Monday, October 27, 2014

Kayıp kız

Kayıp Kız'ı sinemada izlemeye, Elif Batuman'ın film hakkındaki harika yazısını (Marriage is an abductionEvlilik adam kaçırmadır) okuduktan sonra karar verdim. Filmden hareketle evlilik kurumunu eleştiren Batuman, yazıda şöyle diyor (serbestçe çeviriyorum): "Kızlara korkunç bir hayal kırıklığı yaşamaları için tuzak kuruluyor, oğlanlara ise korkunç bir hayal kırıklığı olmaları için."

Amy ve Nick, ekonomik krizde New York'taki havalı yazarlık işlerini kaybettikten sonra, Nick'in kanser hastası annesiyle ilgilenmek için Missouri'ye taşınırlar. Nick'in annesi ölür ama onlar Missouri'de kalmaya devam ederler. Nick Amy'nin "trust fund"ı ile bar açmak, üniversitede yaratıcı yazarlık dersi vermek ve öğrencilerinden biriyle Amy'i aldatmak gibi işlerle meşgul olurken, karısının gün boyu ne yaptığını merak bile etmemektedir. Evliliği için o güne kadarki hayatını, kimliğini feda etmiş bulunan Amy ise aldatıldığını öğrenince bütün zamanını, zekasını ve çalışkanlığını karmaşık bir intikam planına seferber eder. İşin acayip ve inanması güç yanı, yaşanan onca şeyden sonra (buna hunharca öldürülen bir adam da dahil!) çift birbirinden kopamayacaktır.

Amy'nin filmde yaptıkları (ve karakterin kendisi) gerçekten çok itici. Üstelik Amy'nin yaptıklarının  evliliği boyunca yaşadıklarına verdiği doğal bir karşılık olduğunu da iddia etmiyor film. Amy'nin eski bir erkek arkadaşına da, kendisine tecavüz ettiğini öne sürerek komplo kurduğunu öğreniyoruz. Yani Amy'nin çatlak bir tarafı var. Ama Nick'i basit bir kurban olarak görmek de mümkün değil: Nick karısını, onun yaptığı fedakarlıkları, ruh halini, duygu ve düşüncelerini önemsemiyor ve böyle davranarak ondaki deliliği körüklüyor.

Amy'nin hayatındaki erkekler (Nick ve parasız kalınca sığındığı, onu saplantılı bir aşkla seven eski sevgilisi Desi) önce ona kimliği ve vasıflarıyla aşık oluyorlar, sonra da bu kimliği ve vasıfları bir kenara koyarak kendilerine tabi olmasını istemekte hiçbir beis görmüyorlar. (Amy'nin "cool" kızların erkeklerin onlardan bekledikleri her şeye hazır olduklarını söyleyen "she's game" - "o hazır" monologu tam da bunu anlatıyor.) Amy ise ipleri eline alıp bu erkeklerin hayatını değiştiren (ya da bitiren!) bir özneye dönüşüyor. Filmdeki erkekler belki bu kadarını haketmiyor, Amy de tüm bunlardan pek bir şey kazanmıyor, ama kendisi için çizilmiş rotanın dışına çıkıyor. "Agency," yani bireyin iradesini kullanarak istediğini yapabilme ihtimali, tek başına iç ferahlatıcı bir şey.

Sunday, September 28, 2014

Annelik

İnsan sevdiği şeye emek harcar, ama bunun tersi de doğru: İnsan emek harcadığı şeyi sever.

Anneliğin bir gözle görülen bir de görülemeyen tarafı var. Gözle görülen tarafı maddi dünyayla ilgili: Mobilyasından pusetine, pompasından sterilizatörüne, küvetinden araç koltuğuna, müzikli ana kucağından oyuncaklarına, tulumlarından bezlere ve ıslak mendillere ve bakım örtülerine ve merhemlere ve gaz damlalarına ve vitaminlere kadar bir sürü şey. Doğum yapılacak hastane, doğumu yaptıracak doktor, çocuk doktoru, hastane odası süslemecisi hep özenle seçilmeli. Ağırlanan misafirler ve gelen hediyeler ve paylaşılan yüzlerce fotoğraf. Meme ucu çatlakları ve ameliyat dikişleri. Emzirirken ve uyutmaya çalışırken geçirilen saatler. Radyodan aspiratöre ve saç kurutma makinesine, sakinleştirme taktikleri. Aydan aya bebek gelişim grafikleri.

Bütün bu 'şeylerin' ardında yatan, insanın bu şeylerle uğraşırken her zaman üzerinde düşünmeye fırsat bulamadığı şey ise şu: Annenin hayatı, kökünden ve geriye dönüşsüz olarak değişmiştir. İnsanın hayatını geriye dönüşsüz olarak değiştiren bir tek doğumlar ve ölümler var sanırım. Yirmili yaşlarının büyük bölümünü yalnız başına, çalışarak, pek kimseye müdanası olmadan geçiren, buna karşılık bir evi çekip çevirmek konusunda tecrübesiz ve bunu o ana kadar sorun etmemiş eğitimli ve şehirli kadın, hiç fikir sahibi olmadığı çocuk bakımı işi karşısında anneler ve/veya bakıcı hanımların yardımına muhtaç hale gelmiştir. Buna karşılık, hamileliğinden önce kendisini tanıtması istense ilk başta sayacağı işinden ve ilgi alanlarından, kendini başarılı ve özel hissettiren uğraşlarından vazgeçmiştir. Bir arkadaşıyla buluşmak ya da bir sergiye gitmek bir yana, zaruri bir ihtiyacı için bile evden çıkacak olsa, bebeğinin kendisinin yokluğunda ne yaptığını merak edecek, en kısa zamanda eve dönmeye çalışacaktır. (Tabii ki kadının o güne kadar sürdüğü hayatın onun için ya da herhangi biri için yeterince özel ve anlamlı olup olmadığı tartışılabilir - kadın bir eksiklik hissetmiş ki anne olmaya karar vermiş denebilir. Ancak bu hayatın kuşkusuz kadını iyi hissettiren, vazgeçmek istemediği yanları vardı.) Yani o güne kadar oluşturmak için çok çabaladığı 'kimliğini' bir kenara koymuş, şimdiye kadar eğitim ve iş hayatında harcadığı emekle doğrudan bağdaşmayan yeni bir kimlik kazanmıştır: annelik. Kadın bir yandan iyi bir anne olmak için gerekli vasıfları vakit kaybetmeden edinmek için çırpınırken (çünkü kendisine şu anda muhtaç bir bebek var!), bir yandan da sonunda iyi bir anne olsa bile bunun onu tek başına tatmin etmeyeceğini bilmektedir. Bütün bunlar, kadının eşiyle ilişkisini de etkileyecekir: Kadın-erkek eşitliğine inanan kadın, kendi hayatındaki değişim ile eşinin hayatındaki değişim arasındaki dengesizlik karşısında öfke duymaktadır. Üstelik çocuk ve ilişki için daha büyük fedakarlık yapan o olmasına karşın, onu çekici kılan özelliklerini yitirdiğini ve 'sıradan bir anne'ye dönüştüğünü hissetmektedir.

Anneliğin tabii ki güzel yanları da var. İnsanın içinden bir insan çıkarması, onu sütüyle besleyip büyütmesi, bebeğin her geçen gün sanki programlanmış gibi yeni şeyler öğrenmesi, yeni beceriler kazanması aslında çok acayip şeyler. Bebeği kucağında tutarken, onu severken insan bazen (çok yorgun olmadığı zamanlarda) öyle bir şaşkınlığa, mutluluğa, sevince kapılıyor ki, yukarda anlattığım şeylerden hiçbiri aklına gelmiyor. Ona büyüklerin sevgisine, iyi niyetine bu kadar muhtaç olduğu için acıyor. Sürekli bir zarar gelir diye endişe ediyor, olabilecek her şeye karşı kendini suçluyor. Daha önce hiçbir şeyde bulamadığı anlamı hiç düşünmeden bebekte buluyor. Bu dünyaya bir bebek getirmiş olmakla iyi bir şey yapıp yapmadığını sorgulamıyor. Bencillikse bencillik. Hiçbir anını kaçırmamak, onu hiç kimseyle paylaşmamak istiyor. Hatta daha önce değişik şeylere dağılmış dikkati bebekte toplandığı için belki de biraz marazi bir sevgi duyuyor.

Yani bende öyle oldu...

Tuesday, July 01, 2014

Ses sese karşı

"Bir aydın kişi, uzun süre ve hiç yılmadan yolunda giderse, varacağı yer bellidir. Aydın olmayanlar ise, bu yerden hiç kıpırdamamışlardır... Birçok aydın, yollarında gereğince ilerlemedikleri için, bu belirli noktaya varamıyorlar. Usçuluğa, kafaya bağlı değerlerin salt egemenliğine, yüzde yüz bilinçli bir iradeye yürekler acısı bir inançla takılıp kalıyorlar.
...
Rampion'un yanında olmak oldukça eziyor beni; çünkü Rampion, besbelli olan bir şeyi bilmekle, bunu gerçekten yaşamak arasındaki uçurumun ne denli büyük olduğunu gösteriyor bana. Bu uçurumu aşmak da öyle güç ki! Artık anladım, aydın yaşantısının (yani derinliğine bilgi edinmeye, bilimsel araştırmalara, felsefeye, estetiğe, eleştiriye adanan bir yaşantının) çekiciliğinin gerçek nedeni kolay oluşudur. Çapraşık gerçeklerin yerine, kafada tasarlanan basit planlar vardır böyle bir yaşantıda. Yaşarken insanı şaşırtan tüm o canlı devinimler yerine de, cansız ve töresel bir ölüm vardır. Sanat tarihi konusunda birçok şey bilmek ya da metafizik ve sosyoloji üstüne derin düşünceleri olmak; çevremizdekileri kişisel açıdan ve sezgilerimizle iyice tanımaktan; arkadaşlarımızla, sevgililerimizle, karımızla, çocuklarımızla güzel ilişkiler kurabilmekten çok daha kolaydır. Sanskrit dilinden de, kimyadan da, iktisat biliminden de çok daha güç bir iştir yaşamak. Aydın kişinin yaşaması, bir çocuğun oynaması gibi bir şeydir. 
...
Yüksek eğitimin bu kadar rağbet görmesinin nedenlerinden biri de budur. Kitaplara ve üniversitelere akın, meyhaneye akın gibi bir şeydir. İnsanlar bu acayip ve gülünç çağdaş dünyada doğru dürüst yaşamanın güçlüklerini anladıkları için, işi bir çeşit ayyaşlığa vuruyorlar; yaşamak sanatında yürekler acısı beceriksizliklerini unutmak istiyorlar. 
...
Şunu açıklamalıyım ki, bilgiyi, felsefeyi ve bilimi, yani tumturaklı bir dille "Gerçeği Araştırma" diye adlandırılan tüm işleri, çok ciddiye alırdım son zamanlara kadar. Gerçeği Araştırmayı, insanların en yüce görevi, araştırıcıları da insanların en soyluları sayardım. Ama son yıllarda, bu ünlü "Gerçeği Araştırma"nın bir eğlence, hoş vakit geçirmek için bir çare; gerçekten yaşamanın yerini tutan bir hayli ince, çapraşık bir oyundan başka br şey olmadığını anlamaya başladım. Tıpkı ayyaşlar gibi, soyut bir güzellik kavramına tapanlar gibi, işadamları gibi, eğlence peşinden koşanlar gibi; Gerçeği Araştıranların da ahmaklaştıklarını, çocuklaştıklarını ve yozlaştıklarını gördüm. Bir aydının en çok hoşlandığı eğlence, canlı ve çapraşık olan gerçeği ortadan kaldırıp; onun yerine basit ve bu yüzden sahte olan soyut kavramlar yerleştirmektir. Gerçeği Araştırmak deyiminin, bu eğlenceye verilen kibar bir addan başka bir şey olmadığını da sezdim. Bir bütünleşme içinde yaşama sanatını öğrenmekten çok daha kolaydır Gerçeği Araştırmak. (Yaşama sanatı, dokuz kuka oyunu ya da dağlara tırmanmak sporu gibi eğlenceler arasında, Gerçeği Arama Oyununa da gereken yeri verir elbette.)"

Ses sese karşı, Aldous Huxley, çev. Mina Urgan, sf. 447-451 

Wednesday, June 18, 2014

Kış uykusu

(Yazıda filmdeki olaylarla ilgili bilgiler olduğundan izlemeden okumamanızı tavsiye edeceğim :)

Öncelikle şunu söyleyeyim, Kış Uykusu'nu çok sevdim. En sevdiğim tarafı da, karakterlerinin  tutarsızlıklarının üstüne çekinmeden gidişi oldu. Babasından kalan Kapadokya'daki evi otel olarak işleten eski tiyatrocu Aydın, kız kardeşi Necla ve kendisinden genç karısı Nihal, sert kış mevsimini Kapadokya'da geçirmektedirler. Aydın boş zamanlarında yerel gazete için köşe yazarlığı yapmakta, "Türk Tiyatrosunun Tarihi" isimli kalın ve ciddi bir kitap yazmayı planlamaktadır. Buna karşılık hayatlarını doğrudan etkileyebileceği insanlara karşı ilgisizdir: Entelektüel çalışmalarına vakit ayırabilmek için sahip olduğu mülklerin yönetimini tamamen yardımcısına ve avukatlarına bırakmıştır. Vicdan ve ahlaktan sıkça bahsetmesine rağmen, kirayı ödeyemedikleri için evlerine icra gelen imam Hamdi ve ailesinin çektikleri sıkıntılara ilgisiz kalır, imamdan kaçınmak için bahaneler üretir. Aydın aslında her şeyi kendisi için yapmaktadır, Nihal'in tartışmaları sırasında söylediği gibi kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir konuda bir şey hissedememektedir. Nihal'in hayırseverlik girişimlerine yardım etmeye kalkışır, ama bunun asıl nedeni kendisini onun karşısında güçsüz ve dışlanmış hissetmesidir. Aydın'ın tutarsızlıklarını belki de en iyi Nihal anlamaktadır: Aslında Aydın ne inançsızları, ne inançlıları, ne gençleri, ne yaşlıları, ne de "halk"ı sevmektedir.

Necla, Aydın'ın çalışma masasının arkasındaki koltuğa oturup ağabeyinin yazdığı gazeteyi ve yazılarını rahatlıkla eleştirebilmekte, onları önemsiz bulduğunu neredeyse sevimsizliğe varan bir açık sözlülükle söyleyebilmektedir. Necla bir bakıma filmin Vasfiye Teyze'sidir! Ona göre Aydın, ıvır zıvırla uğraşmakta, gerçekten önemli bir şeyler yapmamaktadır. Buna karşılık kendisi de günlerini can sıkıntısı içinde geçirmekte, ona haksızlık etmiş eski kocasına dönebilmek için bahane aramakta, insanın "kendisine kötülük edene karşı çıkmayarak" ona hatasından dönme fırsatı verebileceğini iddia etmektedir. Burda bir nevi günah işleme özgürlüğünden bahsediliyor sanırım!

Nihal ise içinde yaşadığı boşluğu hayırseverlik girişimleriyle ve bu girişimleri sayesinde edindiği ahbaplarıyla doldurmaya çalışmaktadır. Aydın ve Necla'nın kusurlarını, Aydın'ın "suçlarını" rahatlıkla görebilmekte, ama yıllardır Aydın'dan ayrılacak gücü bulamamaktadır. Belki de filmin en etkileyici sahnesi, Nihal'in Aydın'ın İstanbul'a gittiğini sandığı gece, Aydın'ın hayırseverlik için bıraktığı parayı alıp imamın evini ziyarete gitmesidir. Böylece hem Aydın'ı kendi işine karıştırmayarak bağımsızlığını koruyacak, hem de Aydın'ın duyarsızlığını telafi edecektir. Ancak ailenin başına gelenleri geriye döndürmek mümkün değildir ve imam Hamdi'nin gururlu ve bencil kardeşi İsmail, Nihal'e vicdanını rahatlatma fırsatını vermez.

Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes röportajlarında (burada ve burada) hep üstünde durduğu bir tema var: İnsanın kendi zayıflıklarını farkedip, kabul edip, bunları itiraf etmesinin değeri. Ceylan, Türk toplumunda insanların zayıflıklarını gizleyip kendilerini olmadıkları kadar güçlü göstermek zorunda kaldığını, bunun aslında büyük bir yük olduğunu, siyasetçilerin de destek kaybetmemek için hatalarını asla kabul etmediklerini söylüyor. Filmde hem kendisinde ve kendi çevresindeki kişilerde gözlemlediği tutarsızlıkları gösteriyor, hem de izleyiciye kendi tutarsızlıklarını, zayıflıklarını görebilmeleri için ayna tutuyor. Aynı karakterlerin birbirlerine yaptıkları gibi. Aslında sanatın amacı bu, gerçeği gösterebilmek. Kimsenin hoşuna gitmese de.
.

Thursday, April 17, 2014

Gerçeğin gaspı-2

Bazen İstanbul’da arabayla giderken, şiddetle akan ışıl ışıl bir nehir görüyor gibi oluyorum. Her yerde ışıklar, yeni binalar, yollar, arabalar, yeni inşaatlar var. Bu pırıltının arkasında karanlık bir taraf var, sefalet, pislik var. Gökdelenlerin dibinde, uzaklarda fakir mahalleler var. Çöpler var bir yerlere yığılan. Zehirli gazlar var, zehirli kimyasallar var yediklerimize karışan. Kesilen ağaçlar, kuruyan su kaynakları var.

Bizler bu gerçeğe başımızı çevirme olanağına sahibiz. Peki bu gerçeğe daha yakın yaşayanlar, her gün onunla yüz yüze gelenler nasıl oluyor da hala AKP’ye oy veriyorlar? Geçen gün bu sorunun cevabını arayan bir yazı okudum. Yazıda deniyordu ki, hükümetin çizdiği ekonomik başarı portresinin, ülkemizin “orta üst gelir grubunda” olduğunu gösteren istatistiklerin arkasında gittikçe büyüyen gelir adaletsizliği ve düşük gelirli geniş kitleler var. Bu gelir grubundaki insanların öncelikleri, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre ikinci basamakta yer alıyor. Yani ekonomik açıdan güvenliklerini ilk sıraya koyuyorlar. Güvenliğin siyasi iktidara bu kadar bağlı olmasının nedeni ise şu:  Dış fon girişi sayesinde ayakta kalan, büyümeyi ithalat, tüketim ve inşaat-altyapı yatırımı ile sağlayan bir ekonomimiz var. AKP’ye oy veren insanlar, bu modelin paydaşları haline gelmiş, bu modelin sürdürülebilmesinin koşulu olarak AKP’nin iktidarda kalmasını görüyorlar. Bazıları zaten imar rantına doğrudan ortak olmuş. Büyük bir çoğunluk kendi geliriyle elde edemeyeceği bir yaşam tarzının sembollerini (ev, otomobil, teknoloji ürünleri vs…) borçlanarak almış. Daha düşük gelirli bir grup ise gerek devletin, gerekse yeni zenginlerin imkanları kullanılarak dağıtılan sadakalardan nasiplenmiş. Bu insanların en azından bir kısmının vergi vermediğini, dolayısıyla vergilerinin nasıl, nerede kullanıldığı gibi dertleri olmadığını varsayabiliriz. Buna karşılık devletin yaptığı yol, hastane gibi yatırımları hayatlarını kolaylaştıran, gerçek ve somut hizmetler olarak değerlendiriyorlar.
Nobel ödüllü kalkınma ekonomisti Amartya Sen, insanların hayatlarından memnuniyetini baz alan araştırmaların, gerçek koşullarını yansıtmıyor olabileceğini söylüyor. Bir insanın mutluluğu, hayallerine ve hayattan beklentilerine bağlı. İnsanlar zorluklarla başetmenin yollarını bulabilirler, ama bu, onların daha iyi hayatlar ve daha önemli şeyler yapma fırsatını haketmedikleri anlamına gelmez.
Başörtüsü ya da anadilde eğitim özgürlüğüyle fazlasıyla meşgul olan liberal aydınların pek bahsetmekten hoşlanmadığı önemli bir gerçek daha var. Sen’in “capabilities approach” olarak bilinen ve çığır açan düşüncesine göre, insanlar ancak ekonomik olanakları izin verdiği ölçüde özgür olabilirler. Küçük bir çocuk, içine doğduğu koşullar nedeniyle bir bilim insanı ya da ünlü bir sanatçı olmayı hayal edemiyorsa, onun özgür olduğunu söylemek mümkün değil.
Kimse insanlara nelerden mahrum kaldıklarını söylemiyor. Zor bir soruya cevap aramanın, düşünmenin, araştırmanın, cevap bulmanın, bir şeyler üretmenin verdiği tatmini bilmiyorlar.  Güzel bir edebiyat metni, klasik müzik parçası ya da resim karşısında hissedilen mutluluğu bilmiyorlar. Böyle şeylerin değerini bilenler, “kitap okuyanlar şimdi sefilleri oynuyor” diye küçümseniyor, elitizmle suçlanıyorlar. Bilim adamlarının fikri sorulmuyor, bilimsel araştırmalar desteklenmiyor, en büyük rantın inşaat sektöründe olduğu bir ortamda kimse eğitim, Ar-Ge, üretim zahmetine girmek istemiyor.
Hükümetin vicdansızlığını değilse de vizyonsuzluğunu bir dereceye kadar anlayabiliyorum. Paraya ve güce bu kadar tamah ettiklerine göre onlar da demin tarif ettiğim mutlulukları hayatları boyunca tatmamış olmalılar. Onlardan da bazı gerçekler gizlenmiş olmalı. Ama bu hükümeti destekleyen “aydın”ların, akademisyenlerin, sanatçıların, iş adamlarının ikiyüzlülüğünü anlamak mümkün değil. O ışıltılı nehre kapılmış gidiyor, gerçeğin peşinde koşacaklarına üstünü örtmeye çalışıyorlar. Acınası haldeler.

Friday, April 04, 2014

Gerçeğin gaspı

Adaleti sağlamak için atılması gereken ilk adım, gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Adaletsizliğin arkasında ise gizlenen gerçekler vardır. Yalan, hile, iftira ve çarpıtma, “algı yönetimi” olarak adlandırılıp sadece maruz görülebilir değil, sonuç alındığı sürece mübah bir araca dönüştü ülkemizde. “Gerçekte ne olduğunu” sorup hak aramak ise anarşistlik sayılıyor. Her geçen gün yeni bir felaket, yeni bir skandal ortaya çıkıyor ve bizler, cevabı ve hesabı verilmemiş öncekileri bir kenara koyup yeni olaya hayret ediyor, onunla başetmeye çalışıyoruz. Belki şimdiye kadar olan bitenden hayati şekilde etkilenmiş değiliz, ama bu sis ve gaz bulutunun içinde her an bizim de başımıza bir şey gelebileceğinin ve kim vurduya gitmiş olacağımızın farkındayız. Hiçbir kuruma güvenmiyoruz, bizimle aynı durumdaki arkadaşlarımız dışında tutunabilecek dalımız yok.


Sadece son birkaç yılın olayları içinde aklıma bir çırpıda gelenleri yazacağım.
Bir yanda devletin koruması gerekirken bizzat öldürüp, yaralayıp hesap vermedikleri var: Gezi olayları sırasında ölenler, gözlerini kaybedenler, Uludere’de ölenler, Hrant Dink… Devletin bizzat öldürmediği, ama yanlış politikalar ya da ihmaller sonucu ölenler var, ama gerçek ortaya çıkarılmadığı için tam olarak nasıl olduğunu da bilmiyoruz: Afyon’daki mühimmat patlamasında, Reyhanlı’da, Suriye sınırında ölenler böyle öldüler. Devlet içinde bulundukları tehlikeyi ciddiye almadığı için cinayete kurban giden kadınlar da öyle. Bizim devlet politikalarımız yüzünden Suriye’de ölenleri, evinden yerinden olup ülkemize gelip perişan koşullarda yaşayanları da unutmamak lazım tabii.
Diğer yanda Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV gibi davalarda uyduruk delillerle hapse atılanlar, yıllarını hapiste geçirenler, tutukluluk süresi beş yıla düşürüldüğü halde hapisten çıkarılmayanlar var. Sırf sanıklardan hoşlanmıyorlar diye bütün bunlara göz yumanlar, bahane üretenler var. Buna karşılık ortaya saçılan yolsuzluk iddialarının muhataplarına kimse hesap soramıyor.
Bu kadar hayati şekilde olmasa da, aslında hepimiz “gerçeğin gaspından” etkileniyoruz. Bir ihalede yapılacak iş için en uygun şirketin hangisi, bir okul ya da iş pozisyonu için açılan sınavda en uygun adayın kim olduğu, objektif bir değerlendirmeyle belirlenebilir. Oysa ihaleleri hükümete yakın

Thursday, January 16, 2014

The ways capitalism corrupts healthcare and education

I remember a couple of things from my social policy class at the LSE: Firstly, private provision of healthcare was acceptable as long as health insurance was offered by a public institution to ensure universal coverage. Secondly, charging tuition fees for higher education and giving student loans to those in need was a more equitable option than free education for all, because then university students, who come from disproportionately middle-class backgrounds, would be going to university with everyone's tax money. Theoretically all this sounds reasonable.

However, recently I have been observing from my own life that the mere provision of healthcare and education by private institutions is leading to undesirable consequances. Leaving aside the stars in their fields, doctors and academics are viewed as and incentivized to behave like factors of production. This is not only true for private institutions, but also public institutions, where these values have been prevalent.

In healthcare, "performance indicators," which apparently range from number of patients seen to various tests prescribed to actual surgical procedures undertaken, may lead doctors to prioritize quantity over quality. Apparently, doctors in private hospitals like to prescribe redundant tests and may even go as far as performing an unnecessary surgery, and they are more likely to do that if you have private insurance. I experienced this first hand when my former doctor in Fulya Acibadem Hospital insisted that I undergo a second, more extensive test when a simple medical test gave inconclusive results. I took the first test twice more with a different doctor and got negative results both times, but the process created anxiety on my part, and had I taken the second test, it would have costed my insurance company a lot of money.

Capitalism also corrupts private education. In private universities, academics feel the need to align their behavior with their perception of the students' wishes, as if students were customers. I am again speaking form first-hand experience, having co-taught an elective in the executive MBA programme of a private university for a semester now. The pressure starts in the first class, because it is the add/drop period and your class will only open if a certain number of students pick it. Then, through the course of the term, students will fill feedback forms about you and you generally want to avoid problems while maximizing positive feedback. In my experience, students should feel as if they are understanding and learning something during class, hence the material should not be too difficult, and they shouldn't be questioned too harshly about it. They like to see the lecturer hard at work, because they paid for it, but they also want to get good grades in the end. The academic has to play along because his popularity will determine whether he will be able to teach in the next semester.

I think the problem with both healthcare and education is an information mismatch between the provider and the customer. In both cases, customers don't know what they don't know, and this leaves them vulnerable to abuse, and the performance indicators make this abuse more likely. Alternative performance indicators should be developed - in healthcare, for example, the correlation between the tests prescribed and their outcomes can be monitored to determine whether these tests were prescibed for good reason. More generally, patient recovery and loyalty trends can be monitored to determine doctors' performance. Of course these indicators would not be directly related to the revenue of the hospital, but they would give a far more meaningful signal regarding the quality of the healthcare service.

For universities, I suggest an even more ambitious indicator, which involves sending out questionnaires to alumni, asking whether they remember anything useful from a specific lecture, and whether they put anything they have learned in this lecture to practical use. Of course, such questionnaires may also ask the alumni how they are doing more generally - has their degree translated into an increase in their income, a promotion, or an increase in their job satisfaction?

Or was it just a feel-good year or two that left them unprepared for the challenges lying ahead? This is a worthwhile question.