Wednesday, November 04, 2015

Normal mi?*

Bir terör örgütünün bir ülkede önce 32 sivilin öldüğü, yüzden fazla sivilin yaralandığı bir saldırıyı gerçekleştirmesi, aynı örgütün iki buçuk ay sonra bu kez ülkenin başkentinde 102 sivilin öldüğü, 500'den fazla sivilin yaralandığı ülke tarihinin en büyük katliamını gerçekleştirmesi normal mi? Bu örgütün ülke içinde yeni üyeler edinmesi, örgütün üyelerinin ülkeye rahatça girip çıkması, ülke içinde dolaşması ve ülkedeki hükümetin ve güvenlik güçlerinin örgüte neredeyse sempati duyduklarını düşündürecek ölçüde müsamaha göstermeleri normal mi? Katliamdan sonra bazı örgüt hücrelerini elleriyle koymuş gibi buluvermeleri normal mi? Hükümetteki partinin mitinglerinde kuş uçurtulmazken, sol görüşlü kimselerin düzenlediği toplantı ve mitinglerde böyle patlamalar olması normal mi? Hükümetin ve cumhurbaşkanının olayla ilgili hiçbir sorumluluk kabul etmemelerinin dışında, bütün kanıtların işaret ettiği örgütün yanında başka örgütleri de suçlu ilan ederek olaydan siyasi çıkar elde etmeye çalışmaları normal mi? Bu diğer örgütlerden söz açılmışken, ülkedeki azınlığın hakları için savaştığını öne süren terör örgütüyle ülkenin güvenlik güçleri arasındaki kanlı çatışmaların, örgütün uzun bir çatışmasızlık döneminin ardından 32 sivilin öldüğü ilk saldırıya yaptığı anlaşılması güç bir 'misilleme' ile birden yeniden alevlenmesi normal mi? Bu terör örgütünün, aynı azınlığın haklarını savunan ve büyük bir başarıyla yüksek seçim barajına rağmen meclise girmiş bulunan siyasi partinin elini zayıflatacağını bile bile çatışmaları tırmandırması normal mi? Ülke tarihinin en büyük katliamından sadece yirmi gün sonra yapılan genel seçimlerde, hükümetteki partinin oy oranını beş aydan kısa bir süre önce yapılmış son seçimdekine göre neredeyse yüzde on artırması normal mi? Seçimin ardından aynı daha önce yaşanmış katliamlar ve yolsuzluk iddialarının üstü örtüldüğü gibi, iki seçim arasında yaşanan katliamlarda hükümetin ve cumhurbaşkanının sorumluluğunun bulunduğuna yönelik iddiaların birden sessizliğe gömülmesi normal mi? Hukukun bir yana bırakılarak, halktan oy aldığı sürece bu partinin ve üyelerinin aklanmış kabul edilmesi normal mi? İnsanların tüm bu olanları görmeyerek, görüyorsa da önemsemeyerek, hala bu partiye oy vermeye devam etmesi normal mi? Piyasaların seçimin ardından bayram etmesi normal mi? Hayatın hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi, bu ülkede ölenin hep öldüğüyle kalması normal mi?



*Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık kitabındaki Doğru mu? bölümünden esinlendim.

Para ve güç üzerine

İnsan ancak parası varsa paranın önemsiz olduğunu iddia edebilir. Ama para önemli olan yegane şey değildir. Bu çok basit ve klişe bir laf gibi görünebilir, ancak insan Türkiye'de kendini para tek önemli şeymiş gibi yaşamaya başlamış bulabilir. Kendini parasıyla, parasıyla satın alabildiği nesnelerle (ve tecrübelerle) tanımlamakta, bunlar sayesinde özel,  önemli ve güçlü hissetmektedir, yoksa yetenekleri, emek vererek kazandığı başarıları, içten ilişkileri ve uğraşları ile değil. Vaktini paraya ve nesnelere sahip olabilmek için harcamakta, bunlar için fedakarlık yapmakta, diğer insanlarla para ve nesneler üzerinden rekabet etmektedir, onları da ancak sahip olduklarına göre sınıflamaktadır. Gençliğinde böyle düşünmeyen insanlar bile, çoluk çocuğa karıştıklarında "çocukları için en iyisini yapmanın" yolunun çok para kazanıp çok para harcamaktan geçtiğine inanmaya başlıyorlar. Bu, büyüyüp sorumluluk sahibi bir yetişkin olmakla eşdeğer görülüyor.

Paranın en önemli değer haline gelmesinin ülkedeki çoraklık ve güvensizlik hissiyle çok alakası var. Bu çoraklığı daha önceki bir yazımda şöyle anlatmışım: "Kimse insanlara nelerden mahrum kaldıklarını söylemiyor. Zor bir soruya cevap aramanın, düşünmenin, araştırmanın, cevap bulmanın, bir şeyler üretmenin verdiği tatmini bilmiyorlar. Güzel bir edebiyat metni, klasik müzik parçası ya da resim karşısında hissedilen mutluluğu bilmiyorlar. Böyle şeylerin değerini bilenler, 'kitap okuyanlar şimdi sefilleri oynuyor' diye küçümseniyor, elitizmle suçlanıyorlar. Bilim adamlarının fikri sorulmuyor, bilimsel araştırmalar desteklenmiyor, en büyük rantın inşaat sektöründe olduğu bir ortamda kimse eğitim, Ar-Ge, üretim zahmetine girmek istemiyor." Bu mutlulukları tanımayan insanlar  ancak paralarını ve parayla satın alabildikleri şeyleri yarıştırarak tatmin olabiliyorlar. Ancak lüks şeylere sahip olarak, lüks ortamlarda bulunarak kendilerini özel hissedebiliyorlar. Bu yarış onların diğer insanlarla ilişkilerini zehirliyor, ya bir mücadeleye ya da bir çıkar ilişkisine dönüştürüyor. Sonuçta istedikleri her şeye sahip olsalar bile, çoraklıktan kurtulamıyorlar.

Aslında böyle yaşayan insanlara haksızlık da yapmamak gerek. Sağlık, eğitim, güvenlik gibi hizmetlerin kamu tarafından yeterince sağlanmadığı yerlerde, insanlar kendilerini güvende hissetmek için paraya ihtiyaç duyuyorlar. Sokaklarında güvende hissetmediğiniz, hastanelerine ve okullarına güvenmediğiniz bir ülkede hayatınızın kontrolünü biraz ele alabilmek için paraya ihtiyacınız var. Ama bunların ötesinde belki de sandığınız kadar yok.

Parayı hayatınızın merkezinden çıkardığınızda, çocuğunuza maddi olanaklar ve fiziki ortamın dışında da katabileceğiniz değerli şeyler olduğunu (yeter ki vakit olsun), insanları paranın dışındaki kriterlere göre de değerlendirebileceğinizi (zaten öyle yapmanız gerektiğini) görmeye başlıyorsunuz. Bunun hayata bakışınızı ne kadar değiştirdiğine (ya da o ana kadar paranın hayata bakışınız üzerinde ne kadar büyük bir etkisi olduğuna) şaşıracaksınız. Bu yarışın içinde yer almak zorunda değilsiniz.

Tuesday, October 06, 2015

Karne

Bu ayki değerlendirmelerimiz sonucu, sıralamalardaki düşüşünün devam ettiğini üzülerek bildirmek zorundayız. Gittikçe daha da sıradan bir insan haline geliyorsun. Detaylara girmeden önce, bu karnenin tamamen kendi belirlediğin değerlendirme kriterlerine göre hazırlandığını hatırlatmak isteriz. Yani üç yıl önce belirlediğin kriterler. Diyorsan ki “benim için evlenip çocuk sahibi olmuş olmak yeterlidir, ben böyle mutluyum, kendimden de başka bir beklentim yok,” değerlendirme kriterlerini değiştirip daha olumlu sonuçlar alman mümkün olabilir. Tabii ki insan zaman geçtikçe kendini daha iyi tanır, fikirleri de değişebilir, bunda ayıp yok. İnsanın kendini bilmesi en büyük erdemdir.

Bu ay neler yaptın? Öncelikle küçük Can’ı bir ay daha büyüttünüz, tebrik ederiz. Can’la beraber tatile gittiniz ve hiç dinlenemediniz. Bir defa valiz hazırlamak tam bir gün sürdü. Beş günlük tatil için dört valiz hazırladın. Bu kadar çabanın sonunda sabah sekiz feribotuna yetiştiğinizde bir başarı kazanmış gibi hissedecektin ki, feribotun sizin gibi küçük çocuklu ailelerle dolup taştığını gördün. Bu kadar insanın senin kadar çok iş yapması, sonunda herbirinizin feribottaki onlarca aileden sadece biri olabilmeniz moralini bozdu. Sıradanlık bu kadar çaba gerektirmemeliydi, bu kadar çaba gerektiren şeyler sıradan olmamalıydı. Belki de bu ülkede en büyük başarı sıradan olabilmekti. Buradaki kadınlar şu çocukları büyütmek için harcadıkları emeği başka herhangi bir şeye yöneltebilseler... Feribot yolculuğu Can’ı koridorlarda gezdirip bir şeyler yedirmeye çalışarak geçti. Bir ara Can’ın “mem-me” diye bağırması üzerine emzirecek yer soruşturdun, ibadethanede emzirebileceğini söylediler. Çoluk çocuk ibadethanenin yerine serili halının üzerinde yatan naylon çoraplı kadınları görünce üzerine bir örtü örtüp koltuğunda emzirmeye karar verdin. Ama Can örtüden sıkıldı, emmekten vazgeçti. Tabii ki yanında getirdiğin kitapların, dergilerin kapağını açamadın. Eskiden yapabildiğin şeyleri çocuk yüzünden yapamıyor olmak ve bu fedakarlığına rağmen yine de sıradanlıktan kurtulamamak içinde bir isyan dalgası kabarttı. (Bu duygu tatil boyunca sık sık tekrarlanacaktı. ) Bütün bunlara rağmen feribotta yanınızda oturan hoş ve sıcakkanlı reklamcı kadının çocuğu olmadığını öğrenince ona acıdın.

Can gittiğiniz otelde herkesin sevgilisi oldu. Herkes Can’a gülümsüyordu, ama sen çocuğun peşinde, elinde mama kavanozu ve kaşık, yüzünde umutsuzluk ve sabırsızlık dolu bir ifadeyle geziyordun.  Üstelik tüm bunları yaparken evden uzakta geçen şu birkaç değerli günün kıymetini bilmen, keyfini çıkarman gerektiğini düşünüyordun. Bu da ayrı bir stres kaynağıydı. Mesela şu açık büfe seansları… Sana kalırsa çeşit çeşit yemeklerin gönlünce tadına bakmak en çok senin hakkındı. Ama olmuyordu, olamıyordu. Can’ın (uykusunu yemeğe denk getirebildiğiniz mucizevi bir kahvaltı dışında) oyalanması ve beslenmesi gerekiyordu. Nöbetleşe yediğiniz yemekler boğazına diziliyordu. Etrafına bakıyordun ve hıncahınç dolu yemek salonundaki yaşlı-genç insanlar ve insan yavruları sana karınca sürüleri gibi görünüyordu. Lahana dolmaları havada uçuşuyor, rokfor peynirleri yerlere düşüyordu. Şu dünyadan kâm almaktan başka hiçbir amaçları olmayan, bundan ötesini düşünmeyen karınca sürüleri. Oysa onların da hayatları zordu ve onlar da parasını ödedikleri bu açık büfeyi sonuna kadar hak ettiklerine emindiler. Belki sen de yemeğin keyfini çıkarabilsen her şey bu kadar kötü görünmeyecekti. Peki her şeyin bu kadar kötü görünmesinin sebebi senin kötümserliğin miydi, yoksa her şey gerçekten bu kadar kötüydü ve esas sorun senin bunu keyfin yerindeyken görememen miydi?

Tatilden sonra Can’ı bakıcısına emanet edip işe döndün. Kıçının üstünde oturup, öğlenleri yemeğe gidip çocuk sahibi olan diğer kadınlarla anneliğin incelikleri ve zorlukları ve bakıcılar ve kocalar hakkında sohbet edip, olmayanlara acıyıp, arada bir yalandan bir sunum hazırlamak ya da rapor yazmak için güzel bir fırsat. Sen bu işi üç yıl önce bırakmak istemiyor muydun? Hani yaptığın işin bir işe yaramadığından şikayet ediyordun? O patronluk tasladığın, kamerayla gözleyip elverişli zamanlarda uyardığın bakıcınla temizlikçin hiç değilse bir iş yapıyorlar. Hani o çalıştığın şirketin ortağı olmakta bile gözün yoktu? Hani o tıklım tıkış asansörlerin içindeki herkes karıncalar gibiydi (herkesi karıncaya benzetiyorsun!), kendilerini kaptırmışlardı, her şeyi otomatik yapıyorlardı, bir tek sen kendini kaptıramamıştın da her şeyi olduğu gibi görüyordun, ama kimse bunun farkında değildi, bir ajan gibi… Tabii iyi bir proje gelse de biraz pohpohlansan bütün bu düşünceler yok olurdu, böyle oyunbozanlık yapmazdın.

Bari boş zamanlarında sana anlamlı gelen (en azından üç yıl önce anlamlı geldiğini söylediğin) bir şeyler yapsan, okusan, yazsan? Ama bütün yaptığın Instagram’a girip bilinçsizce fotoğraflara bakmak. Modern dünyanın uyuşturucusu bu. Güzellik bağımlılık yapıyor ama sahip olamayınca acı veriyor. Aslında senin için önemli olmadığını iddia ettiğin şeyleri, mesela güzel bir vücudu ya da elbiseyi ya da tekne tatilini ya da altında “dünyanın en iyi, en düşünceli kocası bana nasip oldu!” yazan bir adamı karşında görüverince kıskanıyorsun, kendine acıyorsun. Halbuki aklına fırsat versen, sana bu fotoğrafların gerçek olmadığını (çünkü kimse IDO feribotunda ya da ofisinin tıklım tıkış asansöründe çektiği fotoğrafları Instagram’a koymuyor; saklananlar gösterilenlerin gerçekliğinden çalıyor), bu resimleri koyanlarla yarışa girmenin aptalca olduğunu, senin için (aslında herkes için) esas mutluluğun başka yerlerde olduğunu anlatacak. Ama yorgunsun, bu duygularla baş edecek gücü bulamıyorsun.

Yorgunluk sana normalde yapmayacağın başka şeyler de yaptırıyor. Mesela gecenin 11’inde Can’ı uyutmaya çalışıyorsun. Can yatağına konunca uyumaya alışkın değil, ya memede uyuyacak ya da evde bu iş için aldığınız arabada. Mehmet televizyonun karşısında uyumuş, sende de artık emzirecek takat yok, zaten bu saatte süt de yok, arabayı bir ileri bir geri sallayıp duruyorsun. Can’ı uyutmuş olmak günün son başarısı olarak hanene yazılacak, az sonra sen de diğer koltuğa uzanıp Instagram’a bakarken uyuyakalabileceksin. Oyalanmak için gözünün ucuyla tartışma programında konuşan meymenetsiz adamlara bakıyorsun. Söyledikleri ne kadar boş... Birden varislerin sızlıyor ve Can’ı yatağına koyma vaktinin geldiğine karar veriyorsun. Arabadan alırken mızmızlanıyor, kucağında debeleniyor ve yatağa bıraktığın anda ağlamaya başlıyor. Sırtını sıvazlıyorsun, kâr etmiyor. O anda günün hâlâ bitmemiş olduğu ve henüz koltuğa yatıp uyuklayamayacağın gerçeği, sana dayanılmaz geliyor. Sabrın taşıyor. Mehmet’e sesleniyorsun. Mehmet kalkıyor ve “beceriksiz, uyutamadın mı” diyor. (Şu anda konumuz sen olduğun için Mehmet’in hıyarlıklarına girmiyoruz ama kendi karnesinde yaptığı yanlışları kısaca açıklamaya çalıştık, malum uzun metinleri okuyamıyor.) O anda sende şalterler atıyor. İkisinin de hayatını nasıl mahvettiklerinden girip, asıl beceriksiz ve düşüncesizin Mehmet olduğundan çıkıp, bağırıyorsun da bağırıyorsun. Mehmet’i üzmek, kırmak istiyorsun. Çocuk korktu, ağlıyor. Hatta Mehmet de korktu. Komşular duymuş olabilir. En çok da alt kattaki piyanist kızdan utanıyorsun çünkü o genç, yetenekli, bütün zamanını alan bir çocuğu, kocası ya da kendisine anlamsız geldiği halde bırakamadığı kurumsal bir işi yok. Evde olduğu zamanlar uzun uzun piyano çalıyor.

Herkesle aynı şeyleri yaparak herkesten farklı olamazsın. Kendi sosyo ekonomik düzeyindeki yüz yetmiş bin sekiz yüz on üç kadın içinde, kendi seçtiği kriterlere uygun bir yaşam sürebilmek bakımından doksan sekiz bin alti yüz elli yedinci sıradasın. Geçen aya göre bin üç yüz altmış dört sıra düştün. Ya değerlendirme kriterlerini, ya da alışkanlıklarını değiştirmen gerekiyor. Sana bol şans diliyor, yanaklarından öpüyoruz.

Sunday, July 26, 2015

Kafamda bir tuhaflık

Orhan Pamuk’un geçen sene çıkan son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık, gözlemleyebildiğim kadarıyla çok ses getirmedi. Pamuk, bana kalırsa iyi bir hikaye anlatmaktan, derinlikli karakterler yaratabilmekten, iyi edebiyattan daha fazlasını, “sosyal içerikli” bir kitap yazmayı hedeflemiş ve bu çabası metinde göze batıyor.

Orhan Pamuk ilk defa tamamen kendi sınıfının dışındaki karakterleri anlatıyor kitapta. Mevlut ve ailesinin yaşamı akıp giderken, Orta Anadolu’dan İstanbul’a göçenlerin yerleştiği “tepe”lerin de yıllar içinde nasıl dönüştüğünü gözlemliyoruz. Göçmenlerin çevirdiği arsalardan sefalet içinde yaşamların sürüldüğü gecekondulara, gecekondulardan birkaç katlı apartmanlara ve en sonunda gökdelenlere uzanan bir dönüşüm bu. Mevlut’un amcası ve oğulları, önce Mevlut’un babasına ufak bir kazık atarak, sonrasında da güçlü Hacı Hamit Vural’a yakın durarak ortaya çıkan ranttan pay sahibi olabilmeyi başarıyor, ancak Mevlüt bir türlü kendini kurtaramıyor. Seyyar satıcılık, büfe müdürlüğü, otopark bekçiliği, elektrik dağıtım şirketinde memurluk gibi bir dizi iş yapıyor, akşamları da hep bozacılık.

Mevlüt karakteri gerçekten tuhaf bir karakter. İyi niyetli ve saf olduğu her fırsatta vurgulanıyor. Sanki Orhan Pamuk, alt sınıftan herhangi bir insanın iç dünyasına giremeyeceğini düşündüğü için Mevlut’u diğer kitaplarındaki baş karakterlere  benzetmiş. Mevlüt geceleri şehirde yürümeyi, mezarlıklarda gezmeyi sevdiği için bozacılığı bırakamıyor, köpeklerden korkuyor, karanlık bir gece kaçırdığı kızın sevdiği kız değil ablası olduğunu anlayınca kaderine razı oluyor. Bozacılık, sanki Mevlut’un çağrıldığı evlerdeki “laik orta sınıf” (ya da tarikat mensubu) müşterileriyle gelenek, siyaset ve din üzerine sohbet edebilmesi ve yazarın “alem” kelimesini sıkça kullanmasına fırsat vererek sokaklarda gezebilmesi için kitaba monte edilmiş bir araç. Aynı şekilde, metinde Mevlut’un hikayesine iliştirilen, o sırada memlekette neler olup bittiğine dair siyasi ve sosyolojik notlar çoğu zaman Türk okur için basit ve sakil kaçıyor, sanki yabancı okur için yazılmış. Bunlar, metne yedirilemediği ve hikaye içinde bir amaçları olmadığı zaman sırıtıyor. (“Eski dostu Ferhat, ‘İstanbul’un apartmanları üçe ayrılır,’ demişti bir kere: 1. Kapısında ayakkabıların çıkarıldığı, namaz kılınan, dindarların evleri. 2. Ayakkabılarınlarınla girebileceğin Avrupai zenginlerin evleri. 3. Her iki türden ailelerin birlikte yaşadığı yeni yüksek apartmanlar.” Sf. 31)

Kitabın güzel, eğlenceli tarafları da yok değil. Sınırlı üçüncü şahıs anlatıcı Mevlüt’ün hikayesini anlatırken diğer kahramanların araya girip sözü almaları güzel ve eğlenceli bir yöntem. Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı’da da her bölümde farklı bir kahramana söz vermişti, ama bu kitapta kahramanlar daha kısa sürelerle, birbirleri ardına söz alıyorlar, bu da insana sanki Mevlut’un hayatı üzerine, bol röportajlı bir belgesel izliyormuş izlenimi veriyor.

Mevlut amcasının oğlunun entrikasına kurban giderek asıl niyet ettiği güzel Samiha’yı değil, ablası Rayiha’yı kaçırmıştır, ancak kaderine razı, Rayiha’ya aşık olur ve onunla evlenir. Mevlut karısı öldükten sonra Samiha ile de evlenecektir, ama asıl sevdiği Rayiha’dır. Yıllar geçtikçe evlilikleri eskise ve Rayiha mektupların Samiha’ya yazıldığını öğrenince kızkardeşine karşı başedemediği bir kıskançlık duysa da, beraber geçirilen zaman ve yaşanan tecrübelerin gerçek sevgi ile ilişkilendirilmesi güzeldi.

Mevlut’ün bozacılık yaparken gezdiği karanlık, sessiz ve ürkütücü sokaklar değil, ama daha ortaokuldayken babasıyla yoğurtçuluk yapmak için çıktığı, herkesin bir şeyler alıp satmaya çabaladığı yaşam dolu sokaklar da güzeldi. Pamuk, büyük olasılıkla kendisi bu sokaklardan sadece bir gözlemci olarak geçmiş olsa da, sokakların ritmini, enerjisini okura hissettirebiliyor. Aynı şekilde Mevlut dışındaki karakterler hayat dolu. Süleyman, Ferhat ve Korkut çok daha eğlenceli, fırlama, ilginç karakterler. (Belki seslerini duyurabildikleri için Mevlut’ten daha şanslı olabilirler, şimdi Mevlut’e de haksızlık yapmayalım.) Benim Adım Kırmızı ve Masumiyet Müzesi’nde olduğu gibi, Pamuk kadın karakterlerin iç dünyasına girebilmek için de gerçek bir çaba sarfediyor. Samiha’nın dik başlılığı, Rayiha’nın kıskançlığı, Vediha’nın kız kardeşleri ve kocasının ailesini idare etme çabası çok güzel anlatılmış. Hele Vediha’nın maruz kaldığı muameleleri sayıp döküp, bunların doğru olup olmadığını sorduğu bir bölüm var ki, bir harika. (“Yıllarca ‘Paramız var, Şişli’ye taşınalım,’ dememe Korkut’un hiç kulak asmamasından sonra, bana inat eder gibi Süleyman’ın yeni gelinle Şişli’ye yerleşmesi doğru mu?”sf. 376)

Kitabın sonlarına doğru olayların akışı birden çok hızlanıyor. Sanki Pamuk, artık kitabı bitirmek için sabırsızlanıyormuş gibi hissediyorsunuz. Kara Kitap ya da Benim Adım Kırmızı kadar etkileyici olmasa da, Kafamda Bir Tuhaflık kolaylıkla okunan esprili bir kitap.

Tuesday, July 14, 2015

Annelik ve konformizm

Anneler çocuklarına “aman olaylara karışma, sonunda olan sana olur” derler ya hep – mesela benim babaannemin sürünün ne başında, ne sonunda gitmeli minvalli bir lafı vardı. Annelik çok emek istiyor ve çocuğunuzun iyiliği her şeyin önüne geçiyor. Anne olmadan önce savunduğunuz bazı şeyleri anne olduktan sonra savunamamaya başlıyorsunuz, çünkü enerjiniz yok. Hayat tarzınız tamamen değişiyor (kulağa o iğrenç kamu spotu gibi gelmeye başladım) ve eskiden “sıradan” sandığınız, tercihlerini küçümsediğiniz insanlara yakın tercihler yapmaya başlıyorsunuz. Annelik aslında, “dünya yansa kendimi düşünürüm”cülüğün “dünya yansa çocuğumu düşünürüm”e evrilmiş versiyonu, fedakarlık kisvesi altında bencillik yapabilme fırsatı.

Birkaç örnek vereyim belki beni daha iyi anlarsınız.
1)      Sınıf bilinci: Burada sınıf bilinciyle ilgili pek çok yazı yazmıştım. Ancak “emekçi” insanların hepsi dürüst, iyi niyetli ve mazlum değil. Bunun böyle olmadığını, kendi çevrenizin dışındaki insanlarla biraz vakit geçirince gayet iyi anlıyorsunuz. Bakıcılarla olan tecrübelerim, insanların kolayca yalan söyleyebildiğini ve bundan ahlaki olarak hiç rahatsız olmadığını gösterdi. Siz ne kadar geri adım atarsanız, onlar kendi isteklerini o kadar rahat dayatabiliyorlar. (Gerçi bu eğilimi sadece yanınızda çalışan insanlarda değil, en yakınlarınızda da rahatlıkla görebilirsiniz.)  

Belki de rahat büyümüş, en azından çocukluklarında isteklerini elde etmek için mücadele etmek zorunda olmamış benim gibi insanlar, kendileri kadar şanslı olmayanlara karşı böyle peşin hüküm vermemeliler. Ancak annelik hayattaki sorumluluklarımı öyle çok ve aniden arttırdı ki, insanlara her zaman anlayışla yaklaşamıyorum. İş ahlakı ve iyi niyete çok ihtiyaç var. Sadece işverenler için değil, çalışanlar için de geçerli bu.  

2)      Alışveriş merkezleri kurtarıcıdır: Mecbur kalmadıkça alışveriş yapmayı sevmem ve eskiden beri alışveriş merkezlerini sıkıcı bulurum. Ancak pusetle sokaklarda gezinmeyi deneyin bakalım… Yol üzerinde bir restorana-cafeye oturun ve çocuğunuzun altını değiştirmeye çalışın bakalım. Arka koltukta ağlayan bir bebekle park yeri arayın bakalım. Ya da araba kullanmayıp toplu taşıma araçlarını ya da taksileri kullanmakta direnin bakalım. Alışveriş merkezleri, gerçek bir ihtiyaçtan doğmuş ve insanların sokaklarda gezmektense AVM’leri tercih etmelerinin bir sebebi var. Tabii ki gönül güzel parkların, geniş kaldırımlı bulvarların, restoran/cafelerde bebek bakım odalarının yaygınlaşmasını ister, ancak şu an için dışarı çıkıp biraz kafasını dağıtmak isteyen bir annenin elindeki en rahat seçenek AVM’ler. Zaten annelik sizin bir şeyleri prensip edinip de, bu prensipler uğruna bir şeyleri protesto/boykot etmenize izin vermiyor. Günü mümkün olduğunca düzgün bir psikoloji ve sağlığı/keyfi yerinde bir bebekle atlatmaya çalışıyorsunuz. 

3)      Tüketim dünyası: Kendiniz için alışveriş yapmayı, eşya kalabalığını pek sevmeyebilirsiniz, ama çocuk büyütürken daha önce hiç aşina olmadığınız bir sürü eşyayı almak ve kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Modern dünyada bebeğinizle hayatınızı sürdürebilmek için tüm bu eşyaları kullanmaya mecbur olduğunuzu düşünüyorsunuz, ama modern dünyanın hayatınızı kolaylaştırmayı vaad ederken kafanızı yoran pek çok şeyi gibi bu eşyaları seçmek, kullanmayı öğrenmek, temiz ve düzenli tutmak, her gittiğiniz yere taşımak çok yorucu aslında. Çocuğunuz için alışveriş yapmak özellikle yorucu: Araç koltuğunun güvenlisini, yiyeceklerin, mama kaplarının, oyuncakların kanserojen olmayanını bulmaya çalışıyor ve kendinizi sizi ve çocuğunuzu kandırıp zehirlemeye çalışan kapitalist dünya karşısında tek başına hissediyorsunuz. Çoğu durumda iyi olanın pahalı olan olduğunu varsaymaktan daha fazlasına enerjiniz yetmiyor.  

4)      Kentsel dönüşüm: Kentsel dönüşümün ya da mutenalaşmanın,  yerlerinden edilen insanlar için ne kadar büyük bir zulüm olduğunu biliyorum, daha önce yazmıştım. Beşiktaş’ta oturuyorum ve evimin çok yakınında köy evi benzeri bahçeli bir ev var. Gecekondu mu bilmiyorum.  Bahçesinde ve etrafında tavukların gezdiği bir ev bu. Günün her saatinde öten bir horozu var. Bu ev, bütün kış çok kötü kalite kömür yakarak mahallenin havasını mahvetti, camı açıp evi havalandırmayı olanaksız hale getirdi. Nisan ayının sonuna kadar o baca tütmeye devam etti. Kuşkusuz kabahat, kalitesiz kömürleri bu insanlara dağıtanlarda, ama ben, bu sorunun en kısa zamanda çözülmesinin yolunun, evin kentsel dönüşüme kurban gitmesi olduğunu düşünmeye ve bunu dilemeye başladım.  

Annenin içinde beliren bir başka dürtü de, siteye taşınma arzusu. Bunun AVM’lerin birden çekici hale gelmesine benzer nedenleri var: Evinizden çıktığınızda pusetle trafikten korkmadan rahatça yürüyebileceğiniz, çocuğunuzu gezdirebileceğiniz, ipsiz sapsız insanları içeri almayacak güvenliği olan, siz işteyken bakıcının da çocuğa güvenle hava aldırabileceğini bildiğiniz bir yerde yaşamak istiyorsunuz.  

5)      İşim aslında o kadar da kötü değilmiş: Evde oturup çocuğa bakınca, nerede çalıştığınızın ve işinizin ne ihtiva ettiğinin o kadar da önemli olmadığını, dışarıda çalışma konseptinin başlı başına değerli olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Giyinip evden çıkmak, işyerinde iki insan görüp konuşmak, kafayı çocuktan başka konulara verip beyin hücrelerinizin çalıştığını hissetmek, evdeki güç dengelerini korumak, maaş ve özel sağlık sigortası gibi güzellikleri var dışarıda çalışmanın. Hakettiğinizi düşündüğünüz konumda, size gerçekten anlamlı gelen bir amaca yönelik çalışmıyor olabilirsiniz, ama ne gam! İdealleriniz çok geride kalırken işyerinin eve yakınlığı, esnek çalışma saatleri gibi şeyler önem kazanıyor. Çalışıyor olmak yeter.
Çocuk sahibi olmak, inandıklarınız ve tercihleriniz arasındaki makası açacak, tutarsızlıkları artıracaktır. Buna hazırlıklı olmak gerekli. Ama bir yandan da pek çok konuda sizi tercih yapmak zorunda bırakan ve tercihlerinizi belirleyen, hayatınıza sınırlar koyan bir şey. Yani sizi hem ilerlemek, büyümek zorunda bırakıyor, hem de ilerleyebileceğiniz yolları belirliyor. Bu insanı ataletten kurtarıp, ferahlatıcı bir etki yapabilir. Gerek zamanınıza, gerekse tercihlerinize konulan sınırlar, onları aşmak, etraflarından dolanmak için yaratıcı çözümler bulmanıza, kendinizi geliştirmenize, zamanınızı daha verimli kullanmanıza vesile olabilir. İnşallah öyle olur!

Saturday, June 06, 2015

Bakıcı sorunu

Bir kadının anne olduktan sonra işine ve kendisini mutlu eden uğraşlara vakit ayırabilmesinin tek yolu var: Bir bakıcı tutmak. Sokrates'a atfedilen bir söz vardır, evlenin ya mutlu ya filozof olursunuz gibilerinden... Bakıcı ve ajans camiasıyla haşır neşir olan birinin filozof olmaması imkansız.

Feminist literatüre hakim değilim, ancak feminist düşünürlerin çocuk bakımı sorununa nasıl bir cevap bulduklarını çok merak ediyorum. Bilen, kaynak önerebilecek kimse varsa lütfen benimle paylaşsın. Benim aklıma annenin de babanın da yarı zamanlı (ya da yılın belli dönemlerinde) çalışıp, çocuğa dönüşümlü baktıkları bir model geliyor ancak full-time çalışan insanların bile gittikçe daha az para kazandığı, uzun çalışma saatlerinin norm haline geldiği dünyamızda böyle bir yaşam tarzına ancak çok küçük bir azınlığın sahip olabileceği aşikar. Bazı Batılı çiftlerin yaptığı gibi çiftler gelirlerini karşılaştırarak çocuğa kimin bakacağına karar verebilirler, ancak iki gelirin de gerekli olduğu ve çocuğun bakımı için harcanacak paranın, geliri daha düşük olan ebeveynin gelirinden de düşük olduğu durumlarda, ekonomik olarak rasyonel olan çözüm çocuğun bakımı işini devretmek oluyor. (Ayrıca Sahi ben kimdim? yazımda anlattığım gibi, bir kadın çalışmaktan elde edeceği gelire muhtaç olmasa ya da elde edeceği gelir, bakım işinin maliyetinden düşük olsa bile çalışmayı tercih edebilir. Çalışmaktan elde edilen tatmin ve kadının o ana kadar kendisine yaptığı yatırım maddi olarak ölçülemeyeceği için, bu da tamamen saygı duyulması ve sorgulanmaması gereken bir karardır. Örneğin Almanya'da, kadınların kendi çocuklarına bakmaları için verilen teşvikler ve kreş hizmetlerinin pahalılığı yüzünden, çalışmayı tercih eden pek çok kadın çalışmayan kadınlara göre zarar ediyormuş. Öte yandan, çocuk bakımını devretme ekonomik açıdan rasyonel olsa bile, doğası gereği anneyi duygusal açıdan yoran bir karar olabilir. Bu durumda anne çocuğuna kendi bakmayı seçebilir, bu da saygı duyulması gereken bir karardır.) 

Gerçek hayatta çocuğun bakım işini devretmekle de, anne üzerindeki (babaya göre) orantısız yük hafiflemez. Bakıcıyı bulma, onunla vakit geçirme, onu denetleme ama bir yandan da gönlünü hoş tutma, giderse işi gücü bırakıp bu sürece yeniden başlama görevleri anneye düşer. Bütün bunlar ayrı ayrı çok zordur, hatta bu işlerle uğraşmak zorunda kalan pek çok kadının evinde oturup çocuğuna kendisi bakmayı içinden geçirdiğinden eminim.

Şimdi bütün bu aşamalar gerçek hayatta nasıl geçiliyor teker teker bakalım. Geçen yıl Temmuz ayında, annelerin önayak olmasıyla Damla Ajans aracılığıyla gündüzlü bir bakıcı bulduk. Damla Ajans'a ilk gidişimizde karşımıza dört aday çıkardılar, birisini seçtik. Yani ilk deneyimimizde, belki de henüz tecrübesiz ve saf olduğumuz ve dolayısıyla çok ince eleyip sık dokumadığımız için, bir bakıcı bulmamız kolay oldu. Bakıcımız kırk beş yaşlarında, bir ailenin yanında uzun süre çalıştıktan sonra iki ayrı evde altışar ay gibi kısa süreler çalışmış, bize anlattığı kadarıyla ailelerin affedilmez kusurları nedeniyle aniden ayrılmıştı. Gerçi uzun süre çalıştığı evden de bir para anlaşmazlığı yüzünden aniden ayrılmıştı, ama onlar herhalde uzun süre çalışmış olması sayesinde iyi referans verdiler. Biz diğer ailelerden farklı olduğumuz inancıyla bunların üzerinde fazla durmadık. Bakıcımızın eli çabuktu, evi çekip çeviriyor, bebeğe sevgi gösterileri yapıyor, bebek de onu seviyordu. Ama benim için bu ilkokul mezunu kadının bitmez tükenmez konuşmalarına (özellikle daha önce çalıştığı evlerle ilgili dedikodular) katlanmak gerçekten zor oldu. Bebeği gereğinden fazla sahiplendiğini, fazla gürültülü ve abartılı sevdiğini, fazla çokbilmişlik yaptığını, benden çok anneleri muhatap aldığını düşünüyordum. Altıncı aydan itibaren yarı zamanlı çalışmaya başladım. Sabahları eşimin annesi uğruyordu. Bazı öğleden sonraları hep beraber parka gidiyor, yemek yiyorduk. Eşimin evde olmadığı birkaç Cumartesi sabahı dışında hiç fazla mesai yapmadı, akşamları bir yere gideceğimiz zaman hep eşimin annesine bıraktık. Sonra dokuzuncu ayda bakıcımız annemi arayıp yüklü bir miktar borç para istedi. Eşinin batırdığı bir iş yüzünden borçlarının olduğunu, bankadan kredi alamadığını söyledi. Henüz dokuz aydır çalıştığı yerden, hem de benden değil annemden para istemesi beni sinirlenirdi, ama ona katlandığımız dokuz ayın ve çocuğun hatırına parayı verdik. Bu durumda sanki çocuğunuz (ve sizin hayatınız) rehin alınmış da fidye isteniyormuş gibi hissediyorsunuz. Daha özverili çalışacağını beklerken tam tersi oldu, ardı ardına aptalca hatalar yapmaya başladı. Kendisini uyardığımda sert cevap veriyor, kavga çıkarıyordu. O ayın da maaşını aldıktan on gün sonra, benim bir uyarıma çok alınmış gibi yapıp kavga çıkardı ve gitti, bir daha da gelmedi. Eşi borcunu ödeyeceğini söyledi ama henüz bir ödeme yapmadı.

Ücretsiz izin aldım. Tanıdığımız uygun biri olmadığı için yeni bir bakıcı bulmak için yine Damla Ajans'a gittik. Karşımıza çıkardıkları üç adaydan birini sevdik, ancak daha önceki bakıcımızdan edindiğimiz tecrübeyle eşinin nerede çalıştığını sorduk. Bir sitede güvenlik görevlisi olduğunu söyledi. Bahsettiği sitede oturan bir yakınımız sayesinde eşinin artık o sitede çalışmadığını, ayrıca kızının kemoterapi tedavisi gördüğünü öğrendik. Böyle bir bilgi aldığınızda karar vermek zor oluyor. Çalışmaya çok ihtiyacı olduğunu biliyorsunuz, ama çocuğunuzu emanet edecek kadar güvenemiyorsunuz. Bu kadıncağızla bir başka ajansın görüşmesine gittiğimizde yine karşılaştık.

Damla Ajans referansları düzgün bir başka aday önerdi. Tek kusuru işe Temmuz'da başlayabilecek olmasıydı, çünkü halihazırda yanında çalıştığı aileyi bırakamıyordu. Meslek lisesinin çocuk gelişimi bölümü mezunuydu, gençti, dört yaşında bir oğlu vardı, uzun süre engelli bir çocuğa bakmıştı, şu anki işvereni de ikinci çocuğa hamile kalıp yatılı bakıcı almak zorunda kalmasa kendisini dünyada bırakmayacağını söylüyordu. Havalıydı, kesinlikle ev işi yapmayacağını söyledi, hevesli olduğumuzu görünce istediği maaşı artırdı ve bana "sen" diye hitap edeceğini bildirdi. Yine de Temmuz'a kadar beklemeyi göze alıp onunla anlaştık, Damla Ajans'ın komisyonunu da ödedik. Ne yazık ki paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmiyor. Mülakat sırasında ona da eşinin nerede çalıştığını sormuştuk, o da ünlü bir holdingin yöneticilerinden birinin makam şoförü olduğunu söylemişti. Ne tesadüf ki bu holdingde de bir tanıdığımız var ve ondan, bu adayın eşinin iki buçuk yıl önce işten ayrıldığını öğrendik. Kendisini arayıp sorduğumda eşinin bir ay önce işten ayrıldığını ve bir ilaç firmasında işe başladığını söyledi. Şu anda yanında çalıştığı aileye haber verdim, neden mülakatta yalan söylemiş olabileceğini sordum. Onların da haberi yokmuş, bakıcı hanıma bu işin aslı nedir diye sorduklarında, eşinin bir buçuk yıl önce işten ayrıldığından kendisinin yeni haberi olduğu cevabını almışlar. Bir kadın kocasının iş değiştirdiğini bir buçuk yıl boyunca nasıl anlayamaz, anlayamadık. Kendisi de aklımızda şüphe varken bizimle çalışamayacağını söyledi. Ajanstan verdiğimiz komisyonu geri istedik ama henüz olumlu cevap alamadık.

Bu sırada Özbek bir bakıcı adayıyla da görüştük, ondan da söz etmeden geçmeyeyim. 2009'dan beri Türkiye'de çalışan, çalışma izni olmayan, o zamandan beri iki kızını görmemiş bir kadındı bu. Kızlarından birinin yakında çocuğu olacağından bahsetti. Pek çok ailenin yabancı bakıcı çalıştırdığını, hatta Türk bakıcılara kıyasla yabancı bakıcılardan daha memnun kaldığını biliyorum, ama kendi çocuklarını altı yıldır görememiş, torununu göremeyecek bir kadının başkasının çocuğuna ne kadar iyi bakabileceğini merak ediyorum. Ayrıca kayıtsız, çalışma izni olmayan bakıcı çalıştırmanın hukuki açıdan da, çocuğun güvenliği açısından da sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bir anne baba, hem de imkanları olan bir anne baba çocuğunu şöyle bir bakıcıya emanet etmiş, sonra da hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlarsa, hatayı kendilerinde aramalılar bence.

Bu tecrübelerden sonra Türkiye'deki bakıcı sektörüyle ilgili çıkardığım bazı sonuçlar var, paylaşmak istiyorum:

  • Ajansların da, adayların da kalitesi çok kötü. Ajanslar adaylar hakkında detaylı araştırma yapmıyor, siz araştırma yapıp adayın yalan söylediğini anladığınızda size utanmazca bunun hiç önemli olmadığını söylüyorlar. Ajanslardan bakıcı bulup memnun olanlar da var, biliyorum. (Ben de ilk bakıcımızın bizde çalıştığı aylar boyunca Damla Ajans'ı pek çok arkadaşıma tavsiye ettim.) Bu aileler de çalıştırdıkları bakıcılar hakkında araştırma yapsalar hoşlarına gitmeyecek şeylerle karşılaşacaklardır. Belki de bunlar gerçekten bakıcının yaptığı işi etkilemeyen konulardır. Ama kötü tecrübelerin ardından ben artık araştırma yapmadan duramıyorum, araştırma yapınca da mutlaka yalanlarla karşılaşıyorum. Yalan söyleyen birine çocuğumu emanet etmek istemiyorum. 
  • Damla Ajans'a ilk bakıcımız tarafından dolandırıldığımızı anlattığımızda, hiçbir sorumluluk kabul etmedikleri gibi, yeniden bu kişiye iş bulabileceklerini, iş bulurlarsa borcunu daha kolay ödeyeceğini söylediler. Bu iş modeline göre kontrattaki garanti süresi dolduktan sonra aileyle bakıcının anlaşamaması ajansın işine geliyor, çünkü hem bakıcıyı tanıştıracakları yeni aileden, hem de bakıcının ayrıldığı aileden yeniden komisyon alma imkanları doğuyor.
  • Anladığım kadarıyla eşi düzgün bir işte çalışan kimse bakıcılık yapmıyor. Bakıcılık yapanların eşi hep hayırsız, uğursuz. Bankalardan kredi almışlar, yüklü borçları var. Ailevi ve maddi sorunlar bir güvenlik sorunu yaratmasa bile kadının iş kalitesini etkileyecektir, üstelik eninde sonunda maddi taleplere dönüşecektir.
  • Adayların kalitesinin düşük, talebin yüksek olduğu bir piyasada birini bakıcı olarak işe aldınız diyelim. Bu kişi sizi ve çocuğunuzu rehin alıyor, hiçbir uyarı, eleştiri kabul etmiyor, kafası kızdığında da aniden ayrılabiliyor. Başka hiçbir sektörde çalışanlar işverenlerine bu kadar kapris yapamaz. 
  • Sonuç olarak bakıcı yetiştirecek okullara, bakıcılar ve işverenler hakkında daha detaylı araştırma yapacak ve işler ters gittiğinde iki tarafa karşı da sorumluluk alabilecek ajanslara, işverenlerin, bakıcıların ve ajansın yükümlülüklerini detaylı şekilde içeren, hatta bakıcının aniden gitmesini önleyecek ihbar süresi maddesi de olan sözleşmelere fena halde ihtiyaç var. Bu sektörün kurumsallaşması gerekiyor.

Thursday, May 28, 2015

Sahi ben kimdim?

“‘Çocuk sahibi olmanın hayatın anlamını sorgulamaktan kaçınmanın en iyi yolu olduğunu ve varoluşsal arayış için kusursuz bir geçici önlem olduğunu’ fark etmemizi sağlıyor Maier.” – Radikal Kitap, Ebeveynliğin Karanlık Yüzü (Corinne Maier’ın No Kids: Çocuk Yapmamak için 40 Neden kitabının eleştirisi, 11.03.2015)

Bir çocuğun, anne babası iyi anne/babalık yaptığı için değil, o insanlar oldukları için mutlu olması, özel hissetmesi gerekir...” Nihan’ın bir yazısından

“[Kayıp Kız ve Kevin Hakkında Konuşmalıyız], evlilik ve çocuk doğurma yaşlarına gelen kadınları bekleyen keşif ile ilgili: Önemli olan şey dikkatle yarattıkları ve şekillendirdikleri kimlikleri değildi, önemli olan bütün bunların çocuklar ve erkekler için feda edilmesiydi.” Elif Batuman, Evlilik adam kaçırmadır, New Yorker, 10 Ekim 2014.

Annelik ve evlilikle ilgili sorumluluklar zamanımın çoğunu alıyor. Hayatımın ilk yirmi sekiz yılında evlilik ve çocuk sahibi olmaya hazırlık sayılabilecek hiçbir şey yapmadım. Çok mecbur kalmadıkça ev işi yapmadım, yemek yapmadım, çevremde bebekler ve yeni anneler yoktu. Hatta hayatımda hiç bebek tutmamıştım, bu konularda hiçbir şey okumamıştım. Evlenmem ve çocuk sahibi olmam gerektiğini, bunların hayatımı öngöremediğim biçimlerde zenginleştireceğini ve beni hayata bağlayacağını düşünüyordum, ama özellikle çocuğun ne kadar çok emek istediği, hayatımı ne kadar değiştireceği konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Şu anda zamanımın çoğunu kısa süre önceye kadar nasıl yapılacağını bilmediğim işleri yaparak ve çocuğun bakımı için gerekli olmasa belki de bu kadar sık görüşmek istemeyeceğim insanlarla görüşerek geçiriyorum. Bunun iyi ve zor yanları var. Bedenen ve zihnen yoruluyorum, çocukla ilgili endişeleniyorum, bakıcı hanımla uğraşıyorum, kitap okumaya, film izlemeye, yazı yazmaya, sergilere gitmeye, seyahat etmeye, eşimle ya da arkadaşlarımla gezip tozmaya fırsatım ve takatim yok. Tüm bunları yapamadığım için bunaldığım oluyor. Bir yandan da çocuk sahibi olmak, duygusal açıdan tatmin edici bir şey. Daha önce yaşamadığım mutluluğu ve sevinci yaşıyorum, bazen çocuğa bakınca inanamadığım oluyor, yeni işlerin altından kalktığım için gurur duyuyorum. Annenin ve babanın sadece çocuğun hatırına değil, kendileri için, bu anları ve duyguları yaşayabilmek için çocukla birebir ilgilenmeleri, çok vakit geçirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hatta yorgunluk, duygusal tatmin ve sorumluluk duygusu birleştiğinde, yeni hayatımın bana yettiğini, eski zevklerimin vakti ve parası olan hipsterların oyalanmak için icat ettiği, şımarıkça eğlenceler olduğunu sanıyorum. Oysa iyi bir kitap okumaktan, film izlemekten, yeni bir şehri gezmekten, iyi bir yazı yazmaktan duyulan mutluluk gerçektir ve değerlidir. Sıradan bir yaşam olağanüstüdür, ama olağanüstü bir yaşam da olağanüstüdür.

İşe dönme vakti yaklaştığında bir ara dönmemeyi düşündüm, çünkü işimin, çocuğu bırakıp da ayıracağım vakte değmeyeceğini düşünüyordum. Sanırım işinden kazandığı paraya acilen ihtiyacı olmayan ve çalışırken entelektüel tatmin arayan ve bulamayan ya da zaten düşük maaşla çalışan pek çok annenin yaptığı bir sorgulama bu, çoğu anne de sonuçta işini bırakmaya karar veriyor. Toplumun da ayıpladığı bir karar değil bu, çünkü kadından aile hayatı dışında bir alanda gerçek bir varlık göstermesi beklenmiyor. Kadınlar iş hayatının mücadelesinden ve piyasanın kendilerine biçeceği değeri görmekten böylece kaçınabilmiş oluyorlar.

Uzun süreden sonra bebekle İzmir’e gittik. Oraya gidince, erkeklerle ilgili dertleri olmasına ve yalnızlığı sevmemesine rağmen evlilik ve annelik konusunu çok kafaya takmayan, okulda ve işte başarılı olmaya çalışan, akıllı olduğunu düşünen, okumayı-yazmayı seven kızla karşılaştım. Bu kız için verilen emekleri hatırladım. Bu kıza sahip çıkmaya karar verdim. Bir kadının işine ve ilgi alanlarına, yani anne olmadan önceki hayatına sahip çıkması çok önemli. Bunun çalışmaktan kazanılacak parayla, bu paranın çocuğa harcanacak olmasıyla filan hiç ilgisi yok.  Kendimize çalışmak, uğraşlarımıza vakit ayırmak için bahaneler bulmamıza gerek yok. Bizim hayatımız, kendimize harcadığımız emek, becerilerimizi kullanabileceğimiz alanlar, bizi mutlu eden uğraşlarımız kendi başına önemli ve değerli. 

Wednesday, March 25, 2015

Sıradanlığın olağanüstülüğü

İnsanların, onu geçtiklerinde ideallerine göre yaşamadıkları için artık yerinmeyecekleri, yaşadıkları hayatın beğenmedikleri taraflarının geçici olduğuna, aslında çok daha fazlasını yapabilecek potansiyele sahip olduklarına, daha güçlü/dirayetli olabildiklerinde kendilerine yakıştırdıkları gibi davranabileceklerine, büyük ve kalıcı eserler bırakabileceklerine olan inançlarını geride bıraktıkları bir sınır, bir eşik olmalıydı bana göre. İnsanların hiç değilse bir kısmının hayatında vardı böyle bir eşik. Bu insanlar ya bu eşiğin gerisinde, ya da ötesinde yaşıyor, bu eşiği aşanlar kendilerini yaşadıkları hayata kaptırabiliyordu. Buna kabullenme de deniyordu. Belki de o eşiği aşanlar, henüz kendi değer yargılarını oluşturmadıkları için etraflarına mutlulukla uyum sağlayabildikleri, sevilen bir çocuk, başarılı bir öğrenci olmaya gönül rahatlığıyla çabalayabildikleri o masum çocukluk günlerine geri dönüyorlardı. Bütün bu sorgulamaları hiç yapmadan neyin doğru olduğunu bilen “sıradan” insanların hayatına benzer bir hayat kurabilmişlerse, kendilerini şanslı sayıyor, aslında böyle bir hayatın ne kadar zor olduğunu, ne kadar emek istediğini, mutlulukla dolu olduğunu ve bu yüzden çok değerli olduğunu ve özellikle bizimki gibi üçüncü dünya ülkelerinde pamuk ipliğine bağlı olduğunu (Allah korusun) anlıyor, böylece o eşiği bir daha dönmemek üzere gerçekten aşmış oluyorlardı. Böylece büyümüş oluyorlardı. O zaman milyonlarca ev gibi olan evlerinin içindeki dünyayı her gün yeniden kuruyor, milyonlarca çocuk gibi olan çocuklarını olağanüstü buluyor ve çok seviyor, milyonlarca iş gibi olan işlerinin gerektirdiği zeka pırıltılarını farkedip şevkle yapıyorlardı. O zaman milyonlarca evin, ofisin içinde yaşanan hayatın kendilerininkine benzediğini, insanların benzer şeyleri isteyip benzer şeylerden korktuklarını, milyonlarca çocuğun (ve insanın ve hayvanın ve güzel ve savunmasız olan her şeyin) kendi çocukları gibi güzel ve savunmasız olduğunu, her hayat için ne kadar emek harcandığını ve her hayatın ne kadar değerli olduğunu anlıyorlardı. O zaman dünyayı, yaşamaya ve sevgiyle bağlandıkları canlıları yaşatmaya uğraşan canlıların döndürdüğünü, hayatın anlamının da yaşamak ve birbirini yaşatmak olduğunu anlıyorlardı. Bunu anlayınca hem şükrediyor, hem de hayatı ucuz bir şey gibi görenlerden, duraksamadan başkalarının canını, hakkını alabilenlerden daha içten nefret ediyorlardı.

Ben bu eşiği anne olunca geçtim.

Sunday, January 04, 2015

Brave new world

Aldous Huxley's Brave new world is one in which everyone is superficially happy. Everyone is content with their occupation, because they are genetically engineered to have just the right "skill set" for the job they are destined to be doing. They have no families (embryos grow in bottles) and their sexual desires are fulfilled quickly, so that they don't develop strong emotions for anyone. Some evenings they attend the 'solidarity service,' which starts as sort of a religious gathering and culminates in an orgy. In their free time they play communal sports, which require expensive gear, or watch 'feelies,' which are basically movies that allow you to feel the action on the screen via electrodes attached to your hands. And they question neither their social standing nor the moral value of any of this, because as small children they are conditioned to believe that everything is as it is supposed to be. Despite all this, if they feel less than happy for any reason, they can take a drug called soma, which has no adverse side effects. Not immediately, anyway.

In this civilization, people, objects and the pleasure you derive from them have no meaning beyond themselves.

There is a reservation where civilization hasn't reached; you can think of it as a crowded, filthy, smelly underdeveloped country. A young man from there, the Savage, who has grown up with a mother, local religious teachings and Shakespeare, is "conditioned" entirely differently. He has strong moral values, more refined tastes and attachments; he values solitude and hard work and suffering as a welcome price to pay for meaning and real happiness. When he is taken to the brave new world for an "experiment," he becomes miserable.

The civilization described in the Brave new world has some parallels with our lives: a stronger resemblence to the lifestyle of the 20- and 30-somethings in western societies, but if we just take the distinction between superficial and deeper happiness as the main point of the book, then it applies to vast populations who seek happiness (or at least, distraction) in shopping and cheap entertainment (including social media and messaging). The display of strong emotions are discouraged at work and at home, and people are advised not to become too invested in anyone or anything lest one develops strong emotions. People remain detached even from their children, who are raised by nannies.

But I agree with the Savage that there is a deeper kind of happiness, which can only be achieved through hard work and time invested in something or someone. You don't know what it feels like until you put in the time and the effort, so it is easy to underestimate it. This is because you don't know how it is to understand or discover something as you do research and write, you don't know how it is to come across a beautiful passage in a long book or feel really connected with a friend, your husband or your child. And you don't know when or if you'll ever feel like that. You'll only know once you put in the time and the effort, when you are already too invested, when you've already developed strong emotions.