Sunday, December 25, 2011

Sürenin sonu

(Turgut Uyar'ın "Bir İntihar Akşamı Üzerine Söylenti" şiirinden esinlenmiş hikaye.)

Mehmet Galata’daki apartmanın döner merdivenlerinden tırmandı. Basamaklar bazı yerlerde yumuşak bir hamur gibi çökmüş, duvarlar nemden yaprak yaprak soyulmuştu. Rutubetli, gölgeli bir sokaktaki karanlık, eski bir apartmandı burası. Sahanlıktaki sarı ışıklar merdivenleri tam aydınlatmıyor, Mehmet Ayşe’nin en üst kattaki küçük evine çıkamadan sönüyorlardı. Yine öyle oldu, merdiven boşluğu daha üst katlardaki bir pencereden sızan sokak lambasının ışığıyla aydınlandı. Duvara vuran beyaz ışık, atıştıran karın, rüzgarda titreşen dalların gölgeleriyle yer yer soluyordu.
Mehmet Ayşe’nin kapısını çaldı. İçeriden kısık sesle müzik sesi geliyordu, sakin, güzel bir müzik. Mehmet sabırsızlandı; şimdi içerisi sıcak olacaktı, bütün ışıklar yanıyor olacaktı, Ayşe önce sitem edecekti sonra yumuşayacaktı, ışıkları söndürüp sevişeceklerdi, sessizce manzarayı seyredeceklerdi. Lamba yine söndü. Mehmet yakmayıp kapının altından sızan solgun ışığa baktı. Bütün ışıklar yanmıyordu. Tekrar zili çaldı, zil susunca bu sefer de kendi aralarındaki şifreli ritmle kapıyı tıklattı. Alışkın olduğu adım sesleri duyulmuyordu.
Ayşe belki tuvalette ya da duştaydı. Keşke geleceğimi haber verseydim diye düşündü. Ama Ayşe’yi böyle hazırlıksız yakalamayı severdi, düşünmesine fırsat vermemek gerekiyordu. Ayşe karşısında Mehmet’i görüverince şaşırır ama sevinir, biraz surat asıp söylenmeye çalışır ama neye kızdığını, üzüldüğünü bile hatırlayamayıp gülümserdi. Mehmet meşgul adamdı. İşleri vardı, sık sık seyahatlere çıkması gerekiyordu, görüşmesi gereken eşi dostu vardı. Ayşe bunların dışında bir şeydi, evindeki koltuk gibi üzerinde düşünülmesi gerekmeyen, onu hep bekleyen bir şey. Mehmet öyle kalmasını istiyordu, bunun yolunun da Ayşe’ye hep merak ettiğinden daha azını söylemek, istediğinden daha azını vermek olduğuna karar vermişti. Ayşe her görüşmelerinin sonuncusu olabileceğini sansın, sonra onu karşısında görünce kaybedip de bulmuş gibi sevinsin. Mehmet bu sefer arayı açmıştı, ne kadar zaman olduğunu düşündü. Bir ayı geçmişti herhalde.
Bir kaç kez üst üste zili çaldı. İlk defa aklına bir ihtimal geldi: Ayşe’nin yanında birisi olabilir miydi? Kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinledi. Ne su sesi, ne de bir fısıldaşma duyabildi. En sonunda Ayşe’yi aramaya karar verdi. Cep telefonunun sentetik melodisi içeride uzun uzun çaldı, açan olmadı.
***
Ayşe bir süre önce Tanzanya’da geçen bir belgesel izlemişti. Bir çitanın sürüsünden ayrı düşmüş hamile bir zürafayı nasıl avladığını görmüştü. Zebraların hepsi aynı zamanda yavrularlarmış ki, yavrulardan bazıları aslanlardan kurtulabilsinler. Ama Zanzibar’daki köle pazarının hikayesi, Ayşe’ye en korkunç av sahnelerinden daha korkunç, acımasız gelmişti.
Ayşe umardı ki zayıflıklarını, şüphelerini, sevgisini insanlardan saklamak zorunda kalmasın. Sürekli güçlü gözükmeye çalışmak, meraklı insanlara resmi açıklamalar hazırlamak onun için çok zordu. İsterdi ki kendisi göstermeye uğraşmadığı halde insanlar onun iyi yönlerini, başardıklarını görsünler, ona kendiliklerinden sevgi, saygı göstersinler. İnsanlar kendilerini değil birbirlerini düşünsünler, birbirlerine nezaket göstersinler. Ama onlar, başkalarının zaafları üzerinden kendilerine güç devşirirlerdi. Hayatları sanki dört dörtlük, tam istedikleri gibi gidiyormuş, hiç bir eksikleri, kusurları yokmuş gibi davranırlar, karşılarındakinden de inanmış gibi yapmasını beklerlerdi. Ayşe bunun böyle olduğunu bilirdi de, yine de başından ipleri sıkı tutmayı beceremez, karşısındaki üste çıktığında ise kontrol edemediği bir hayal kırıklığı ve öfkeye kapılırdı. Kimse onun iyiliğini düşünmeyecek miydi bu dünyada, onun kendilerinin iyiliğini düşünmesine izin vermeyecekler miydi?
Ayşe bütün gün evinde kaldı. Dışarısı soğuktu, yağmur karla karışık yağıyordu. Gökyüzü, boğaz ve yukarıdan baktığı çatılarla tüten bacalar gri bir buğunun altında birleşmiş gibiydiler. Terası sırılsıklamdı, sigara içmeye bile çıkmadı. Dün gece uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla dışarı çıkmıştı, hepsinin yanında sevgilisi, eşi vardı. Çabucak sarhoş oldu. Ona Mehmet’i sordular. Ne diyeceğini, anlatacağını bilemedi. Bir aydır görmediğini, haber almadığını söylediğinde ona acıyarak baktılar. Bu adamın aylardır aynı şeyi yaptığını, kendisinin değerini anlamadığını, artık ondan vazgeçmesi gerektiğini söylediler. Çaresiz hak verdi. Sonra Ayşe’nin sorununun ne olduğunu tartışmaya başladılar. Çok açık sözlü, sabırsız olmaktı belki de. İnsan her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeliydi. Böylesi bir çaba Ayşe’ye çok bayağı gözüktü.
Ayşe falında okumuştu halbuki, bu haftasonu çok güzel geçecekti. Ama kuşkusuz herkes için aynı şey geçerli olamazdı. Nasıl kendi burcundan bazı insanlar bu haftasonu ölecekse, söz konusu Mehmet ve kendisi olduğunda iyi falların çıkması mümkün değildi.
Ayşe Tom Waits'in Alice parçasını açtı, salondaki ayaklı lambayı yaktı. Ekmek, eski kaşar ve kırmızı şarap çıkardı, biraz karnını doyurup çokça içti. Acaba Mehmet’in kendisini ciddiye almasını nasıl sağlayabilirdi? Onun müşterisi olsa şu işi şu tarihe kadar istiyorum diyebilirdi, Mehmet de yapmak zorunda kalırdı. Bir müşteri kadar bile mi değeri yoktu? Kendi kendine karar verebilseydi, şu tarihe kadar haber alamazsam, tamam, bitti artık diye. Ondan sonra Mehmet artık ne yapsa kabul etmeseydi. Pek bağlayıcılığı olmayan bir fikirdi bu.
Şarap yüzünden yüzü, elleri yanıyordu şimdi. Pencerelerde kendini, odasını görüyor, hiç beğenmiyordu. Terasa çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Kalın hırkasını, çoraplarının üzerine terliklerini giydi. Kapıyı açar açmaz yüzüne çarpan soğuk hava, tatlı kar kokusu iyi geldi. Kar atıştırmaya devam ediyordu, terasın üstü biraz tutmuştu. Düşmemeye çalışarak yavaş yavaş yürüdü, tırabzana tutunup manzaraya baktı. Gözleri sulandı. Karşı yakanın, tarihi yarımadanın ışıkları aynı gri buğunun içinde titreşiyorlardı. Bir fotoğrafın negatifine bakar gibi karanlık gemilere, beyazlayan çatılara baktı. Bir yerlerde birileri mutlu olmalıydı. Şarkı söyleyenler, sevişenler vardı bir yerlerde. Birilerini sevindirecek mektuplar damgalanıyordu postanelerde. O birileri ne yapıyorlardı şimdi? Sigarasını yaktı, tırabzana dayanıp genzini yakan derin bir nefes çekti.
***
Mehmet şimdi Ayşe’nin kapısına yüklenmişti, ama sıkıca kilitlenmiş kapı aman vermiyordu. Sokağın başından bir siren sesi duyuldu, merdiven boşluğundaki pencereden içeri mavi kırmızı ışıklar girdi. Mehmet döndü, çaresizlik içindeki yüzü aydınlandı. Polis arabası binanın önünde durmuştu. Olanın bitenin Ayşe’yle ilgili olduğunu ve bunun başını ağrıtacağını sezdi. Işığı yakmadan hızla merdivenlerden inmeye başladı.
Bir kat inmişti ki aşağıdaki dairelerden birinin kapısının açıldığını işitti, ışıklar yandı. Birisi büyük demir kapıyı açtı, polisleri içeri aldı. Mehmet duymak ve belki o anda duyulmamak isteyerek durdu. Gece yarısı merdiven boşluğunda erkekler konuştuğunda sesleri hep kocaman, yankılı, boğuk çıkardı. Adam “arka bahçede,” dedi, sesler uzaklaşırken aynı adamın “kötü durumda, ambulans çağırdık” dediğini duydu. Polisler giriş katındaki daireye girmiş olmalıydılar.
Mehmet yavaş, sessiz adımlarla giriş katına kadar indi. Tam o sırada şiddetli bir hava akımıyla dairenin kapısı kapandı. Mehmet istese demir kapıdan çıkıp gidebileceğini düşündü. Bu kadar kolay olurdu bu, buraya bu gece hiç gelmemiş gibi. Ama yapamadı. Uzun uzun dairenin zilini çaldı, kapıya vurdu. En sonunda kapıyı orta yaşlı bir adam açtı, biraz gerisinde polislerden biri duruyordu. Mehmet’in ince bir ter buğusuyla kaplanmış bembeyaz yüzüne soğuk hava çarptı.
“Ayşe’yi görmeye gelmiştim,” dedi.

Tuesday, December 20, 2011

Takıntı

(Yaratıcı Yazarlık Kursu, konusu verilmiş hikaye, 11 Aralık.)

Üzerine siyah uzun bir manto giymiş, siyah güneş gözlükleri takmış genç kadın, karakola girdi. Gözlüklerini çıkardı, gördüğü manzara karşısında somurttu: Devlet binalarına girmek zorunda kaldığında hep içi kararırdı. Karakol arı kovanı gibiydi. Herkes bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Karşıdan gelmekte olan polise sordu: “Metin Komiser’in odası nerede?”
Polis bir an şaşalayıp güldü:
“Bu koridoru takip edin, soldan üçüncü kapı Berna Hanım.”
Berna kibarlıktan gülümsedi ama tanındığına sevinecek hali yoktu. Hızlı hızlı yürüyüp soldan üçüncü kapıdan girdi.
“Ooo Bernacığım hoşgeldin,” diye ayağa kalktı komiser, masasının arkasından çıkıp Berna’yı yanaklarından öptü. Ellilerinde, orta boylu, göbekliydi. Hayatın akışına uymuş, olana bitene çözüm üretmeyi öğrenmiş bir adamın rahatlığı içindeydi. Yuvarlak bir yüzü, gür kır saçları vardı. “Gel gel otur. Ne içersin?”
“Çay alayım Metin Amca.” Berna mantosunu çıkarıp oturdu.
Komiser telefonla iki çay istedi. Gülümseyerek Berna’ya baktı:
“Söyle bakalım hangi rüzgar attı seni buraya!”
“Size de mahcubum Metin Amca. Sevil Teyze, Onur, Aslı nasıl?”
“İyiler iyiler. Onur üniversiteyi kazandı biliyorsun, Aslı’yı da tanıyamazsın, çok büyüdü. Geçen gün Sevil Teyze’nle yeni filmine gittik. Sevil Teyzen ağladı o çocuk ne kadar üzdü benim kızımı diye!”
Eskiden olsa gülüp geçeceği bu havadis Berna’nın karnına yeni bir ağrı girmesine sebep oldu. Gözleri doldu. Komiser dikkatlice kadının yüzüne baktı. O sırada hizmetli kadın çayları getirdi, servis yaptı. Komiser onun odadan çıkışını gözleriyle takip edip Berna’ya döndü, masasına doğru eğilerek:
“N’oldu kızım sana?”
Berna göz yaşlarına hakim olmaya çalışarak: “Peşimde biri var Metin Amca.”
“Ha.”
“Tekin diye birisi. Beni eski sevgilisi sanıyor. On sene önce ayrılmışlar. Filmimi görmüş geçen yıl, sonra takmış kafayı röportajlarımı okumuş, E-mail adresimi bulmuş. Sürekli mektuplar gönderiyor. O kadar sıkıldım ki anlatamam. Laf anlatamıyorum.”
“Cevap veriyorsun yani?”
“Veriyorum ya, diyorum anlatıyorum ben senin eski sevgilin değilim, hiç tanışmadık, aynı okullara gitmedik, bırak peşimi artık sana da yazık diyorum, karına da yazık diyorum, bir ay geçiyor yine yazıyor sanki ben bunların hiç birini yazmamışım gibi, dönmüşüz başa.”
“Hiç buluştunuz mu?”
Berna suçlu suçlu baktı:
“Sete geldi bir gün.”
“Nereden bulmuş seti?”
“Ben çağırdım.”
Komiser “Eh yani” deyip arkasına yaslandı, kollarını başının arkasında birleştirip kaykıldı.
“E ne yapayım Metin Amca, korkuyorum, hiç aklımdan çıkmıyor, yüz yüze konuşursak ikna edebilirim diye düşündüm. Hem yüzünü görmek istedim.”
“Eski sevgilin miymiş?”
“Of Metin Amca!”
“Tamam tamam, anlat sen.”
“Geldi, bak dedim artık canlı canlı gördün beni, sesimi duydun, ben senin eski sevgilin değilim. Arkadaş olalım.”
“Bu kadar mı konuştunuz?”
“Hayır çay içtik, bir sürü sorular sordu bana, röportaj gibi bir şey. Ben de ona sordum, daha iyi tanıyabilmek için, zararlı mı zararsız mı.”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra bunu yazdı.”
Berna çantasından katlı bir kağıt çıkardı, komisere uzattı. Komiser kıpırdamadı, “Sen oku, ben dinleyeyim,” dedi, çayından son yudumu alıp pencereden dışarı bakmaya başladı. Berna titrek bir sesle okudu:
“Sevgili Berna,
Nasılsın? Çekimlerin bitti mi? Biraz önce bir röportajını okudum, resimlerde hüzünlü çıkmışsın. Sakın hüzünlenme meleğim, benim her zaman yanında olduğumu bil. Setteki tanışmamızdan sonra ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. Allah’ım, diyorum, iyi ki on sene önce Meral’le karşılaşmışım, beni sana o getirdi. Kader bizi birbirimizle karşılaştırdı. Artık bunu iyice anladığım için Selin’le konuştum. Bunun basit bir hayranlık olmadığını, tanıştığımızı anlattım ona...”
Kapı tıklatıldı, bir polis aralıktan Berna’ya ve komisere baktı. Berna sustu, mektubu okurken kıpkırmızı olmuştu, titriyordu. Elindeki kağıdı katlayıp kollarını kavuşturdu.
“Komiserim bakabilecek misin?”
Komiser eliyle işaret etti, çocuk kapıyı kapattı.
“Bernacığım, bu çocuk bu işi nasıl takıntı haline getirmişse sen de öyle getirmişsin,” dedi. “Sen sürekli onu ikna etmeye çalışmasan iş bu raddeye gelmeyecekti.”
“Ama yaptığının ne kadar mantıksız olduğunu anlamasını istedim, ona yardım etmeye çalıştım...”
“Bu senin elinde değil. Bak şimdi, insanlar kurallar ararlar ki karşılarındakinin nasıl hareket edeceğini tahmin edebilsinler. Mantık kuralları, hukuk kuralları... Bunları bulamadıkları yerde korkarlar. Her şey mümkündür artık, kontrol edemezler. Bu sınırları aşan karşısındakini korkutur, onun üzerinde tahakküm kurar.”
“Aynen öyle oldu Metin Amca. Peki şimdi ne yapmalıyım?”
“Hiç bir şey yapma. Seni tekrar rahatsız ederse biz burdayız, toplar getiririz.”
“Koruma falan vermeyecek misiniz?”
“Gerek yok şimdi.”
Komiserin kendinden emin hali Berna’ya ferahlatıcı geldi, titremesi kesildi. Kavuşturduğu kollarını açtı, ayağa kalkıp komiserin elini sıktı.
“Sağol Metin Amca. Seni de işinden alıkoydum.”
Komiser Berna’yı yolcu etti, işinin başına, teorisini uygulamaya döndü.

Sunday, December 18, 2011

Laf anlatmaya çalışmanın boşunalığı üzerine

Yirmi yedi küsur yıllık hayatımda sonunda şunu anladım: Bir insana anlamak istemediği bir şeyi anlatamazsınız. Bu genel bir kuraldır ve anlatmak istediğinizin ne olduğu hiç önemli değildir. Neden sesinizi duyuramadığınız da önemli değildir: Söyledikleriniz karşınızdakinin işine gelmiyor ya da söylediklerinizi kabullenemiyor olabilir. Karşınızdakinin duygu, düşünce ve algılarını değiştirmek sizin elinizde değildir, sözcüklerinizin elinde değildir. Sözcükler gerçeği gösterirler ya da gizlerler, ama onu tek başlarına değiştiremezler.

Peki "sen ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anladığı kadar" olduğuna göre, hala yazıp konuşmanın amacı nedir? Elimizden geleni yapmış olmak mı, içimizi dökmek mi, zaten bizimle aynı kafada olanlarla dertleşmek mi? Belki de bir yere bir kayıt düşmek, hazır olduğunda aklına gelir de anlar diye.

Bir kere söylenir, daha fazlasına gerek yok. Bu bilgi insana mutluluk vermese de huzur verir, yatıştırır. Kendi sessizliği insana iyi gelir.

Sunday, December 04, 2011

Güzel bir Cumartesi günü

Allah hayır etsin bu haftasonu çok enerji doluyum. Bunu astrolojiyle açıklamak istemiyorum ama bir enerji var. Şimdi de Nicholas Urfe'den aldığım ilhamla ve über gerçekçi bir üslupla dünkü maceralarımı anlatayım. Hatta gerçek bir blog yazarına yakışacak şekilde araya fotoğraflar da yerleştireyim.

Günüm Pınar Öğünç'ün hapisteki arkadaşlarına moral olsun diye saçlarını kestiren, sonra tanınmamak için kestirdikleri gerekçesiyle göz altına alınan üniversite öğrencilerini anlattığı yazısını okumakla başladı. 90'ların başında doğmuş bu çocukların hayatının nasıl göz kırpmadan karartıldığını ve bunun nasıl bir kafa olduğunu düşündükten sonra THY rezervasyonumu iptal ettirip, TTNET promosyon koduyla yeniden yaptırdığımda sadece 10 TL kar ettiğimi görerek hayal kırıklığına uğradım.

Beşiktaş-Taksim dolmuşuna atladığım gibi Çin kapısının önünde patladım. Maceracı ruh halim nedeniyle Taksim'e yürümektense bu sefer kapının arkasındaki merdivenlerden indim. Böylelikle Sıraselviler'in ıslak hamburgecilerini bypass edebileceğimi umdum ama insan umduğunu bulamıyor tabii. Önce bir inşaatın yanından inen yokuşun altında arka camı olmayan bir araba çekti dikkatimi. Sonra yokuşun üstüne asılmış "arabalarınızın hasar görmesini istemiyorsanız lütfen bu yöreye parketmeyin" yazısı. Oradan geçenlerin halinin nice olduğunu düşünerek yokuştan indim.

Sonra gayet sıkıcı bir takım yokuşlardan inip sokaklardan geçerek kendimi pek bir yere varmıyormuş gibi görünen düz bir sokakta buldum. Sonradan anladım ki burası Setüstü diye tabir edilen apartmanların arkası oluyor. Bu sokakta selamlaştığım yaşlı teyzenin bu kayboluşa değeceğini düşünüp kendimi avutarak sokağın sonuna geldim. Sokağın sonunda Alçakadam Yokuşu'yla karşılaştım ve bu yokuşun beni Cihangir'e çıkaracağını umarak merdivenlerinden tırmanmaya başladım. Yokuşun adı Alçakdam'mış meğerse. Bir kaç grup basamağı çıktıktan sonra Pürtelaş Mahallesi Muhtarlığı'nın önüne vardım. Bu ne müthiş bir mahalle adıdır diye düşünerek çeşitli fotoğraflar çektim:




Neyse ki yokuşun sonunda Cihangir otoparkı ve bir çocuk parkı gözüktü. Bunları geçince karşıma, gene bir set üstünde kurulmuş kocaman pembe bir bina çıktı. Otopark görevlisine sorunca Alman Hastanesi olduğunu öğrendim. Yıllar önce buraya bir arkadaşımı getirdiğimi hatırladım. O yaz sık sık böyle tek başıma keşif yürüyüşlerine de çıkmıştım. Niye artık çıkmadığımı düşündüm, buralı oldum diye mi? Cihangir'in güzel, renkli sokaklarından (ve çok güzel görünen bir şarkütericinin önünden) geçip meydanına vardım. Meydandaki kahve hıncahınç doluydu, ünlü birini görebilir miyim diye dikkatli baktım ama kimseyi göremedim. Kahvenin karşısında "Bohem" Century21 emlakçısı. Cihangir'le Nişantaşı canıma can katıyor.

Çukurcuma'ya devam ettim. Antikacılar, küçük kafeler, karanlık, rutubetli sokaklar, binalar yerli yerinde. Bir kafenin eşiğindeki mindere oturanlar ve kapısında dikilen Feridun Düzağaç. Yaşama sevinciyle mi, kederle mi yoksa başka bir şeyle mi kafayı buldukları anlaşılamayan bu insanlara özenmedim hiç. Hatta normal bir işim olduğuna sevindim ve günün birinde yazdıklarımı bastırmayı başarsam bile bir yandan normal bir işim olması gerektiğine karar verdim. Yolda çok güzel bir Gayrimüslim lisesi var. Daracık yoldan son sürat geçen arabalara kızdım yine.

İstiklal'de (neyse ki) kısa bir süre yürüdükten sonra Galatasaray Lisesi'nin yanından inmeye başladım. Burası üstü "bohem," altı Tophane olan, mahallelilerin galeri sahiplerini ve "sanatseverleri" dövdükleri yokuş. Benim gözlemim şu ki, henüz galeri sahipleri mücadeleyi kazanamamış. Tamam bazı galeriler açık ama yokuşun havası, insanları değişmemiş.

Tam Tophane-i Amire'nin önünde bir su borusu patlamış, yolun iki yanından geçen arabaları da ıslatmayı başarıyordu.


Fıskiyenin resmini çekerken tam bu noktadan Galata Kulesi'nin de gözüktüğünü farkettim. Evet ben de kafayı bulmak üzereydim. Neyse ki bu fazla uzun sürmedi ve pek güzel bir caminin önünden geçip İstanbul Modern'e ulaştım. Lütfen müzenin size verdiği çıkartmayı çantanıza yapıştırmayın. Hatta hiç bir yerinize yapıştırmayın. Girişteki kız "hafif yapıştırın" dediğinde artık çok geçti. Çakma Bottega çantam vintage bir görünüme büründü. Elim biraz ağırdır söylemesi ayıp. Vur deyince öldürebilirim. Hele şu aralar kendimi iyice ağır abla hissediyorum Mars'ın da etkisiyle. (Bu öyle bir etki ki Perihan Mağden'i bu hale getirdi.)

İstanbul Modern'e girince manzara çarptı beni. Çünkü o iğrenç apartmanvari cruise gemisi yoktu. Hatta kafenin terasında oturuyorlardı insanlar. Müze kapanmadan gezip çıkışta bir sıcak çorba içme kararıyla ilk iş giriş katında gösterilen videoyu buldum. Videoda Bennu Yıldırımlar oynuyor, bir yanda yetmişlerin toplumsal olayları, diğer yanda bu olayların bir evin içindeki kadınlara (çoğunlukla anarşik bir erkek üzerinden) etkisi gösteriliyor. Yine insanın insanlığın kaderinden kendini soyutlayamama mevzusu.

Sonra Hayal ve Hakikat sergisini gezmek üzere aşağı indim. Sergide pek çok kadın sanatçının işleri gösteriliyordu. Gezerken kadınların kadınlık durumlarıyla ve kendileriyle neden bu kadar meşgul olduklarını düşündüm. Mesela azınlıklar ve gayler de bunu yapıyordu ve bu durum azınlık ya da gay olmayan bizler için belli bir noktadan sonra sıkıcı oluyordu, belki zavallı, belki bir saldırı gibi gözüküyordu. Ama sonra hak verdim: Biz hakkımızı yedirmemek için savunmada kalmak zorundaydık, çünkü kimse bizim iyiliğimizi düşünmüyordu. Biz de isterdik kaleden ayrılıp forvette oynamayı ama fırsat vermiyorlardı. Sonra da neden kızgın, hırçın olduğumuza şaşıyorlardı. Sergide bir kaç işi çok sevdim, sanatçılarını not almadığım için çok pişmanım: Tıpkı annesi, tıpkı babası (babasının ve annesinin direktifleri doğrultusunda hazırlanan kızın girdiği kılıklar), Kezban Arca Batıbeki'nin Kitsch odası, içli şarkılar eşliğinde Zürafa Sokak'tan manzaraların gösterildiği Bordello, çeşitli namus ve aşk cinayetlerine kurban giden kadınların oluşturduğu Aşkın Kitabı ve aşağıda korsan olarak çektiğim resimde gördüğünüz S.kimden Aşağısı Kasımpaşa.


Ben bu resmi çektikten sonra yanıma çok temiz yüzlü bir güvenlik görevlisi yaklaştı, fotoğraf çekmemin yasak olduğunu, silmem gerektiğini söyledi. Ben de "silerim tabii" deyip yürüdüm. Daha nemrut görüntülü bir şey olsaydı silerdim de herhalde, ama böyle birini nezih bir müzeye almazlardı. Bu çocukların bu eserler hakkında ne düşündüğünü çok merak ettim. Onlarla bir röportaj yapılıp müzenin bir yerine de bu yerleştirilmeli bence.

Müzenin kapanma saati gelip üst kattaki kafeye yöneldiğimde bir baktım kapı duvar, kapkaranlık. Meğersem özel bir davet varmış o gece, artık kimseyi almıyorlarmış. Hayal kırıklığıyla dışarı çıktım, akşam olmuş. Eve dönmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Cami görkemli ve korkunç gözüküyordu, önünde ufak kule gibi bir şey vardı. Galata Kulesi'nin ışıklarını yakmışlar. Antrepoların oradaki çayhanelerin yanından geçip yola çıktım. Bir baktım Beşiktaş yönüne doğru kocaman, acayip siyah araçlar geliyor. Bunlar Türkiye'de göreceğiniz tarz araçlar değil. Birden hatırladım ki Amerikan başkan yardımcısı Joe Biden ülkemizde. Bu en az yirmi araçlık konvoy geçtikten sonra patlak borunun oraya geldim. Olay mahalli şöyle görünüyordu:


Tophane yokuşunu gerisin geriye çıkarken, nerede yemek yiyebileceğimi düşündüm. Günün başındaki enerjim yoktu, yorulmuştum. Tam yemek saatinde gözüme kestirdiğim lüks bir lokantaya girip tek başıma dört başı mağmur (mağmur değil, mağrur!) bir yemek yemek gerçek bir zafer olurdu. Ama dedim ya, yorgundum. Cumartesi akşamı bir kadının yalnız başına yemek yemesinin garip, acıklı gözükeceğinden korkuyordum. Korktuğum için de gözükecekti, korkmasaydım gözükmezdi ama. Ara Cafe'ye gitmeye karar verdim. Önündeki masaları kaldırdıkları için içersi tıklım tıklımdı, önünde sıra vardı. (Ara Cafe'nin önündeki masaları kaldırmış olmaları ne işe yaramış merak içindeyim.) Hemen karşıdaki Özsüt'e gidip çay eşliğinde su böreği yedim. Sonra gözümü karartıp kalabalığa dalaraktan Paşabahçe'ye gidip bir arkadaşıma yeni yıl hediyesi baktım. Bulamadım. Yolda Büyükşehir Belediyesi'nin kitapçısına girip anneme küçük bir hediyeyle kendime bir Alaeddin Yavaşca CD'si aldım. Güzel ama alışmak gerekiyor.

Beyoğlu'ndaki insanlar, kalabalık bana korkunç gözüktü. Sıra bekleyip para çektim. Sinemada gitmek istediğim film çok geç saatteydi, ben de Çin Kapısı'nın ordan dolmuşa bindim. İnsanın yorulunca hiç bir şeye fazla kafa yorup endişelenmemesi, sadece dinlenmesi gerekiyordu. Bu sabah yeni bir enerjiyle kalkıp bunları yazdım.

Saturday, December 03, 2011

All the single ladies!


Bu aralar karşıma hep yalnız kadınlar çıkıyor. Ece Temelkuran İkinci Yarısı'nın başında şöyle diyor: "Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık."

Sonra Rampa'da "Gelecek Program" adlı sergisini açan ressam Leyla Gediz'in röportajını gördüm Radikal'de.

Bu süreçte ‘aile’ meselesi sizi hayli meşgul etmiş anlaşılan... Kendi adıma bir aile kurmakla ilgili yeteneksizliğim diyeyim. Kendimi buna çok uzak hissetmem, bunun artık çok olmayacak bir şey gibi durması. Bu ana kaynak ama kendi ailemin içinde dağılma, parçalanma tehlikeleri de beni bir o kadar huzursuz etti. Yakın çevremizde sürekli, evlenenlerin boşanması, beraberliklerinin sonlanması... Belki bu doğal akış ama çocukluğumdan getirdiğim biraz romantik düşüncelerime ters düşen şeyler. Çocuklukta dinlediğimiz masallardan en azından birisi de tutsun değil mi!

Kodak’tan esinlendiğiniz ‘Mutlu Aile’ serisi nasıl çıktı ortaya. Bir arkadaşın düğününde çektiğim fotoğrafları yıkatmıştım. Zarfıyla birlikte bir kenarda duruyordu negatifler. Pek de mutlu değildim o düğünde, sevgilimden yeni ayrılmıştım. Kodak zarfının üstündeki fotoğraf o. Kodak hayatta fotoğrafı çekilmeye layık tek konu olarak ideal aileyi belirlemiş, kumsalda koşuyorlar mutluluk içinde. İki çocuk oynarlarken ya da bir ressam tablosunun başında çalışırken ya da biri dağa tırmanırken değil, değil, değil. Aile… Her toplumda bu sanki en önemlisi. Amaç bu, mutluluk bu.

Dün Atlantic dergisinde upuzun bir yazı okudum, neden gittikçe daha çok kadının bekarlığı seçtiği (ya da seçmek zorunda kaldığı) üzerine. Otuz sekiz yaşında Kate Bolick isminde bir gazeteci yazmış, kendi tecrübesini de anlatmaktan hiç çekinmeden. Yazı genelinde çok ilginçti, ama iki fikir zihnimde özellikle yer etti. Birincisi, bekar hayatımızı geçici bir dönemmiş gibi görmekten vazgeçmemiz gerektiği. Bir yerde geçici olarak bulunsanız ve başka bir yere gitmek için günleri sayıyor olsanız, oradaki günlerinizi güzel geçirmek için çaba harcamazsınız. Ama durumunuzu kabullenirseniz, "asıl" hayatınıza başlamak için bir sonraki yere gitmenin şart olmadığını anlarsanız, yaşadığınız hayatın tadını çıkarmaya başlarsınız.
"Bütün bu zaman boyunca bekar hayatımı geçici bir dönem gibi gördüm, ruh halime göre ya tadını çıkarmam ya da çabucak sonlandırmam gerektiğini düşündüğüm bir dönem.... ama şimdi bir başka ilişki daha bittiğine göre, varsayımlarda bulunmak çok zor. Hiç olmayabilir. Belki 42'ye kadar olmaz, ya da 70'e kadar. Bu o kadar kötü mü? Bekar hayatımı geçici olarak görmeye son verirsem belki daha... mutlu olabilirim. Belki sonunda gerçek bir bekar kadın olmanın ne anlama geldiğini çözebilirim."
İkinci iyi fikir ise hayatınızdaki aile ve arkadaşlık ilişkilerinin de romantik ilişkiler kadar önemli olduğu ve arkadaşlarınızın, ailenizin yanında olmanız gerektiği. Onların size, sizin onlara ihtiyacınız var (ve bu hayatınızın erkeğini bulsanız da değişmeyecek.)
Biz kiminle evli olup olmadığımızdan çok daha fazlasıyız: biz aynı zamanda arkadaşlarız, torunlarız, kuzenleriz vesaire... Bu ağların derinliği ve karmaşıklığını görmezden gelmek duygusal tecrübelerimizi kısıtlamak olur.

Ağabeyimin iki küçük kızı bana öyle aklıma gelmeyecek duygular yaşattılar ki, hala/teyze'nin yükselişine tanık olduğumuzu düşünmeye başladım. Aileme her zaman çok yakındım, ama yeğenlerimi karşılamak bir başkasına değer vermenin nasıl bir ödül olduğunu bana yeniden hatırlattı. Bu dünyada sevgiyi yaşamanın bir çok yolu var.
Keşke kadınlar değerlerini erkeklerin kendilerine verdiği değerle ölçmekten vazgeçebilseler. Keşke hepimiz sağlıklı, güçlü geçirdiğimiz her günün, hayatımızdaki her insanın değerini bilebilsek. Her şeye, herkese merakla bakabilsek. Beklemeyi bırakıp yaşamaya başlayabilsek. O zaman erkekler kendilerine çekidüzen verirler, hadlerini bilirlerdi belki. Ama sanırım burada da bir "collective action" sorunu var.

Özgürleşmeye zihnimizde başlamamız gerekiyor. İşte de, aşkta da zihnimizin bütün seçeneklere açık olması gerekiyor. Bir ilişkinin ya da evliliğin amaç değil, mutluluk için bir araç olduğunu, üstelik tek araç da olmadığını anlamamız gerekiyor. Ama en önemlisi kendi değerimizin farkında olmamız gerekiyor.

Friday, December 02, 2011

Her şey beklenir

(Son beş cümlesi belli hikayeyi tamamlama ödevi.)

Kapıyı açar açmaz boynuna sarılıp öptüm onu: “Ben de geliyorum!”
“Nereye?”
“Nereye olacak, Londra’ya!”
Durdu. “Aa ciddi misin? Nasıl oldu?”
Ceketimle çantamı çıkarırken anlatmaya başladım: “Yüksek lisans başvurum kabul edilmiş! Çok iyi bir program sayılmaz ama olsun, mezun olduktan sonra da bir yıl oturma izni alabileceğim. Bu arada mutlaka bir iş bulurum.” Yemek masasına tabaklar, bardaklar, atıştırmalık bir şeyler çıkarıyordu. Uzanıp ağzıma bir parça peynir attım.
Yüzüme bakmadan, “istifa ettin mi?” diye sordu.
“Evet, öğrenir öğrenmez Mehmet Bey’le konuştum.”
“Ne içersin?”
“Şarap açıp kutlayalım mı?”
“Ben ilaç alıyorum ama sana koyayım.”
“Ben de içmeyeyim o zaman. Su yeter.”
Masaya oturup sessizce onu izlemeye başladım. Çok sevineceğini düşünmüştüm ama sevinmemişti. Her şeyin çok güzel olacağına olan inancım kocaman, renkli bir balonsa, hızla sönüyordu. Hatta sanki ben bir balondum da, hızla sönüyordum.
“Ee, Londra nasıldı? ,” diye sordum.
“Çok yoğundu. Ofistekilerle tanıştım. Bir sürü toplantılar oldu.” Bardağıma su koyup oturdu.
“Ev bakmaya vaktin oldu mu?”
“Hiç olmadı. Sen toplanmaya başladın mı? Sizin şirkette ihbar süresi ne kadar?”
“Bir ay.”
“Keşke istifanı vermeden konuşsaydık.”
“Neyi?”
“Ben daha orada kalıp kalmayacağımı bile bilmiyorum. Ev bulmak lazım, bir yandan çok uzun saatler çalışmam gerekecek. İlk bir kaç ay tek başıma kalıp her şeyi düzene sokmayı düşünüyordum.”
Daha bir hafta önce “keşke sen de Londra’ya gelebilsen!” diyen adamdı bu. Yüksek lisans programına kabul edildiğimi öğrendiğimden beri ilk defa geride bırakacağım hayatı düşündüm. En yakın arkadaşlarımı, bin bir zorlukla bulduğum işimi, güzelce döşediğim evimi. Hepsini bu adam için mi terkediyordum? Sert ve soğuk betona düşmüş gibi bir hisse kapıldım. Konuşunca kendi sesimi tanıyamadım.
“Acayip bir hisse kapıldım,” dedim. “Sanki bir daha hiç görüşmeyecekmişiz gibi.”
“Ne demek şimdi bu?”
“Önümüzdeki bir kaç ay görüşmeyelim. Sen yerleşince beni ararsın... Bakarız.”
Bekledim ki itiraz etsin, hiç olur mu öyle şey, sen beni yanlış anladın desin.
“Haklısın,” dedi. “Belki de böylesi daha iyi.”
***
Bir buçuk yıl sonra ondan bir mesaj aldım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Nerede olduğumu soruyor, görüşmek istiyordu. Hayır diyemedim. Spitalfields’daki Market Coffee House’ta buluştuk. Dışarıda yağmur yağıyor, içerisi süt ve kek kokuyordu. Noel şarkıları çalmaya başlamışlardı. Meşe masalarla sandalyeler insanın içini ısıtıyordu. İnsan etrafındaki mutlu insanlara bakıp mutluluğa hakkı olduğunu düşünüyordu.
“Demek bu kadar zamandır burdaydın ha,” dedi. “Neden haber vermedin?”
“Senin için önemli olmadığını düşündüm.”
“Ne yapıyorsun?”
“OMG’de çalışıyorum.”
Geçen bir buçuk yıl gururla söylenmiş kısa bir cümleyle anlatılabiliyordu işte. Aşk da, öfke de insanı verdiği kararlarla, ettiği laflarla baş başa bırakıp ortadan kayboluyordu. Bir cesedin yanında uyanıp hiç bir şeye anlam veremeyen biri gibi kalakalıyordu insan. Sonra sadece ayakta kalmaya çalışıyordu ve sadece ayakta kalabilmek yetiyordu, başka hiç bir şey gerekmiyordu. Zaman geçtikçe kafa dengi insanlarla tanışıyordu, insanların iyiliğini görüyordu ve onları tanımış olmayı eski hayatına değişmeyeceğini farkediyordu. İçinde en ufak bir pişmanlık kalmıyordu o zaman. Hatta neredeyse ne kadar güçlü olabildiğimi görmeme vesile olduğu için ona teşekkür edecektim.
“Senin adına sevindim.”
Sessizlik oldu.
“Konuşmak istiyorum demiştin. Konu ne?”
“Bana kızgın olduğunu biliyorum,” dedi. “Ama o zaman önce kendi hayatımı yoluna koymam gerekiyordu.”
“Koyabildin mi bari?”
Sanki içinde bulunduğumuz durumun keyfini çıkarıyor olduğumu anlamış da hoşgörüyormuş gibi gülümsedi.
“İstanbul’a dönüyorum.”
“Niye?”
“Yoruldum. Mert’le kendi büromuzu açacağız.”
“Hayırlı olsun.”
Sanki eğlenceli bir oyun yarıda kalmıştı. O zaman niye benimle görüşmek istemişti ki? Tepkimi anlamak için yüzüme baktı, gözlerimi pencereden dışarı çevirdim.
“Geçen zamanda benim için ne kadar değerli olduğunu anladım. Belki yanımda olsaydın bu kadar yorulmazdım.”
Ses çıkarmadım.
“Sen ne düşünüyorsun?”
“Ne konuda?”
“Herhalde hep burada kalmayacaksın.”
“Sanırım bir süre daha kalacağım.”
“İstanbul’a gel.”
Bunu kabul edebileceğimi düşünüp söylemiş olması bana o kadar inanılmaz geldi ki, o ana kadar korumayı başardığım seviyeli duruşuma hiç uymayan şu cevabı vermekten kendimi alamadım:
“Sen kafayı kırdın herhalde.”
Hiç alınmadı. Sanki bana güven vermesi gerekiyormuş gibi gözlerini gözlerime dikip: “Hayır, son derece ciddiyim.”
Kadınlar çoğu zaman kendilerine gösterilen ilginin, romantizmin, edilen iltifatların formalite icabı olduğunu bilirler, ancak kafaya alınmayı istiyorlarsa bunu görmezden gelirler, hatta bu hoşlarına gider. Böyle bir niyetleri yoksa ya da bu artık ellerinden gelmiyorsa, böyle duygusallıklar ancak öfke kaynağı olabilir.
“Ben bir yere gitmiyorum.”
Telefonunun o nefret ettiğim zili çaldı, gelen mesaja baktı.
“Özür dilerim, gitmek zorundayım.”
Atkısını, şemsiyesini alıp kalktı. Eğilip yanağımdan öptü. Sonra cüzdanını çıkarıp masaya kartını bıraktı.
“Düşün,” dedi. “Ben bir ay daha burdayım.”
Kapıdan çıktı ve aklıma bir ihtimalin tohumunu ekmiş olmanın rahatlığıyla işine döndü. O tohum nasıl olsa kendi kendine büyürdü.
***
Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun bir zaman sonra gazetede ölüm haberini aldım. Hiçbir şey hissetmedim. Tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi. Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.