Tuesday, December 30, 2008

For readers who don't speak Turkish, this post is about the following book chapter, which I highly recommend:

"How to Protect Human Dignity from Science," Daniel C. Dennett, March 2008.

Ruhlar ve makineler


Lisedeyken okuduğum Sofi'nin Dünyası'nda hiç unutamadığım bir cümle var. "Eğer beynimiz bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, bizim onu anlayamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi." Dün Newsweek Türkiye'nin eski bir sayısında korku, öfke, aşk, mutluluk ve inanç gibi "duygu"ların beynin hangi bölümlerinde oluştuğunu açıklayan bir yazı okudum. Yazının başında haklı olarak şu soru soruluyordu: Acaba duygularımızın, tepkilerimizin ve başarısızlıklarımızın biyolojik açıklamalarını öğrenmek, bunları değiştiremeyeceğimizi düşünmemize yol açar, bizi ahlaki tembelliğe iter mi? Dergi şöyle cevap veriyor:

"Aslında gerçekten her şeyi bize beynimiz yaptırıyor. Ama yine de bunun anlamlı hayatlar yaşamamız ve ahlaki seçimler yapmamızla ilgili tutarlı bir yanı var. Bu yılın başında filozof Daniel Dennett, ABD Başkanlık Biyoetik Konseyi için hazırladığı bir yazıda, zihinsel hayatımızın biyolojisiyle ilgili bilgi sahibi olmanın bize avantaj sağlayacağını söylüyor. Filozofa göre, bu durum karar alma mekanizmalarımızı ve hatta ahlâki kararlarımızı bile geliştirebilir. Dennett, böylece insan türünün hayatta kalma şansının da artacağını belirtiyor."

Tabii bu yanıtın içini doldurmak için öncelikle Dennett'ın yazısını okumak gerekiyor. Arada sırada yaşadığım ve beni şaşırtan tecrübe ise şu: Beni mantıksız, "anormal" davranmaya iten bir duyguyu yaşarken bunun biyolojik nedenleri olduğunu sezmek, ancak yine de o duygudan kurtulamamak. Örneğin yorgunluğun getirdiği sabırsızlık ve alınganlık ya da kahve içtiğimde hissettiğim iyimserlik ve enerji. Bazı günler işlere kolayca yoğunlaşabilirken, enerji doluyken, bazı günler kapıldığım anlamsızlık hissi.

Birinci elden yaşadığımız bu tecrübeler, kaçınılmaz olarak akla şu soruları getiriyor: Duygu, düşünce ve davranışlarımızın ne kadarı bizim kontrolümüzde? Biz ne kadar özgürüz, seçimlerimiz ne kadar anlamlı? Yetenek ve başarılarımızın ne kadarı sahiden bizim? Uyuşturucu etkisi altındayken bir sanat eseri yaratan sanatçı, o eserin üzerinde ne kadar hak iddia edebilir? Bir suçlunun akli dengesinin yerinde olup olmadığı, bir suçu "bilerek ve isteyerek" işleyip işlemediği, bir kurbanın ruhsal sağlığının bozulup bozulmadığı hangi kriterlere göre belirlenebilir? Yapışık ikizler, beyninin içinde ikizinin ayağını taşıyan çocuk, "hamile erkek" gibi "anomalilerin" farkında olmak, insan hayatının anlamı, değeri ve ona bu anlamı veren varsayımlarımız hakkında şüpheye düşmemize yol açıyor. İnsan hayatını çevreleyen anlam halesi ve ahlaki tabular ortadan kalktığında ise, vücutlarımız değeri belirlenebilir birer "ürün" (commodity) haline gelmiyor mu?

Dennett'ın yazısı gerçekten çok ilginç. Bilimin "açıklayabildiği" her yeni şey, eski inançlarımızı sorgulamamıza yol açıyor. İnanç sistemimizdeki her değişiklik ise, toplumsal ve kişisel hayatımızda büyük ve geri dönülmez değişimleri beraberinde getiriyor. Dennett, yatırımcıların beklentileri değiştiği için birden bire değeri düşen bir para birimini, hak-hukuk ve güvenlik sağlaması beklenmediği için iflas eden bir devleti, ya da bir kasabanın birden kendilerini tehlikede gördükleri için kapılarını kilitlemeye başlayan sakinlerini örnek gösteriyor. Ona göre, bilimin açıklamaları ışığında birden her davranışımızı biyolojik nedenlere bağlamamız, inanç sistemlerimizde tehlikeli değişimlere yol açabilir.

Dennett, inanç sistemimizin bazı yönlerini, bilimin getirdiği şüpheciliğe karşı korumamız gerektiğini düşünüyor. Bunu tutarlı bir şekilde yapmanın yolu da, inançlarımızın gerçeklere dayandığını, doğruluklarının kanıtlanabileceğini iddia etmektense (çünkü bilimin ortaya çıkardığı gerçekler karşısında bu iddiaların ikna kabiliyeti azaldı), inançlarımızın ve değerlerimizin sonuçlarına bakmaktan geçiyor. (Hatice'ye değil neticeye bak.) Burada Dennett, ehliyet alma yaşını örnek gösteriyor. Herkesin on altı ya da on sekiz yaşında araba kullanmaya hazır olduğunu bilimsel olarak kanıtlayamayacağımız gibi, insanların araba kullanmaya hazır hale gelebilmesi için geçmesi gereken belirli bir olgunluk eşiğinin varolduğunu bile iddia edemeyiz. Ancak ehliyet alma yaşı toplumdaki bir belirsizliği giderir ve trafiğin güvenliğini artırır. Ehliyet yaşının "bilimsel" olarak tamamen mantıklı olup olmadığını tartışmaya açmak, zaman ve enerji kaybından başka bir işe yaramaz.

Dennett'a göre, geleceğe dair beklenti oluşturabilmek ve plan yapabilmek için, herkesin kabul ettiği inanç ve değerlere sahip olmamız gerekiyor. Örneğin demokratik rejimlerin devam edeceğini varsayabilmek için, demokratik rejimlerin Churchill'in dediği gibi alternatiflerinden daha iyi olduğuna inanmamız gerekir. Para biriktirebilmek için paranın değerinin düşmeyeceğine, yatırım yapmak için hukuk düzeninin doğruluğuna ve değişmezliğine inanmak zorundayız.

Filozof, bu değer ve inançların varlığını sürdürebilmek için bazen kendi kendimize yalan söylemek zorunda olduğumuzu kabul ediyor. Burada psikiyatrist George Anslie'nin Breakdown of Will (İradenin Çöküşü) kitabından alıntılar yapıyor. Bu değer ve inançları kaybetmemek adına gerçeği arama ve gerçeği gösterme güdümüze ters düşen şeyler yapıyoruz, gerçeği bazen görmezden geliyoruz. Buna örnek olarak ise, Dennett etnik eşitliğe inancı korumak adına, değişik ırklara mensup kişilerin biyolojik farklılıklarına ilişkin yararlı sonuçlar doğurabilecek araştırmaların görmezden gelinmesini gösteriyor.

"İnançların stratejik korunması"nın hayatımızda yakından bildiğimiz pek çok örneği var. Dennett'in Anslie'nin kitabından alıntıladığı bu bölümü tam olarak çevirmezsem olmaz:

"Hesaplayarak ya da ondan bir medet umarak gösterdiğimizde mahvolan çabanın değerli kalmasını istiyorsak, hilebazlıktan vazgeçmemeliyiz. Örneğin, seks ya da 'sevilmek' için gösterilen romantizm, para için yaptığımız mesleğimiz, insanlardaki etkisini görmek için yapılan bir sanat performansı kabalık olarak görülür. Seks, sevgi, para ya da alkışın motive edici etkisinin çok fazla farkında olmak gösterilen çabayı mahveder, üstelik sırf etrafımızdaki insanların gözünü açtığı için değil. Çabalarımızın asıl kıymetiyle ilgili inançlarımız, bu inançların doğruluğundan daha değerlidir, çünkü bu inançlar gerekli olan hilebazlığı sağlar."

Ne için gerekli olan? Gösterilen çabanın, ortaya çıkan ürünün değerli olması için gerekli olan. Yani ortaya çıkan ürünün gerçekten değerli olmasını istiyorsak, onu hesapsızca, saflıkla, samimiyetle, "onun için ve yalnızca onun için" yaptığımıza önce kendi kendimizi inandırmamız gerekir. Yani saf olmasak da bir an için saflığı yakalamak, kendimizi saf sanmak. İnançlarımızı korurken de, onlara gerçekten inanabilmek istiyorsak, şüphelerimizi unutmak zorundayız. Yani bazen en mantıklısı mantığı elden bırakmak.
pazardan önceki pazar

ben ilkokuldayken, belki ortaokulun başlarında da, anneannemin Bandırma'daki evine giderdik sömestre tatillerinde. teyzemler de gelirdi. tatil tam iki hafta sürerdi, bir cumartesiden bir sonraki pazara. ilk hafta çok güzel geçerdi. ama tam bir hafta sonra, cumartesiden sonra, gideceğimiz pazardan önceki pazar benim içim daralmaya başlardı. bilirdim ki tam bir hafta sonra eve, okula dönüş var. ikinci hafta hep gün sayarak geçerdi. ikinci hafta boyunca ara ara düşünürdüm tam bir hafta sonra orda olmayacağımı.

şimdi de haftaya dizileri seyredemeyeceğimi düşünüyorum. biliyorum ki gidince alışacağım, kaç kere alıştım. yoksa o kadar zaman geçmezdi kolay kolay. ama her kış moralim bozuluyor.

Thursday, December 25, 2008

Candles

My dad found out what Hanukkah candles mean, and how the ritual goes. He told me the story, but I didn't find it very cute for some reason. I said I didn't believe in religion because it's a way of dominating people. Finding meaning in common stories and symbols bind people together - so do common enemies. I gave women's rights as an example of a fundamental flaw in religions. If religions were the real thing, they would have pointed to universal truths, truths that stand the test of time.

But then I thought, if God gave us all the right answers, S/he would be insulting our intelligence.
truth and dare

I know at the end of this entry you'll think "so what?" but I still want to share my discovery.

Once I thought that I could only love myself if someone loves me. And I have mistaken the fear of loss for love. Need for love.

The two years since have taught me that this is not love. They taught me that I'm valuable even if noone takes notice. They have also taught me to take notice when I see someone valuable. They have taught me that my value doesn't depend on someone's opinion of me, it depends on whether I can still respect myself. They have taught me that it's important to be my own person and be interested in things. And if I run across someone who also cares about things, that's good. If they care about me, even better.

Sunday, December 14, 2008

"The Dark Pool" ve Masumiyet Müzesi

Janet Cardiff, George Bures Miller @ Modern Art Oxford, 18 Ocak 2009'a dek

Dün Oxford Modern Sanat Müzesi'nde Janet Cardiff ile George Bures Miller'ın sergisine gittik. Sergide the Dark Pool diye bir eser vardı. Loş ve dağınık bir odanın içinde eski kitaplar (hep bir sayfaları açılıp tutturulmuş, astroloji -yengeç burcu-, çay fincanı falı, açılmış duran sayfası bir elma ağacını tarif eden bir hikaye kitabı, yüz okuma kitabı -stability-), tabakların içinde ekmek, çörek kalıntıları, değişik boylarda megafonlar, hoparlörler, gramofonlar, içine baktığınızda üç boyutlu bir resim görünen dürbünler -dedem Hac'dan getirmişti bunlardan-, çay fincanı okuma kitabının yanında açılmış çay fincanları, askılardan sarkan elbiseler, gecelikler, kullanım tarifiyle birlikte bir dilek tutma makinesi, su dolu bir tankın içinde batık bir nesne, sanki Orta Amerika'dan bir göl manzarası maketi -No Country for Old Men-, minik heykelcikler. Dolaşıp nesnelere baktıkça yanlarındaki hoparlörler uyanıyordu, bir müzik ya da dialog duyuluyordu. Meğer bu, her bir nesneye bakıldığında canlanan anıları simgeliyormuş. Bir antika dükkanı gibiydi, içinde çok yoğun yaşanmış, toplanmasına vakit kalmamış... ya da her yaşananı saklayıp göstermesi istenen bir oda gibi.

Tabii müze gezerin aklına o anıları getiremez bu nesneler, hepsi yeni. Olsa olsa birer işaret olabilirler, görmek isteyene. Ama bir şey söylemek için çok erken.

Wednesday, December 10, 2008

omg I'm not special!

While having company in misery feels good (so that one can feel normal), having company in considering yourself special, enlightened, liberal, artsy, intellectual, authentic etc. doesn't feel so good (unless you know and hang out with an exclusive group of special people - that might actually have a compounding effect on your self-importance)... In fact, I feel like my life has lost plenty of meaning since I started reading this blog. It's quite funny still - and as always, its value lies in its truth.

An end to "if you're special and you know it clap your hands!"

P.S. I would like to add "self-depreciating self-aware reflection" to stuff white people like.

Sunday, December 07, 2008

yeni şeyler

Şu aralar mümkün olduğunca yeni şey görmeye, çok şey dinlemeye, çok şey okumaya çalışıyorum. Yeni, heyecanlı bir şeyler duyduğumda, gördüğümde sanki beynimde bir pencere açılıyor, püfür püfür temiz hava doluyor içeri. Yoksa hep aynı şeyleri düşünmenin hep aynı sakızı çiğnemekten farkı yok. Beynim de o zaman suyu mu, yağı mı eksik olduğundan nedir, çekmeyen bir motor gibi oluyor, zincirler boşa dönüyor, ağlar sarıyor her yanı. Amelie filminde vardı değil mi o söz, ya kız oğlana, ya oğlan kıza "sen olmasaydın duygularım bir zamanlar hissettiklerimin kabuğundan ibaret olurdu" diyordu. Hayatımızda yeni şeyler, yeni insanlar olmasa, ya da bildiğimizi sandıklarımızın yeni yönlerini keşfetmesek, şaşırmasak, hep eski duygularımıza, eski düşüncelerimize, varsayımlarımıza yeniden, yeniden katlanmak zorunda kalırdık. Yeni şeyler bizi değiştirmese, bize bilmediğimiz taraflarımızı göstermese, biz de inatla hep aynı hataları yapar, katlanılmaz olurduk.

Uzun zamandır afişlerini metroda görüp, gitmek isteyip de tembellikten gitmediğim bir kaç sergiye gittim. Önce geçen Pazar Miró, Calder, Giacometti, Braque sergisine gittim. Bu dört sanatçının hepsi de Paris'teki Maeght galerisinde eserlerini sergilemiş, ama tarzları birbirinden çok farklı. Miró bir çocuk gibi, kalın ama yumuşak çizgiler, yuvarlaklar çiziyor, cart kırmızı, sarı, yeşil çizgiler. Calder demir tellerden, levhalardan cisimler yapıp birbirlerine bağlıyor, havaya asıyor, ağaçlar, yeni güneş sistemleri, kuşlar, uçaklar yapıyor - her şey birbirine bağlı, dengede duruyor. Braque karanlık kırların, mitolojik hikayelerin, kendi içindeki karanlığın, umudun resimlerini yapıyor, hep koyu renklerde. Ben ama en çok Giacometti'nin heykellerini, çizimlerini sevdim. İnce ince incecik kadınlar, adamlar, köpekler yapıyor. Sanki kopacak gibi, kırılacak gibi, sanki eriyor gibiler. Çizimleri ise bir kaç kara çizgiden ibaret - çünkü bir kaç çizgiden kalın değiller, ama yine de anlaşılıyor kim oldukları, bir bütünler. Meğer Giacometti bir modele bakarak yapıyormuş heykellerini, o modelin aslında ne kadar kırılgan olduğunu görüyor, aslında ne görüyorsa onun heykelini yapıyormuş.

Sonra dün Rothko sergisine gittim Tate Modern'da. İki sergiye giriş bileti neredeyse daha ucuza geldiğinden, bir de Cildo Meireles sergisine bilet aldım, aklımda hiç olmadığı, sanatçının adını ilk dün duyduğum halde. Giacometti'nin heykelleri nasıl ince, kırılgansa, Rothko'nun kanvasları o kadar sağlam, güçlü, derin. Katman katman renkler sanki üçüncü bir boyut kazanmış, kanvasın dışına yükseliyor. Aslında sanırım Rothko, renklerin resmini yapıyor. Kırmızının, siyahın, grinin, kahverenginin resmini, onların gücünün, birlikteliğinin resmini.

Asıl sürpriz ise girizgahtan çıkarabileceğiniz gibi, Cildo Meireles. Brezilyalı sanatçının eserleri çok zekice. Burada eser, Meireles'in kafasındaki fikrin, gözlemlediği, anlatmak istediği şeyin dünyadaki elçisi. Burada hem fikrin kendisi, hem de eserin o fikri ne kadar iyi temsil ettiği önemli. Meireles, "bence sanat objesi, her şeye rağmen, anında baştan çıkarıcı olmalıdır" diyor. Çünkü güzel bir fikrin çekici olması için zekice anlatılması gerekir. İzleyiciyi kendilerine davet eden, izleyici onlara gittiğindeyse sözlerini tutan, izleyiciyi rahat ettiren, ona ilginç şeyler söyleyen eserler bunlar.

Bu birbirinden farklı üç sergi, bana bir sanat eserine değerini veren şeyin ne olduğunu düşündürdü. Bence bu, onun yeniliği, benzersizliği ve samimiyetidir. Ya hikaye, ya üslup, ya her ikisi de - yeni, benzersiz ve samimi olmalıdır. Bilen gözler bir Miró ya da Braque resminin kime ait olduğunu seçebilir. Ancak her bir Miró eseri de, sanatçının diğer eserleriyle üslup yönünden tutarlı olmakla birlikte (ne de olsa aynı sanatçı, samimiyetle yaratıyor bu eserleri) yeni bir hikaye anlatmalıdır. Her yeni şey anlamlı olacak diye bir kural yok. Ancak bize anlamlı gelen, bizi heyecanlandıran pek çok şey, yeni ve benzersizdir.

Thursday, December 04, 2008

Greek antiquity, Roman law, the conflict between the Pope and the German Kaiser in the Middle Ages, the Reformation, the Enlightenment, all these that give Europe its specific character. Friedbert Pflüger, CDU

Christianity is understood not so much as a belief system or a theology but as a civilizational idea, political culture and lifestyle. As such, for example, it is believed that the cultural roots of some fundamental secular European values, such as the separation of spiritual and worldly affairs, the separation between the public and the private spheres, the idea of natural rights protecting the individual against the state, and, following Max Weber, the culture of capitalism, all have their roots in Europe's Christian heritage. Hakan Yilmaz, Turkish identity on the road to the EU: basic elements of French and German oppositional discourses, page 298.

We have often witnessed peoples, societies and nations outside the Western world – and I can identify with them easily – succumbing to fears that sometimes lead them to commit stupidities, all because of their fears of humiliation and their sensitivities. I also know that in the West – a world with which I can identify with the same ease – nations and peoples taking an excessive pride in their wealth, and in their having brought us the Renaissance, the Enlightenment, and Modernism, have, from time to time, succumbed to a self-satisfaction that is almost as stupid. Orhan Pamuk, in his Nobel lecture


Laiklik


Peki bu Avrupalıların yaşayıp da bizim yaşamadığımız nedir? Ticaretle zenginleşen, bilimle aydınlanan burjuva sınıfının, artık kendilerini yönetme yetkisini Tanrı'dan aldığını iddia eden aristokrasinin masallarına kanmaması mı? Biz ise kendimiz keşfetmedik bunu. Kitaplardan okuyanlarımız, dışarda görenlerimiz ise herkese anlatmak istediler, ancak bazı şeyler anlatılmakla, çabucak öğrenilmiyor. İnsanların ilerlemesini geri gördükleri şeyleri yasaklayarak sağlayabileceklerini umdular. Hem Avrupalılardan farklı olabilir (çünkü bir ulus devlettik ve Avrupalılar bize düşmandı) hem de onları kendi oyunlarında yenebilirdik. Oysa insanların değerleri, alışkanlıkları halının altına süpürülerek yok olmuyor. İnsanlar sizin anlattığınız hikayeye inanamıyorlar hemen. Kendileri ikna olmaları gerek. Bu da zaman alıyor.

O yüzden mi acaba bizim muhafazakarlarımız, Avrupalıların muhafazakarlarından daha korkutucu? O yüzden mi biz dini değerlerin yaşamlarımıza empoze edilebileceğinden (hatta şimdiden edilmekte olduğundan) korkuyoruz?