The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Thursday, July 22, 2010
Sürekli her konuda fikrimi değiştirdiğimi söylediğimde, bir arkadaşım “o zaman temelimin oturmadığını” söyledi. Ben de bütün görüşlerimin kendisiyle tutarlı olması gereken bir temel ilke bulmaya ve bunu açık seçik tarif etmeye karar verdim.
Günümüzde “ilerici,” sol görüş, özgürlük alanlarını genişletmeye çalışırken, kendi kafasındaki sınırların kurbanı oluyor. Değişik kültürlere, geleneklere, inanışlara ve “kişisel tercih”lere, başkaları üzerinde baskı kurulmadığı sürece (o kültürün dışında olan batılılar mı bu “başkaları”?!) özgürlük bahşetmeye çalışıyor. Bu tavır, kuşkusuz “baskıyla değiştirme”ye duyulan tepkinin sonucu. Tarihteki baskıyla değiştirme projelerinin genelde bir grubun diğeri üzerine tahakküm kurması amacını taşıdığını, “ilerici” niyetlerle yapılanların bile başarıya ulaşamadığını, ancak toplumda bölünmelere ve kine yol açtığını göz önüne alırsak, bu tepkinin şaşırtıcı bir yanı yok.
Ancak günümüzde “sol”un bu tavrı, baskıyla hiç bir şey değiştirilemiyor, işler ancak kötüye gidiyor diye her şeyi kendi haline bırakma vurdumduymazlığına dönüşmüş durumda. Bu tavır, kendilerine “sol”cu, demokrat deyip de vicdanlarını rahatlatanların iki büyük gerçeği gözden kaçırmalarına yol açıyor. Birincisi toplumda, zaman geçtikçe daha da katlanarak süren fırsat eşitsizlikleri. Amartya Sen’in kapitalizmin ideolojik temeli “özgürlük” dogmasını ters yüz eden deyişiyle, ancak hayal edebildikleriniz, mümkün bulduklarınız kadar özgürsünüz. Eğer bir şeyi gerçekleştirme ihtimalinizin olmadığını düşünüyorsanız, onu hayal etme hakkını bile tanımıyorsunuz kendinize. İşsiz ya da sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz çalışmak zorunda olan biri ne kadar özgür olabilir? Kalkınma merdiveninde tırmanabilmek için ödenmesi gereken bir bedel diye hoşgörülüyor kapitalizmin kuralsızlığı. Başlangıç noktaları birbirinden fersah fersah uzakta, bazıları dağlar tırmanırken bazıları düz yoldan giden rakiplerin çekişmesi mi serbest piyasa?
Solcular, “özgürlüğü”nü savundukları kültürlerin ve inançların kendi içindeki baskı öğelerini de tatlı bir kayıtsızlıkla görmezden geliyorlar. Böylece gericileri destekleyen ilericiler ile karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü onlar gericiye gerici demeye bile cesaret edemiyorlar. Bunun da ceremesini yine kimliklerinin dayatmasıyla daha iyisini hayal etme hakkı ellerinden alınan kadınlar, gençler çekiyor.
Solcuların bu kayıtsızlığı, çözümü yıllar sürecek mücadele, emek ve işbirliği isteyen sorunlara eğilmek zor geldiği için. Kimse eğitim, kayıtdışı ekonomi, kadın hakları gibi en temeldeki sorunları gündeme getirmek istemiyor. Herkes bir ideolojiyle, bir hikayeyle oyalanmak, insanları oyalamak derdinde: Din, milliyetçilik, zenginlik, magazin ve en son olarak da herkesin kendi amacı için kullanabildiği o kutsal sözcük, “özgürlük”. İlerici birinin amacı bir kimliğin, bir inanışın ya da ideolojinin özgürlüğünü değil, bireyin özgürlüğünü sağlamak olmalıdır. Bireyin ayaklarına, ellerine, düşüncesine dolaşan tüm bağları koparmak olmalıdır.
Peki kültürel haklar, örneğin türban ya da ana dilde eğitim? Yukarıda bahsettiğim temel sorunların üstünü örtmedikleri sürece evet. Hatta temel sorunlardan dikkatleri kendi üzerlerine çektikleri, politikacılar tarafından suistimal edildikleri için kültürel haklar ne kadar çabuk verilirse o kadar iyi.
Wednesday, July 07, 2010
Eski moda
“Yaşam peşinde koşuyoruz muhafazakarca; muhafazakarlığın bir yaşam biçimi değil, bir ölüm biçimi olduğu gün gibi açıkken,” yazmış Ozan Yaşadığımız Zamanlar’da.
Bense Yanlış Dala Tutunmak’ta yazmıştım: “Her şey kutsallığını kaybetse, tüm dinlerin, ideolojilerin yalanlığı kanıtlanmış olsa, tek tutunacak dalımız sevgi, arkadaşlık, aile. Ama sevgi için kapı paspası olmanın da lüzumu yok.”
Sonra Radikal’de bir kızın yazısını okuyordum bir ara. Ailesiyle fazla “yüz göz olmamayı” öğrendiğinden beri özgürleştiğini yazıyordu. Haklı. Aile muhafazakarlığın en büyük kalesi değil midir? Dinlerin, ideolojilerin, neyin doğru, neyin yanlış, neyin nasıl olması gerektiğine dair yargıların, mevcut düzen her neyse, onun sonsuza kadar yaşayabileceği bol ışıklı, ılık bir sera gibi: Sevgi, onaylanmanın, uyuşmanın verdiği sıcaklık, fedakarlık, alışkanlık, tanıdıklık, özlem, borçluluk, sorumluluk, cehalet ve biraz başkalaştığımızda, başka olmaya cesaret ettiğimizde yakamızı bırakmayan suçluluk. Çünkü ailemiz çok fedakarlık yapmıştır, onca fedakarlığın karşılığı bu mu olacaktır? Şöyle onların içini rahat ettirecek, eşlerine dostlarına gururla, hiç olmazsa rahatlıkla anlatabilecekleri bir düzen kuruversek ya? Çok uzaklaşmayalım onların limanından, yüzlerine vurmayalım. Sonra üzülürler, alınırlar. Biz de o kaleye kapanalım, o kaleyi koruyalım. Kim hangi cüretle bizim inançlarımıza, geleneklerimize laf edecekmiş?
Çünkü kuru laf geçmez o kalenin kalın, bal peteği gibi örülmüş çeperlerinden. Dinlemeyiz. Dinleyip, anlayıp, hak bile versek, çoğu kez bir şey değişmez.
Amerikan dizilerini izleyenler bilir oysa: “Arkadaşlar”ın aileleri yoktur meydanda. Arkadaşlar büyük şehirlerde, başka arkadaşlarla yaşamaktadırlar. Kendilerini ne bir yere, birilerine bağlı, ne borçlu, ne suçlu hissederler. İstedikleri yere gider, oralarda çalışırlar. Aileler hikayeye dahil oluyorsa, mutlaka görülecek bir hesap vardır; çünkü küresel dünyada ayak bağıdır aile.
Tamam da, hayatlarını “aile”ye ya da bir yere göre yaşamıyorlar, ayaklarına dolanan hiç bir şey yok diye pek bir özgür, benzersiz mi onlar? Her sabah işlerine uygun şeyler giyiyor, ofislerine gidiyor, işlerini yapıyor, aynı gazeteleri okuyor, akşamları aynı konserlere, aynı oyunlara, haftasonları aynı şehirlere gidiyorlar. Hayat onları büyük sınavlara sokmuyor, bir şey için savaşmıyorlar, kendi üstlerine gitmiyorlar hiç, suçlamıyorlar kendilerini inançlarına göre yaşayamamakla. Okudukları kitaplar, izledikleri filmler gibi bir şeyler yaratmayı umut ediyorlar günün birinde. Belki de etmiyorlar, memnunlar hayatlarından.
Belki bir benim memnun olmayan, eski moda.