin?”
“Senin için önemli olmadığını düşündüm.”
“Ne yapıyorsun?”
“OMG’de çalışıyorum.”
Geçen bir buçuk yıl gururla söylenmiş kısa bir cümleyle anlatılabiliyordu işte. Aşk da, öfke de insanı verdiği kararlarla, ettiği laflarla baş başa bırakıp ortadan kayboluyordu. Bir cesedin yanında uyanıp hiç bir şeye anlam veremeyen biri gibi kalakalıyordu insan. Sonra sadece ayakta kalmaya çalışıyordu ve sadece ayakta kalabilmek yetiyordu, başka hiç bir şey gerekmiyordu. Zaman geçtikçe kafa dengi insanlarla tanışıyordu, insanların iyiliğini görüyordu ve onları tanımış olmayı eski hayatına değişmeyeceğini farkediyordu. İçinde en ufak bir pişmanlık kalmıyordu o zaman. Hatta neredeyse ne kadar güçlü olabildiğimi görmeme vesile olduğu için ona teşekkür edecektim.
“Senin adına sevindim.”
Sessizlik oldu.
“Konuşmak istiyorum demiştin. Konu ne?”
“Bana kızgın olduğunu biliyorum,” dedi. “Ama o zaman önce kendi hayatımı yoluna koymam gerekiyordu.”
“Koyabildin mi bari?”
Sanki içinde bulunduğumuz durumun keyfini çıkarıyor olduğumu anlamış da hoşgörüyormuş gibi gülümsedi.
“İstanbul’a dönüyorum.”
“Niye?”
“Yoruldum. Mert’le kendi büromuzu açacağız.”
“Hayırlı olsun.”
Sanki eğlenceli bir oyun yarıda kalmıştı. O zaman niye benimle görüşmek istemişti ki? Tepkimi anlamak için yüzüme baktı, gözlerimi pencereden dışarı çevirdim.
“Geçen zamanda benim için ne kadar değerli olduğunu anladım. Belki yanımda olsaydın bu kadar yorulmazdım.”
Ses çıkarmadım.
“Sen ne düşünüyorsun?”
“Ne konuda?”
“Herhalde hep burada kalmayacaksın.”
“Sanırım bir süre daha kalacağım.”
“İstanbul’a gel.”
Bunu kabul edebileceğimi düşünüp söylemiş olması bana o kadar inanılmaz geldi ki, o ana kadar korumayı başardığım seviyeli duruşuma hiç uymayan şu cevabı vermekten kendimi alamadım:
“Sen kafayı kırdın herhalde.”
Hiç alınmadı. Sanki bana güven vermesi gerekiyormuş gibi gözlerini gözlerime dikip: “Hayır, son derece ciddiyim.”
Kadınlar çoğu zaman kendilerine gösterilen ilginin, romantizmin, edilen iltifatların formalite icabı olduğunu bilirler, ancak kafaya alınmayı istiyorlarsa bunu görmezden gelirler, hatta bu hoşlarına gider. Böyle bir niyetleri yoksa ya da bu artık ellerinden gelmiyorsa, böyle duygusallıklar ancak öfke kaynağı olabilir.
“Ben bir yere gitmiyorum.”
Telefonunun o nefret ettiğim zili çaldı, gelen mesaja baktı.
“Özür dilerim, gitmek zorundayım.”
Atkısını, şemsiyesini alıp kalktı. Eğilip yanağımdan öptü. Sonra cüzdanını çıkarıp masaya kartını bıraktı.
“Düşün,” dedi. “Ben bir ay daha burdayım.”
Kapıdan çıktı ve aklıma bir ihtimalin tohumunu ekmiş olmanın rahatlığıyla işine döndü. O tohum nasıl olsa kendi kendine büyürdü.
***
Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun bir zaman sonra gazetede ölüm haberini aldım. Hiçbir şey hissetmedim. Tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi. Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.

Wednesday, November 16, 2011

(Yaratıcı Yazarlık Kursu "bilinmeyen bir dilden çeviri" ödevi, 2 Kasım)

Alışveriş

“Bu koltuk güzel,” dedi Oscar, Sibel koltuğun etrafında dolaşıp hem koltuğu, hem göz ucuyla etraftaki diğer koltukları inceledi, koltuğa oturdu. Yorgundu Sibel, kocasının elindeki Coca Cola’dan bir yudum aldı, beraberce eciş bücüş yazılarla dolu alışveriş listesini incelemeye koyuldular.

“Yatak, yemek masası, giysi dolabı ve kitaplıktan başka bir şey seçmemiş miyiz daha?”

“Rafları, çekmeceleri, askıları, kutuları unutma, bir şey seçmek için on şey seçmek gerekiyor. Sen bana Aspirin verecektin,” dedi Sibel bir solukta. “Of yaa, taşınma işini böyle hayal etmemiştim!”

“Daha koltuk, koltuğun önüne masa, televizyon sehpası, yemek masası için sandalyeler, çalışma masası, çalışma masası için sandalye…”

“Resimler de alacağız.”

“Tabii tabii…”

“Saksılar almamız lazım, balkon iyi güneş alıyor. Bitkisiz ev soğuk oluyor.”

“Tabii tabii…”

“Perde de alacağız, ama perde mi alsak jaluzi mi karar veremiyorum, jaluzilerin hep tozunu almak lazım ama perdeleri de yıkamak lazım, ama jaluzilerin çubukları kırılıyor perde alalım.”

“Tabii tabii…”

“Yeter!”

Sibel İstanbul’a geldiklerinden beri büyük stres altındaydı, iki aydır kendi ailesinin yanında kalıyorlardı, doktora dersleri başlamış olmasına rağmen ev bulmak ona düşmüştü. Kocası gelir gelmez mide fesadına uğramış, sonra günlerini şehri gezip fotoğraflar çekerek, son bir kaç haftadır da darbuka kursu ile geçirmişti. Oscar’a kalsa karısının ailesiyle yaşamaktan da, bütün gün kendi deyimiyle bu büyülü şehirde gezip tozmaktan da, yeni arkadaşlarının müzik grubunda darbuka çalmaktan da memnun yaşayıp giderdi.

Çantasından Novalgine bulup karısına verdi. Elini karısının bacağına koydu, arkasına yaslandı, mobilyalar arasında dolaşan insanları, koşuşan çocukları yüzünde eğlenir bir anlatımla izlemeye koyuldu.

“Bu rahatlığın beni çok yoruyor, kalk artık,” dedi Sibel, kocasının elini kucağından alıp koltuğa bıraktı, ayağa kalktı. Oscar kıpırdamadan karısına baktı.

“Sakin ol,” dedi Oscar. Önce elindeki listeyi ve teneke kutuyu karısına uzattı, sonra koltuğa yayılmış kabanıyla çantasını sakin hareketlerle, çevresine bakınarak toparladı.

“Ben buraya sen mutlu olasın diye geldim, bunu unutma. Buraya gelmeden önce senin için ne yapıp ne yapmadığımın hiçbir önemi yoktu.”

“Senin yapmadığın her iş benim üzerime kalıyor, artık genç değiliz ve burada bir düzen kurmak zorundayız.”

Sibel Oscar’ı bırakıp yürüdü.

Wednesday, November 09, 2011

Jean Charles de Menezes'e ağıt*

Olağanüstü hale ilişkin notlar

Duygusal çevremiz fakir ve tehlikeli. Sanatsal çalışma bunu değiştiremez, ama kaydını tutabilir. Görüş de sunabilir, hiç sorulmadıysa da.
Silahlı adamlar kalabalığın ortasındaki herhangi birini suçlu göründüğü için öldürdüğünde, bu bize geçmeyen bir geçmişi ve bilmek istemediğimiz bir geleceği hatırlatır.
Şu sıralar kurbanlar o kadar çok ki, bir başkası için üzülmek hata olur.
Adalet istemek patetik olur: Bir kurban için tek adalet intikamdır ve intikam savaşı besler.
Gücün şiddeti artık bir felaket değil, çok önemli bir şeyin göstergesi: İsyankar rüyalarımızı bile yapılandıran demokrasi yalanının sonu geldi.
Bizi içine dahil eden savaşın ana özelliği, bir dizi can kaybı gibi gözükmesi.
Hepimizi suçlu kurbanlara dönüştürüyor. Bizi kendi ülkemizde yabancı yapıyor.
Yaşadığımız olağanüstü hal artık olağan hale geldi ve bundan kurtulmanın tek yolu korkumuzu terkedip elimizde kalan tüm imkanlarla gücün terörünü hor görmek.
Her şeyi hatırlamak, hafızamızla direnmek, tahakkümün susturduğu hikayeleri anlatmak, kendi güvenlik fikrimizin kurbanları olmayı reddetmek, bu bir başlangıç olabilir.

*Jean Charles de Menezes, 7 Temmuz 2005 Londra saldırılarından iki hafta sonra polis tarafından şüphelilerden birine benzetildi ve bir metro istasyonunda yedi kurşunla öldürüldü. Bu yazıyı Claire Fontaine yazmış, ben çevirdim.


Bienal ve tarihin akışı

Bu sonbahar yapmak istediğim üç şey vardı: Yaratıcı yazarlık kursu, Filmekimi ve Bienal. Bienalle ilgili seyredip duyduklarım biraz hevesimi kaçırmıştı, ama annem de gitmek isteyince iki gün önce gittik. Liman İşletmeleri'nin İstanbul Modern'in yanındaki iki antreposu bienale ayrılmış. Kuratörler Jens Hoffmann ile Adriano Pedrosa, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in eserlerinden hareket ederek beş tema belirlemişler: Soyutlama, Ross (eşcinsel aşk diyebiliriz), Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Karma sergilerin etrafındaki küçük odalarda kişisel sergiler bulunuyor.

Çağdaş sanata karşı önyargılı olmama rağmen iyi ki gitmişim. Aklımda çok şey kaldı, ama en çok sevdiklerim: İçinden kurşun geçen dia gösterisi (William E. Jones, Antrepo 3), tüfek anıtı (Eylem Aladoğan, 3), yukardaki not (Claire Fontaine, 3), İsraillilerin patlattığı evlerden çıkan eşyalar (Bisan Abu-Eisheh, 3), Abadan Rafinerisinden dışarı akan işçiler (Nasrin Tabatabai ve Babak Afrassiabi, 3), Yıldız Moran Arun'un fotoğrafları (3), İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana radyo programlarının ve röportajların plak kapakları (Dani Gal, 3), İran Devrimi sırasında Amerikan Büyükelçiliği çalışanlarının kağıt kıyma makinesine attığı memolar (Tarih, 3), O.K: Büyük hızla kağıt damgalayan el (Tarih, 3).

Calder'in "Vertical Constellation with Bomb" heykeli (Alessandro Balteo Yazbeck ve Media Farzin, 5), "soyut emek" - içinde delik olan kürek (Soyutlama, 5), Kutluğ Ataman'ın askerlikten muaftır kağıdı (Ross, 5), İsrail kurulana kadar Orta Doğu'da serbestçe dolaşıldığını gösteren pasaportlar (Pasaport, 5), güvenlik için karıştırılan çantalar (Pasaport, 5). İtiraf ediyorum beşinci antrepoyu üçüncüsü kadar ayrıntılı gezmeye halimiz kalmamıştı. Ayrıca annemin deyimiyle antrepolarda "soğuk yerleştirmesi" vardı.

Bazen insan tarihin akışını, ya da Ece Temelkuran'ın sevdiğim yazısındaki gibi insanlığın kaderinin bir parçası olduğunu unutuyor. Sanki dışarda olup bitenlerin bizim yaşamımızla hiç bir ilgisi, ona hiç bir etkisi yokmuş, olamazmış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ama sanat bize hatırlatıyor. Haksızlıkları, mücadeleleri, insanların nasıl sürüklendiklerini ve hayatlarının hallaç pamuğu gibi nasıl atıldığını hatırlatıyor. Bienal, o akışın gücünü hissettirebildiği için bu kadar güzeldi.
Trajedi

Son iki Cumadır Ingmar Bergman filmleri izliyorum. Önce Yaz Oyunları'nı izledim, sonra Yaban Çilekleri'ni. Yaz Oyunları'nda yirmili yaşlarının sonunda bir balerin, kendisine eski sevgilisinin günlüğü gönderilince, onunla birlikte bir yaz geçirdiği adaya gider. O adada gezerken, biz de on yıl önceki bu aşk hikayesine şahit oluruz: iki sevgili ne kadar genç, coşkulu, masumdurlar. Anlarız ki trajik biten bu hikayenin ardından balerin, kendisinden epeyce büyük bir "aile dostlarının" yardımıyla, o güzel yazı unutabilmek için çevresine "duygu geçirmeyen" bir duvar örmüştür. Balerinin on yıl önceki haliyle şimdiki hali arasında, adada geçirdiği günlerle soyunma odasında ve sahnede geçen günler arasında öyle büyük fark vardır ki. Ancak hatırlamak iyi gelir, filmin sonunda iyileşmeye başladığını görürüz.

Yaban Çilekleri'nde ise yaşlı bir doktor, kendisine ölümü hatırlatan korkunç bir rüya görünce, jübile töreninin yapılacağı Lund'a arabayla gitmeye karar verir. O sırada yanında bulunan gelini de yolculukta ona eşlik edecektir. Yolda durup doktorun çocukluğunu geçirdiği evi ziyaret ederler. Doktor sevgiyle kalabalık ailesini, güzel çocukluğunu ve kendisini terkedip abisiyle evlenen kuzinini hatırlar. Bu sırada İtalya'ya gitmek için yola çıkmış üç genci Lund'a kadar götürmek üzere arabaya alırlar. Burada da, Yaz Oyunları'nda olduğu gibi, gençlerin neşeli hareketliliğinin önünde doktor ve gelininin tasalı durgunluğu iyice üzücü gözükür. Yol boyunca doktor, doktorun annesi ve doktorun oğlu hakkında bilgi ediniriz: Üçü de kendilerini seven insanlara duygularını gösteremezler; güçlü, prensip sahibi ve bir duvar gibi soğukturlar.

İki filmde de güzel, sıcak, sevgili anıların arasında karşımıza çıkar yaban çilekleri. Ekşi Sözlük'ten öğrendiğime göre İsveççe'de insanın kendine sakladığı, koruduğu ve sevgiyle hatırladığı en güzel anılara yaban çilekleri denirmiş.

Bu filmleri izledikten sonra aklıma şu geldi. İnsan çocukluğunu ve gençliğini güvende geçirdiyse, geleceğin hep güzel şeyler getireceğini düşünüyor. Aslında bu konuda düşünmüyor bile, öyle varsayıyor. Ama biraz yaş alınca yanlış kararların, kaçırılan fırsatların, giden insanların hayatında nasıl geri dönüşsüz, doldurulması mümkün olmayan boşluklar açabileceğini anlıyor. Yani dokunulmazlığı olmadığının, kendi eliyle kendi hayatını mahvedebileceğinin farkına varıyor. Her kararın mantıklı sebepleri vardır, ama bazılarının sonuçları trajik olabilir.

Wednesday, November 02, 2011

Yürüyüş

Nilgün durdu, önünde yükselen yokuşa ve onu daha şimdiden bir keçi gibi neşeyle tırmanmakta olan Ali'ye baktı. Çayır mavi gökyüzünün, beyaz yuvarlak bulutların altında yemyeşil, yumuşak bir halı gibi yükseliyordu. Yer yer yıkılmış taş bir duvarın yanından yürüyorlardı. Saat öğleden sonra dörttü ve güneş artık ısıtmıyordu. Birden kendisini felç eden bir kötümserliğe kapıldı. İçindeki şalterler inmişti sanki. "İşte," dedi, "beni bırakıp gitti. O da benden sıkılmaya başladı. Saat şimdiden dört oldu, nasıl yürüyeceğiz bu kadar yolu?" Yavaş yavaş tırmanmaya başladı ama kötü düşüncelerinden kurtulamıyordu. Bazen Ali kendini kaptırıp hızlıca tırmanıyor, arada durup fotoğraf çekiyor, bu sırada Nilgün’ün yetişmesini bekliyordu.

Çıktıkları yerden aşağıdaki göl ve çevresindeki tepeler çok güzel görünüyordu. Gölün üstü akşamüstü güneşiyle ışıl ışıldı, ağaçlarla kaplı küçük kara adacıklar vardı. Geldikleri yana döndüklerinde kasabayı ve ardında başka tepeleri görebiliyorlardı. Ali kayaların üstüne çıkıp fotoğraf çekti. Nilgün manzaraya baktı, sırt çantasını yere koyup gerindi, derin bir nefes aldı. Her şey çok güzeldi, bunun tadını çıkarması gerektiğini düşündü. Ama bu mümkün değildi hiç. Tanpınar’ın Huzur’da dediği gibi mutluluğu sessizce yol kenarına bırakmanın bir yolunu bulurdu hep. Bir kayanın üzerine oturup çantasını kucağına aldı. Aklında önlerindeki yürüyüş vardı ve korkuyordu. Bu rotayı öğle yemeği yerken yanlarındaki kitaptan seçmişlerdi. Sabah yaptıkları yürüyüşten daha uzun ve zordu. Yolun bir yerinde uçurumun kenarından yürüyecekleri, dikkatli olmaları gerektiği yazıyordu. Kitaba bakılırsa sekiz yaşından büyük bir çocuk bu yoldan yürüyebilirdi, ama bu Nilgün'ü rahatlatmıyordu. Ali'nin kendi fotoğrafını çektiğini farkedince gülümsedi, ayağa kalktı.

Duvarın yanından yürümeye devam ettiler; bu kez aşağı iniyorlardı. Bir süre sonra Ali durdu, elindeki kitaba bakıp gülerek, “birazdan uçuruma geliyoruz,” dedi. “Bir de alternatif rota var, duvarın arkasından gidiyor.”

“Ben ordan gideyim, sonra buluşuruz,”

Ali Nilgün’ün elini tuttu, “olmaz öyle şey, ben de seninle gelirim o zaman.” Bir kaç adım sonra: “Ama manzara çok güzelmiş.”

Nilgün bir şey demeden durdu. O da bu kadar yolu geldikten sonra manzarayı kaçırmak, zorluktan kaçmak istemiyordu. Oyunbozanlık yapmak hiç istemiyordu. Ali “söz elini bırakmayacağım,” dedi.

Yürümeye devam ettiler. Dar, toprak, taşlı yol artık uçurumun kenarından ilerliyordu ve Nilgün’e öyle geliyordu ki, uçuruma doğru eğimliydi. Bir adım daha atacak cesareti yoktu. Ali uçurumdan dışarı uzanan bir ağaçtan destek alıp biraz aşağıdaki bir kaya parçasına bastı, “Şimdi şuraya bas, şimdi buraya,” diye başıyla işaret edip Nilgün’ün geçmesine yardım etti.

Nilgün geçerken bir an manzarayı gördü: Göl aynı göldü, ama o küçük aralıktan gözüne daha başka, daha parlak gözüktü.

Çok geçmeden yol uçurumdan uzaklaştı, ama bu sefer de iyice dik bir yokuşa dönüştü. Çam ağaçlarının arasına girdiler, üzeri cilalanmış gibi parlak taşların üzerinden indiler. Nilgün artık ne zaman kayıp düşmekten korksa Ali’ye söylüyor, Ali de bir yandan elini tutarken bir yandan bir adım önünden yürüyüp nereye basacağını gösteriyordu. Nilgün artık kaygan taşların üzerine yan basması gerektiğini öğrenmişti. Yanlarından akan ince derenin üzerindeki tahta köprüde durup fotoğraf çektiler.

Gölün kıyısına indiklerinde Nilgün o kadar rahatlamıştı ki kafasında huzurunu bozacak hiç bir tasa, hiç bir düşünce barınamıyordu. Ali’nin koluna girdi, yürüdüler. Biraz sonra yolları gölden uzaklaştı, çevrelerinde koyunlar, keçiler belirdi. Ali Nilgün’ün gerideki tepelere baktığını gördü.

“Bak, bunları aşmıştım diyeceksin,” dedi.

Saturday, October 22, 2011

Yenilgi

Nilgün otelin sabah güneşiyle aydınlık yemek salonuna girdi. Arkadaşının oturduğu masayı aradı, odanın iki büyük penceresinden birinin kenarındaki masada Işık’ı gördü, çabuk adımlarla yanına gitti. Işık seyahat kitabına bakarak çay içiyordu, Nilgün masanın kenarında durdu, suçlu suçlu bakıp “beklettim seni,” dedi, “bir şeyler alalım mı?”

Işık kalktı, kahvaltılarını aldılar. Masalarına dönerken Nilgün tekrar kitabı gördü: “Ee, gidiyor muyuz Freud’un evine?”

“Ben de tam ona bakıyordum. Öğlene doğru çok sıra oluyormuş, kahvaltıdan kalkar kalkmaz gidelim.”

Sessizlik oldu. Nilgün en samimi arkadaşıylayken bile sessizlikten hiç hoşlanmazdı. Ona göre sessizlik insanlar arasındaki uzaklığa, ulaşılmazlığa delaletti. Sırf bu korkusu yüzünden lüzumsuz şeyler söylediği çok olmuştu.

“Dün gece aklıma ne geldi,” diye başlayıp kafasını toplamak ister gibi bir an pencereden dışarı baktı. “Freud demiş ki, erkeklerin hem erotik fantezileri varmış, hem de başarılı olmayı, bir yerlere gelmeyi falan hayal ediyorlarmış. Kadınlarınsa sadece erotik fantezileri varmış.”

Işık tereyağı sürmekte olduğu ekmek diliminden başını kaldırıp bir an Nilgün’e bakarak: “İyi halt etmiş.”

Nilgün arkadaşını bunun üzerinde tartışmaya değer bir konu olduğuna inandırmaya çalışarak: “Ben de ilk duyduğumda öyle dedim. Ama sonra düşündüm. Yani ne çok şeyin sebebinin erkekler olabildiğini düşündüm.”

Işık yeşil gözlerini çay fincanının ardından sabırla (sabırsızlanmaya başlıyordu) Nilgün’e dikip: “Ne mesela?”

Işık’ın bakışı Nilgün’ün şevkini kırdı, işi teorik yönden ele almaya karar verdi: “Yani bir şeyi yapma motivasyonundan bahsediyorum. Birisi için caz dinlemeye başlamak ya da bir yere taşınmak gibi.”

Işık gülümsedi, “Aşık olan herkes yapar bunları kadın erkek farketmez. Herkes birbiri için bir şeyler yapar.”

“Ama kadınlar bunu daha sık yapıyorlar. Bir ilişkiye başlıyorlar, ya da çocuk sahibi oluyorlar, onun dışındaki her şey anlamsızlaşıyor. Ya da yalnızken birden her şey anlamsız gelmeye başlıyor. Daha çabuk yoruluyoruz sanki.” Düşüncelerini toplamak için bir an sustu, Işık da karşılık vermeyince devam etti: “Altın Defter’deki ana karakter şöyle diyordu: Tek gerçek duygusu bir erkeğe karşı olanmış. Diyordu ki, duygularım içinde yaşadığım çağa uymuyor ama gerçek bu…”

Işık bir elinde elma, diğer elinde bıçak durdu. “Bu söylediklerinin kadınla erkek farklı yaratılmıştır diyenlerden hiç farkı yok. Seçim hakkı verilse bundan farklı bir şey seçmezlerdi demek gibi bir şey. Bir şeyi değiştirmeye de gerek yok, sürüp gitsin her şey böyle.”

“Öyle bir şey demedim. Kendi adıma konuşuyordum daha çok.” Nilgün yeterince dürüst olan herkesin benzer şeyleri itiraf edeceğini düşünür, oyun bozanlık yapan arkadaşlarına kızardı. Bu da bir uzaklık belirtisiydi onun gözünde.

Işık elindeki elma dilimini ısırdı, çiğnedi, yuttu. “Keşke herkes ne yapıyorsa tek sebebi kendi seçimleri olsa,” dedi. “Bir kadın bir ilişkide, çocukta ya da evlilikte anlam arayabilir, bulabilir de. Ama bu bir kadın için anlamlı olan tek şeyin bu olduğu anlamına gelmez.”

Nilgün arkadaşına içerledi. Ne olurdu sanki kendisi gibi içten olabilseydi, çokbilmişlik taslamayıp zaaflarını itiraf edebilseydi. Böyle dümdüz konuşmasaydı, arkadaşının kırılabileceğini düşünseydi. Ağızlarının tadı kaçmasaydı şimdi, daha kaç gün vardı? İki gün vardı. Sessizlikte duyduğu paniğin bir benzerinin içinde yükseldiğini duydu. Işık arkadaşına gülümsedi, “Kalkalım mı artık?”

Tabii tartışma bitebilir artık onun için. Ya doğruyu söylüyorsa? Ya sahiden Nilgün’den güçlüyse? Işık konuyu dağıtmak için bir şeyler söyledi ama Nilgün duymadı.

Friday, October 21, 2011

Sistem eleştirisi

Bu son terör olayından önce New York ve Londra'daki "occupy" eylemleri konuşuluyordu bizde de, bu sistemde yanlış olan ne diye tartışmalar oluyordu. Her ne kadar Nagehan Alçı krizin devlet müdahalesi yüzünden çıktığını, isyancıların borsacı olmak istediğini ve Che Guevera'nın vampir olduğunu iddia etse de, içimize bir kurt düşmüştü maalesef. Ben de çalışmaktan sistemi mistemi unutmuşum, geçen sabah boş bir anımda aklıma geldi.

Sistemin sorunu bence hiç günahsız, sıradan bir insanın hayatını mahvedebilme potansiyeli. Bu insanın istediği okula gitmesine, istediği işte çalışmasına, başkalarına zarar vermediği sürece istediği gibi yaşamasına, önemli bulduğu bir fikri savunmasına izin vermeyişi. Bir yandan da aynı insanın güvencesiz yerlerde çalışmasına, aylarca, yıllarca işsiz kalmasına, etrafındaki erkeklerin boyunduruğuna girmesine, kanserojen şişelerden su içmesine, mısır şuruplu tatlıları yemesine, başına yağmurda beton parçaları düşmesine, yardım diye verdiği bağışların birilerinin cebine gitmesine, Hizbullahçılarla Deniz Fenerciler salıverilirken sadece bir yazı yazdı, pankart açtı diye aylarca hapislerde çürümesine ve hiç bir şeyi değiştirmeyen bir savaşta ölmesine izin vermesi. Daha da kötüsü bu insanın yobaz bir hakim, savcı, politikacı, gazeteci, polis, asker ya da bürokrata dönüşmesine izin vermesi. Yani bu sistem izin vermesi gereken şeylere vermiyor, izin vermemesi gereken şeylere veriyor. Bütün bu faaliyetlerini de bizim vergilerimizle, çalışmamızla ve tüketmemizle, yani varlığımızla sürdürüyor.

Bütün bunları ben tekrar tekrar yazdım. Ama baktım ki unutuyorum (çünkü güce karşı bireyin çırpınışı unutmaya karşı hafızanın çırpınışıdır) anladım ki yine yazmam lazım. Ha ben yazdım diye bir şey oluyor mu, olmuyor. Hepimiz aynı nehirde akıp gidiyoruz. Ama ben unutmamış oluyorum.

Bir de aklıma şu geldi. Bizim liberaller başbakanımıza kızdılar ya BDP'lilere Zerdüşt dedi, Zerdüştlerin de mecliste başörtüsü yasağının kaldırılmasını samimiyetle isteyemeyeceğini buyurdu diye. Kadın haklarını savunmak için kadın, eşcinsel haklarını savunmak için eşcinsel, Kürtlerin ya da dindarların haklarını savunmak için Kürt ya da dindar olmaya gerek yok dediler ya. Ama bizim solcular Ece Temelkuran ya da Rutkay Aziz sistem eleştirisi yapınca "ama sen sistemin içindesin, giydiğin ayakkabıya, oynadığın reklama bak!" demeye çok meraklılar. Kusura bakmasınlar ama hepimiz bu sistemin içindeyiz ve insanların hakkı yenmesin demek için mutlaka insanın hakkının yenmesi gerekmiyor. Hem merak etmeyin, bizim de hakkımız muhakkak bir şekilde yeniyor. Nagehan Alçı gibi birinin ulusal bir haber kanalında desteksiz sallamasına katlanmak zorundayız. Günlük hayatta her türlü cahilliğe, yüzsüzlüğe katlandığımız gibi.

Şimdi grappamı içtim, kafam iyi, Motosiklet Günlükleri'ni izleyeceğim. İyi geceler.

Saturday, October 08, 2011

Yine de

Ne yaptıysam seni ikna edemedim
Denemediğim tek yol kaldı
Onun da görülmemiştir işe yaramadığı

Yine de denemek lazım.

Sunday, September 25, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da

Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde Büyük Juri Ödülü'nü kazanan yeni filmi Bir Zamanlar Anadolu'da'ya gittim bugün. Polisler, askerler, savcı, doktor ve şüphelilerin kurduğu bir konvoy, bir gece yarısı kasabadan uzağa gömülmüş bir cesedi aramak için yola çıkar. Geniş bozkırın ortasındaki kıvrımlı yollarda, bir çeşme başından diğerine ince bir alev akıntısı gibi ilerlerler ama, ceset bir türlü bulunamaz. Bütün karakterler gittikçe zayıf düşerler: Bozkırın genişliğinin, bozan havanın, karanlığın, kaderin, yalnızlıklarının, güzelliğin, kayalardaki kabartmaların ve mantığa sığmayan hikayelerin karşısında güçleri yoktur. On binlerce yıllık zamanın, uçsuz bucaksız mekanın içindeki ufacık varlıkları önemsizdir belki ama dertlerinin ağırlığı taşıyamayacakları kadar büyüktür.

İnsanın evren karşısındaki küçüklüğü ile acılarının ve sevinçlerinin alabileceği korkunç boyutlar arasındaki zıtlık, festivalde Altın Palmiye'yi alan Terrence Malick'in The Tree of Life'ında da vardı.

Ama kahramanlarımız varlıklarının önemsizliğini ve dertlerinin ağırlığını aynı anda unutabiliyor ve kendilerini ellerindeki işe verebiliyorlardı. Birbirleriyle rekabete giriyor, birbirlerine güceniyor, birbirleriyle dalga geçiyorlardı. Küçük hesapların, küçük çıkarların peşine büyük bir ciddiyetle düşüyorlardı. Hepimiz gibi.

Filmin başarısı, bütün bunları, yani insanın acınası, ağır gerçekliğini böyle açık gösterebilmesi.
Çeyrek hayat bunalımları

Bir arkadaşım "Çeyrek Hayat" diye bir site açtı, ben de küçük bir şey yazdım. Buyrun burada:

İnsan kötü huylarının, alışkanlıklarının, beceriksizliklerinin sırf kendisinde olmadığını, normal durumlar olduğunu öğrenmekten hoşlanır da, yetenekleriyle, ilgi alanlarıyla ve “potansiyeliyle” benzersiz olduğunu düşünmeyi sever. Sanırım pek çoğumuz özel insanlar olduğumuzu ve yaşadığımız hayattan daha özelini hak ettiğimizi düşünüyoruz ve bunu düşünen binlerce kadından biri olduğumuzu öğrenmek, daha baştaki varsayımımızı çürüttüğü için rahatsız edici.

Mesela ben geçen hafta bir yaratıcı yazı kursuna başladım ve benim gibi otuz kişinin (çoğu kadın) daha kursa katıldığını gördüm. Demek ki kursa katılmak özel olmak için yeterli değil, kursta çok çaba harcamalıyım ki gerçekten farklı şeyler yazabileyim. Başta varsaydığımdan hep daha çok çalışmam, daha çok adım atmam gerekiyor. Yılmadan devam edebilenler de yapmak istedikleri şeyleri yapabiliyorlar. Hem bir şeyi gerçekten istiyorsanız yılmazsınız, inat edersiniz. Eğer inat etmiyorsanız da aslında yeterince istemediğinizi anlamış olursunuz ve o fikri aklınızdan çıkarır, dikkatinizi başka alanlara yöneltirsiniz.

Kısacası bizim gibi durumundan şikayet edip daha iyisini hak ettiğini düşünen çok insan var ve gerçekten özel ve farklı olup olmadığımızı anlamanın tek yolu, denemek. Gerçeği öğrenmek tabii ki yürek istiyor, ama farklı biri olmanın, farklı bir şeyler yapabilmenin ilk koşulu cesaret! Çeyrek hayat, yolun yarısı, yaş kaç olursa olsun geç değil, ama hemen bir şeyler yapmak gerekiyor.

Zaman

Zamanla ilgili yazmak isteyince aklıma Perihan Mağden'in yıllar önce buraya koyduğum, geniş zamanları özleyen yazısı geldi. Geniş zamanlar yok, çünkü bir şeyi yapmış olmak yetmiyor, onu belli bir zaman içinde yapmak gerekiyor. Hatta ne yaptığınızın önemli olmadığı durumlarda bile, belli bir zaman içinde bir şeyler yapmış olmak gerekiyor. Pek çok durumda ne yapacağımıza kendimiz karar verebiliyoruz, ama şu verimli olmak, ne yapacaksak bir an önce yapmak takıntımızdan, sabırsızlığımızdan, bir şeylere geç kalma korkumuzdan kurtulamadık. Yeter ki bir şeyler yapalım diye panikten bazen gayet lüzumsuz şeyler de yapabiliyoruz. Kendi hayatımızın, zamanımızın sahibi olabilmek için en önce bundan kurtulmamız gerek.

Tuesday, September 20, 2011

Vicdanın sesi

Ece Temelkuran, "Sınıfsız Domates" diye çok tepki gören bir yazı yazdı. Yazıda, aralarındaki sınıf farkına rağmen evdeki yardımcısının kendisine nasıl içten bir sevgi duyabildiğini soruyordu. Sonra da bir başka yazıyla bu yazısının aceleye geldiğini, kendini doğru ifade edemediğini, ama kendisine gösterilen tepkileri de aşırı ve kötü niyetli bulduğunu anlattı.

Temelkuran, keşke ilk yazısında yardımcısının bir aylık geliri tutarında ayakkabılar aldığını ve yardımcısının hiç bir sosyal güvencesi olmadığını yazmasaydı, çünkü içine girdiği duygusal günah çıkarma hali içinde gerçek durumu anlatamadığını düşünüyorum. Zaten kendisi de söylediklerini düzeltmiş. Ancak Temelkuran'ın sorusu gayet yerindeydi: Yardımcısı, Temelkuran'ın sahip olup kendisinin olamadığı onca imkana rağmen nasıl onu seviyor, düşünebiliyordu? Tamam, bulundukları durum Temelkuran'ın değil sistemin suçuydu, ama yine de eski ve temel bir soru.

Belki teori ve solcular bunu Stockholm Sendromu'na bağlıyordur, ama benim başka açıklamalarım var. Birincisi, Tülay Hanım kendi imkanlar ufkuyla işvereninin önünde uzanan imkanlar ufkunu karşılaştıramaz, çünkü benzer tecrübeler yaşamamıştır. Başka bir deyişle, ne kaçırdığını bilmiyordur. Hayalleri de, kendisi için mümkün gördükleriyle sınırlıdır. Belki de işvereninin yaşadığı türlü çeşitli üzüntülere şahit oluyor, ona acıyordur. Tülay Hanım Ece Hanım'dan daha mutlu bile olabilir.

İkinci sebep ise şu: Geçen senenin sonunda Roberto Mangabeira Unger'ın Passion isimli makalesinden söz etmiştim. Unger orada diyordu ki, yüz yüze ilişkiler sadece çıkara dayalı olamaz, zamanla insanın içinde mutlaka bir duygu uyandırır. Eğer karşınızdaki kötücül birisiyse onu sevmezsiniz, iyicil birisiyse belki arkasından konuşursunuz, kızarsınız ama bir yandan da seversiniz. Belli ki Tülay Hanım da Ece Hanım'ı seviyor. İnsana dayanma ve uyum sağlama gücünü veren arkadaşlarının ve başkalarının onda uyandırdığı sevecenliktir. Sınıfı, işi ne olursa olsun herkese. Bunu anlamak için akşamları bizim ofise gelen temizlik görevlilerinin birbirleriyle şakalaşmalarına, dertleşmelerine kulak vermek yeter. Bizim dertleşmemize, şakalaşmamıza da.

Ancak konuyla doğrudan ilgili olmasa da Amartya Sen'in neredeyse her yazıda, bıkıp usanmadan tekrar ettiğim argümanını yine söyleyeceğim: Tülay Hanım'ın mutlu olmayı ve işverenini sevmeyi başarması, onun ve çevremizdeki insanların çoğunun hakettikleri imkanlara sahip olmadığı gerçeğini unutturabilecek bir bahane olamaz.

Tabii pek kimse Temelkuran'ın sorusuna cevap vermeye kalkışmadı çünkü herkes kafayı onun yazılarında savunduğu değerlerle yaşam tarzı arasındaki farka takmıştı. Orta sınıf hayatında yazılarında anlattığı acıları, çileleri anlıyor, hissediyor olamazdı, sadece bunları anlayan ve hisseden, bunlara öfkelenen biri olma fikrini seviyor olmalıydı. Zaten şu Sınıfsız Domates yazısında da başını belaya sokan aşırı duygulu üslubunda da bir... aşırılık vardı. Tekrar edildikçe baygınlaşıyordu.

Bana sorarsanız Temelkuran gerçekten öfkeleniyor, utanıyor. Bu utancı ona yaşatan durumlar, haksızlıklar ortadan kalksın istiyor. Herhalde yazılarının bunları ortadan kaldırmayacağının da farkındadır, ama bunları yazmak, içini dökmek zorunda kalıyor. Yeteneği tartışılabilir, ama ben bu kadarının içtenliğini biliyorum.

Sunday, September 04, 2011

Kimya

Lisede kimya dersinde bir deney yapmıştık: Bir cam kapta şeffaf bir çözelti vardı, üzerine bir başka sıvı damlatmıştık. Bir damla, iki damla, bir çok damlalar sonra sıvı yine şeffaf kalmıştı, sonra birden kırmızıya dönmüştü. İnsanda da böyle bir aydınlanma noktası olabiliyor. İyi ya da kötü bir gerçekle ilgili pek çok emareyi görmezden geldikten sonra bir şey daha oluyor ve insan o ana kadar olan ama anlamlandırmadığı her şeyi birleştirip bir şeyi anlayabiliyor. Anlamı olmayan, rastgele olaylara aceleyle anlam atfetmenin tam tersi de bir şeyi bir türlü anlamamak. Anlamak geçen zamanla ve büyümekle ilgili bir şey.

Saturday, August 20, 2011

Dondurma

Ben Amerika'dayken (!) kızmıştım Danimarkalı karikatüristlere. Sonra İngiltere'ye gelip bir panel dinledim, konuşmacılar diyorlardı ki herkesin her alındığını sansürlemeye kalkarsak işin içinden çıkamayız. Üstelik neden herkes dindarlara tolerans göstermek zorundayken dindarların her şeye alınmaya hakkı oluyor? Hak vermiştim vermesine de, gene de alınıyordum batılıların bu duyarsızlıklarına, hiç bir işe yaramayan küstahlıklarına: Yerden yere vurmuştum Four Lions filmini. Arkadaşlarım dalga geçtiler alınganlığımla.

Geçen akşam saat yedi sularında Nişantaşı'na gittim, ağzımın tadı yoktu, bir dondurmacıya girdim bir külah dondurma alırım diye. Önümdeki yaşlı hanımı beklerken hatırladım ki Ramazan. Dondurmacı kıza sordum işler nasıl gidiyor diye, "burda oruç tutan pek kimse yoktur, merak etmeyin" dedi. Böğürtlenli ve limonlu dondurmamı alıp çıktım, ama vicdan azabından mı bilmem herkes bana bakıyormuş gibi geldi. Kendimi açık saçık giyinmişim gibi hissettim. Ama bir yandan da inat ettim: Neden onlar haklı, ben haksız olayım? Neden onlar beni ayıplarken ben onları düşünmek, canları istemesin diye tasalanmak zorunda olayım? Neden onlar haklı, ben haksız? Onlar taviz vermiyorlar, çoğunluktalar diye mi? Anladım ki içimden kızmışım, ama daha fazlası yemediği için kızgınlığımı Nişantaşı'nın dindar bir-iki sakininden çıkarıyorum. Bir tad almadan, sırf inat olsun diye bitirdim dondurmayı.

Kime mi kızmışım? Twitter'da Allah'ın ağzından komiklikler yazanı susturmaya kalkarlar. Anadolu'nun kasabalarında, şehirlerinde insanları oruç tutmuyor diye taciz ederler. Can Yücel'in mezarını kırarlar. Kim ne düşüncesini söylese kıçından anlar, galeyana gelirler. Ben bıktım bu duyarlı insanlardan, onların duyarlılıklarından. Beğenmiyorsan okuma, izleme kardeşim!

Yüz sene öncesinin kitaplarını okuduk işte lisede, hiç bir farkımız yok. Hala aynı yerde sayıyoruz, aynı konuları konuşuyoruz. Her şey eğitimde bitiyor falan derdik de, bu toplumdan daha farklı bir eğitim sistemi çıkması mümkün müydü acaba? Belki çok incelikli bir analiz olmayacak ama, Avrupalıların geçtiği hiç bir aşamayı geçirmemiş, hiç bir hakkı için mücadele vermemiş bir toplum, bundan farklı bir noktada olabilir miydi? Bundan farklı şeyler için mücadele eden bir hükümet seçebilir miydi? Gittikçe tarihin akışı karşısında çaresizliğe ve kaderciliğe kapılıyorum. Üzerinde düşünmek, daha iyisini ummak çok boşuna geliyor.

Gemisini kurtaran kaptandır bundan böyle. Ben sevdiğim kitapları okurum, sevdiğim müzikleri dinlerim, gezer dolaşırım, vaktimi sevdiğim insanlarla geçirir onların hayatını kolaylaştırmaya çalışırım, işimi gücümü düzgün yapmaya çalışırım, arada buraya yazarım ama hiç kimsenin okumadığını, hiç bir şeye faydası olmadığını bilerek, sırf yazmazsam içimde kalır diye, sırf kendim için. Başımı belaya sokmamaya çalışırım, hakkımı savunurum. Başka da hiç bir şeye karışmam. Kim kimi dövüyormuş, kim kimi öldürüyormuş, kim kimin hakkını yiyormuş, kim kimin dümen suyuna gidiyormuş öğrenmek de istemem.

Bunun da böyle olacağı başından beri belliydi.
How can the world not prevent a famine?

There was a time when scholars studied things that were truly close to their hearts. So Amartya Sen studied the 1943 famine in Bengal, India. Jeffrey Sachs summarizes what he found here. Sen found that the real reason of the famine was not a dramatic drop in food supplies, i.e. a drought, but an increase in demand created by an urban economic boom. Rural wages did not keep up with the increasing prices, so people simply could not afford food. At the time, the British rulers in colonial India did not have enough of an incentive to help the poor, so Sen theorized that a democratically elected government would have done a much better job.

The current famine in the Horn of Africa also appears to stem from man-made reasons and not just droughts. A World Bank report on food prices found that food prices have increased by a third on average (and much more for corn, wheat and sugar) since last year around this time. The Guardian quotes the report: "While the emergency in the Horn of Africa was triggered by prolonged droughts, especially in areas struggling with conflict and internal displacement such as Somalia, food prices that are near the record high levels seen in 2008 also contributed to the situation."

And the reason for the increasing prices? Poor harvests for one thing, but the diversion of farming to biofuel production in the US is also causing a decline in food supplies across the world. World Bank's chief economist for Kenya, Wolfgang Fengler, says that prices in the region are even higher than world average because of a small number of farmers controlling the market.

The political situation in Somalia is also apparently blocking humanitarian aid, especially in the southern regions controlled by the group al Shabaab. The regions controlled by the militia are claimed to be suffering from the worst of the crisis, but the crisis is not limited to these regions, and al Shabaab militants are not the only ones to blame.

The West should probably look in the mirror before claiming that Africans are the only ones responsible for their crisis. If the militia in Somalia are so bad as to "divert rivers" to benefit their cronies and ban vaccines, then why intervene in Libya and not in Somalia? And why distort the world food prices by investing so much agricultural land in biofuels, whose value is questionable at best? Are you any more advanced than the British rulers of colonial India?
Why not?

I first heard about the Tree of Life when it won the Palme d'Or in the same Cannes Festival where Nuri Bilge Ceylan won the grand jury award with his film Once Upon a Time in Anatolia. From what I gathered, Terrence Malick and his movie sounded mysterious and different. I read the two very positive reviews written by Peter Bradshaw in the Guardian, and this concept stuck in my mind: "And all the time, gigantic scenes from the secret life of the cosmos endow these family dramas with something alienated, bewildering – a sense of a terrifying new perspective in which their traumas are vanishingly tiny and yet have an excruciating new spiritual magnitude."

I went to see the movie on a rainy day in London, and trusting Bradshaw, I was completely prepared to get carried away and be impressed by it. And so I was. I think what the movie does is remind the viewers of the grandness and incredibility of the cosmos and the nature, and one doesn't need to see the "light" and dinosaurs and flowing lava to remember it, just looking at a big tree against rays of sunshine would suffice, but we seem to have forgotten it regardless. And we are part of that nature, and with all our numbers and experience and pride, it is nature that guides us, not the other way around. We are small and unimportant, and we all experience similar things. Similar scenes are repeated millions of times across the world.

And yet, are we? The story of the family and everyone's joy, pain, aspirations and disappointments gain such great proportions in the movie that you can compare the joy to the sunshine and the pain to the lava. So Malick appreciates not only the nature (and its creator) but also what each one of us has to go through every day and how we cope with it. I empathized with the father's struggles through the world's drudgery as much as I admired the mother's untainted goodness, heavenly "way of grace."

Bradshaw says that the movie created a "Christianityless metaphysics" for him. And so it did inspire a religionless metaphysics for me. Having not pondered about these questions (everything is random, one shall not seek for meaning, just for a refuge) for a while, and having had weak faith (if any at all) during this time, the movie did give rise to this question in my mind: Why not? We don't have any evidence either way, so having no faith is a form of faith in itself.

Maybe the real issue is the loss of faith in humanity.

Tuesday, August 09, 2011

Suç ve Ceza
(Kitabı okumadıysanız bu yazıyı okumayın lütfen, kitapta ne varsa yazacağım çünkü.)

Romanın ana karakteri Raskolnikov, bir fikrin esiri olmuştur: Bütün yasaklara rağmen dünyaya yararı olmayan, hatta zararlı olduğunu düşündüğü bir kocakarıyı öldürmek, kötülük sayılamaz. Raskolnikov’a gore ancak bağımsız düşüncelerini herkese rağmen eyleme dönüştürme yürekliliğini gösteren insanlar “seçkin” sayılabilirler, ancak bu yürekliliği gösterebilecek insanların iktidara sahip olma hakkı vardır. Raskolnikov kadını öldürürken, bir bakıma da kendisinin “seçkin” insanlardan biri olup olmadığını test etmektedir. Ancak daha kadını öldürürken paniğe kapılır; kadının masum kız kardeşini de öldürmek zorunda kalır, güç bela ve tamamen şans eseri olay mahallinden kaçar ve suçunu itiraf edene kadar psikolojisi o kadar bozulur ki tüm şüpheleri üzerine çeker.

Raskolnikov daha fazla dayanamayıp suçunu itiraf etmeden once bile işlediği cinayetin bir suç ve günah olduğunu kabul etmez: Kendisi için hayatı çekilmez hale getiren suçluluk duygusu değil, “aklıyla” doğruluğunu bildiği eyleminin arkasında duracak kadar yürekli olamayışıdır. Telaşa, paniğe, korkuya kapıldığı için seçkin bir insan olamamıştır, iktidarı hak etmemiştir.

Raskolnikov eyleminin temelindeki fikri inatla savumayı sürdürse, savaşlarda masum insanların öldürülmesi kabul edilirken kendi suçunun böylesine kınanmasındaki ikiyüzlülüğe isyan etse de, adaleti sağlamaya çalışırken yol açtığı adaletsizlikleri görmezden gelemiyor olmalıydı: Masum bir insanı öldürmüş, masum bir diğer insanın hapse düşmesine yol açmıştı. Olmalıydı diyorum, çünkü Raskolnikov’un karmakarışık duyguları içinde böyle bir vicdan azabını ancak Raskolnikov ölen kız kardeş Livazeta’nın Sonya’nın tek arkadaşı olduğunu öğrenince açıkça seçebildim. Bu insanlar kuşkusuz Raskolnikov’un tanımına gore seçkin değildiler, sıradan insanlardılar, ama iktidar sahibi birinin yapması gerektiği gibi sıradan insanları, bir fikri savunmak için “ödenmesi gereken bir bedel” olarak göremiyordu.

Kitabın sonunda Raskolnikov iyi karakter Sonya’ya aşık olmayı başardığında, bir eşiği geçer: Artık onun için teoriler bitmiş, yaşam başlamıştır. Sıradan bir insan oluşunu dert etmeyi, sıradan insanları küçümsemeyi bırakır. Dostoyevski büyük teorilere, taammüden sıradışı bir şeyler yapmaya çalışan insanlara büsbütün mü karşıdır, yoksa aşkı sıradan insanlara sıradanlıklarını unutturabilecek bir teselli armağanı, sığınak olarak mı görür, orasını bilemiyorum.

Sanırım Dostoyevski, insanların çektiği acılara ve başa çıkamadıkları talihsizliklere asla kayıtsız kalamamakla birlikte (Raskolnikov Sonya’ya ilk ziyaretinde onun önünde eğildiğinde, onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğilmiştir,) adaleti sağlamaya çalışan fikirlerin hiç birine inanmıyordu. Her insanın once kendini kurtarmasının topluma daha faydalı olacağı fikrini Lujin kadar sevimsiz bir karaktere söyletiyor, komün kurmaya çalışan iyi yürekli ama saf Lebezyatnikov’un “ilerleme” fikri ve akılcı bir düzen hayalleriyle ise açıkça dalga geçiyordu. Sonya’nın Tanrı’nın izin vermeyeceğine inandığı bütün felaketlere, Raskolnikov’un da öngördüğü gibi Tanrı izin verecek oluyor, ancak Svidrigaylov gibi bir günahkarın vicdan azabı ile yaptığı yardım mani oluyordu. Gerçi inanan biri burada Tanrı’nın müdahale ettiğini iddia edebilir.

Dostoyevski’nin 150 yıl once kıtabında açıkladığı fikirlerin, çatışmaların hiç değilse böyle şeylere kafa yoranlar için taptaze sürüyor olması Dostoyevski’nin dehasının göstergesi midir, yoksa insanlığın bütün teknolojik gelişmeye rağmen ahlaki yönden geri kalmışlığının mı?