Saturday, January 30, 2010

"Let him give direction to my life, that would suffice..." she would say. The rest was her job. She could walk behind her man until the end. - Huzur (Peace), Ahmet Hamdi Tanpınar, 1949, pg. 183

Direction

The gist of what I'm about to write is the same as Free Electrons, which I wrote two and a half years ago. But of course, writing something here does not mean I implement it in my life. That's why I repeat the same mistake and learn the same lesson as if I've run into an old friend. Running into an old friend is no less comforting than making a new one, though. Hopefully this time I'll get a grip of it.

Trying to fit in is lazy. Making an effort to fit into a relationship or job or company or group or country or identity is lazy. We want answers to be obvious. We are impatient to start walking in a path, and hope that this path miraculously proves out to be the right one. After walking on it for a while, we are too scared to admit it was the wrong one, so we try desperately to adjust ourselves to it. If we fail, we feel inadequate.

The point is finding the right path, not trying to convince yourself that the one you are walking on is right and it's you that is in the wrong.

I know how annoying searching is. Searching for the right job, the right flat, the right city, the right person. I wish I had more constraints to force me walk in a certain direction. I wish I was less free. If that's not possible, a description of what's "right" or at least reasonable would be good. "You are this kind of person, so this is what is right for you." We only know after we wander in the wrong paths for a while. The time spent is not wasted.

The only way of doing something new, something good, something different is to be less scared. It's not a job, relationship or allegiance that gives our lowly lives meaning. We are not empty containers, we are not tools or machines. It's quite the contrary: We are the ones pouring meaning into projects, people and causes.

It takes a lot of work to find them. So is life.

Wednesday, January 20, 2010

Türkiye'de hakim olmak

"Yargıya intikal etmiş olay hakkında konuşamayız!" demiyorlar mı, ya da "yüce Türk adaleti en doğru kararı verecektir." İfrit oluyorum. Bu ne ikiyüzlülüktür.

Dün Hrant Dink'in 19 Ocak 2007'ye kadar, onu sevenlerin ve adaletin yerini bulmasını isteyenlerin de o tarihten sonra çektiklerini okudum. Dink, aşağıdaki cümlelerinden ötürü Türklüğe hakaretle suçlanmış, davalar sırasında her türlü taciz ve sataşmaya uğramış, bir de üstüne hüküm giymişti.
Ermeni kimliğinin 'Türk'ten kurtuluş yolu gayet basittir. 'Türk'le uğraşmamak. Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı alan ise artık hazırdır. Gayrı Ermenistan'la uğraşmak. Türk'ten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur.
Çok açık ki burada kastedilen, Ermenilerin Türklere duydukları nefretle kendi kendilerini zehirlemek yerine, enerjilerini Ermenistan'ın iyiliğine harcamaları gerektiği. Ama davaya bakan hakimlerin gözünü öylesine kan bürümüş ki, Dink'i bu sözlerden ötürü altı ay hapse mahkum etmişler. İçlerindeki hayvani coşkuyu da şu satırlara dökmüşler:
Öyle ülke vardır ki bayrağından şort yaparsın, hoşgörülür. Öyle ülke vardır ki ineğine dokunursun, infial yaratır. Öyle millet vardır ki kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. ... Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır.
Bir hakim, zaten milliyetçilerin inanmaya can attığı bir yalanı nasıl böyle tesciller, bir insanı köpeklerin önüne nasıl böyle kayıtsızca atar? Sonra da hangi ruh haliyle bu ipe sapa gelmez satırları yazar? Ama dava burada bitmiyor, Yargıtay'a gidiyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi mahkumiyet kararını usulden bozarken, esastan onuyor. Yargıtay başsavcısı karara itiraz ediyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun ulu üyeleri, oy çokluğuyla Dink'i suçlu buluyor.


Yargıtay'dan söz açılmışken, Adalet Bakanlığı ile Hakimler ve Savcılar Kurulu arasında sekiz aydır süren 'Yargıtay'a üye seçimleri krizi' aşılmış, Yargıtay'ın boş bulunan 34 üyeliğine atamalar yapılmış. Adalet Bakanı ve müsteşarı, üyelerin oy çokluğuyla seçilmesindense, kendilerine 10 üyelik kontenjan ayrılması için diretmişlerdi. Sonunda sadece üç üye atayabilmişler.

Pazar günü, Yıldırım Türker Mehmet Ali Ağca'nın çıkması şerefine hayatlarına hiç bir şey olmamış gibi devam eden katillerin listesini yapmış:

İpekçi cinayetinin kilit ismi Oral Çelik (hani Malatya’da öldürülen öğretmenle ilgili dava dosyası kaybolmuştu) saygın bir işadamı olmadı mı? Malatyaspor’un başkanı bile oldu. Savcı Doğan Öz ile 7 TİP’linin katili Haluk Kırcı 91’de Bursa Cezaevi’nden ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? 96’da yakalandığı gün İstanbul’da firar etmiş, 99’da yakalanıp 2004’te yine ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? Çatlı’yı hatırlatmaya ne gerek; Susurluk’ta arabadan çıktığında ondan yiğit bir Anadolu delikanlısı, Yılmaz Güney’in sağa bakanı yaratma çabasına girmiş ‘uygar beyaz’ basın erbabını unuttunuz mu? Mehmet Şener’e hiç dokunulamadı.
Ya Ağca’yı eylem yerine kendisinin götürdüğünü söyleyip 10 yılla kurtulan Yavuz Çaylan’a ne demeli? Az kalsın MHP İstanbul İl Başkanı oluyordu. Yalçın Özbey, ki Ağca İpekçi’yi onun öldürdüğünü söylemişti, şimdi Brüksel’de ticaret yapıyor. Uluslararası silah ve uyuşturucu kaçakçısı ve Ağca’nın para kasası Abuzer Uğurlu’nun kaç kere yakalanıp diğer şeref erbabı hempaları gibi mistik yollarla serbest bırakıldığını hatırlıyor musunuz? Balgat katliamının İsa Armağan’ı yedi yıl yatıp çıkmadı mı? Ardında katliamlar olan diğer bir yiğit; İbrahim Çiftçi dört idam kararından sonra tahliye edilip iş hayatına atılmadı mı? MHP Genel Başkanlığı’na adaylığı da neden unutulsun? Bu memlekette bu isimleri say say bitiremeyiz. Üstelik bunlar telaffuz edebildiklerimiz. Bu kirli maşaları, bu gariban psikopatları yetiştiren, örgütleyen, kullanan, onlara şeref, memleketlerine gurur yakıştıranların adlarını açıkça anmak suça girer. Hem de öyle bir suç ki cezasını yukarıda andığım katillerden çok öderim.
Şubat 2009'da, Ergenekon sanığı Şener Eruygur ile GTA Beyin Cerrahisi Servis Şefi Kıdemli Albay Nusret Demircan arasında geçtiği öne sürülen bir telefon görüşmesi, hükümet yanlısı yayın organlarına servis edilmişti. Eğer görüşme doğruysa, Demircan, bir şeyi olmayan Eruygur'un hiç bir tedavi görmeden hastanede yatmasının çıkarabileceği sorunları anlatıyor, Eruygur ise mevcut durumu pek güzel özetliyor:

Nusret Demircan: Siz avukatla görüşün.
Mukaddes Eruygur: Ama bizim avukat beni dinlemiyor ya da ben anlamadım.
Nusret Demircan: Evet, görüşecekti o? Şimdi biz bu işin yatarak şeyini tam olarak çözemedik. O yüzden hastanede şu anda yatıyor gözükecek. Yine tedavisi devam edecek. Yine canı istediği zaman gidecek, yatış yapılacak, bir şey olursa burada olacak, bizim amacımız oydu... En son yorumu son durum olarak biz ne yapalım? Burada mı tutalım, haftalık mı yapalım, aylık, iki ayda bir ya da ayda bir 3-5 doktora müşahade yapıp... Ya da anında taburcu verebilirim.
...
Mukaddes Eruygur: Şimdi bu Zekeriya Öz, 13. mahkemede. İtirazımızı bunlar kapıyor. 12 ve 14. mahkemeler bizdenmiş. ‘Ankara Barosu, İstanbul Barosu hazırız biz’ dediler. Teşekkür ettik herkese.”
Bu örneklerle malumu ilan ediyorum, ama Anayasa Mahkemesi'nin DTP davasını birden gündemine alması, Aralık sonu KCK'ya yapılan operasyonlar, Kozmik Oda aramaları hükümet yanlısı savcıların, polislerin, yargıçların, mahkeme üyelerinin sayesinde mümkün olmadı mı? Yargı, güç savaşında kullanılan bir silah. Başka bir deyişle, bu ülkede gerçekten egemen olmanın tek yolu yargıyı da ele geçirmek.

"Yargı bağımsızlığı"nın gerçekleştirilmesi zor, belki imkansız bir ideal olduğunun farkındayım. Bir ülkenin yürürlükteki tüm kanunları (değiştirilmedikleri sürece) o ülkeyi yönetenlerin siyasi tercihlerinin sonucudur. Belki toplumun gelişmişliğinin göstergesidir. Bazı kanunlar, istenilen yere çekilebilsin, istenilen kişiye/kuruma karşı kullanılabilsin diye bile bile muğlak bırakılır. Polislerin, yargı mensuplarının kendi siyasi görüşleri vardır, onlar da o toplumun içinden çıkarlar. Bazen (ki herhalde en makbulü de budur!) kötü niyetli olmadıları halde, kanıtları, kanunları işlerine geldiği gibi görür, yorumlarlar. Herhalde geceleri huzurla uyurlar.

Bazıları da hükümet tarafından dinlenince küplere biner, yargı yılı törenlerinde laiklikten dem vurur, ama birilerinin birilerini öldürüp bir kaç yılda serbest kalmasına ses çıkarmaz, "bu kanunlarla çalışmak içimize sinmiyor!" demezler. Herkesin derdi kendisi, kendi tayfasıdır çünkü.

Bizim kulağımıza saçma gelen Bülent Arınç'a suikast iddiası, belki savcının, hakimin aklına yatmıştır. Büyük ihtimalle Ergenekon savcıları iddianamelerinin doğruluğuna inanıyorlardır. Hangimiz gerçeği biliyoruz ki?

Allah düşürmesin. Zaten sabit durursak düşmeyiz.

Thursday, January 14, 2010

the gist of cynicism

all the things we could have done and become
sit and rot in our hearts like heavy fruit
their sweet nectar turned into poison
seeps through our tight lips and
the pores on the palm of our hand and
dims the light in the apple of our eye.

whatever we say to the contrary
it's not the world that failed us.



Saturday, January 09, 2010

Ordan burdan

Grip oldum, güzel bir sükunet çöktü üstüme. Sanki aklımdaki bütün küçük endişeler boşaldı gitti. Sürekli beni takip edip eleştiren ses sustu. Son günlerde hayatın değeri üzerine çok düşündüm. "Sıradan basit bir günün uğruna hiç dua etmemiş, henüz yalvarmamıştım" demiş Şebnem Ferah Eski şarkısında. Bu hissin ne olduğunu anlamaya çalıştım. İnsanı gerçek bir insan yapan bu olmalı. Duyguların etrafından dolaşmak değil, karanlık, dar, taşlık bir tünelden geçer gibi içlerinden geçmek. İnsan ancak bunu yaptığında neyin gerçekten değerli olduğunu anlar herhalde.

Kışın uçmak beni korkutmaya başladı. Korktuğumda bir yandan henüz yapmam gerektiğini düşündüğüm şeylerin ne kadar azını yaptığımı düşünüp hayıflanıyorum. Kimse kendine ölümü yakıştıramazmış. Sonra karar veriyorum: "Eğer bu uçak hayırlısıyla inerse keyfimi hiç bir şeyin kaçırmasına izin vermeyeceğim, her anın tadını çıkaracağım, her anın!" Kendime hoşgörülü olmaya karar veriyorum. Ama uçak inince o ses yine başlıyor. Diyor ki hayat dünyadan alabildiklerin kadar değil, dünyaya verebildiklerin kadar değerlidir. Beni duymazdan gelme.

Diyor ki seni sen yapan benim. Etrafından dolaşma hiç bir şeyin.