Friday, October 04, 2013

Kendine ait bir oda

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da 16. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan bir zaman diliminde  kadınların büyük yapıtlar yaratabilmesinin önündeki engelleri sıralar: Kadınlar yoksuldur, küçük yaşta evlendirilirler ve hayatlarını dört duvar arasında çocuk bakarak geçirirler, gizli ve geri planda kalmak zorunda hissederler, kitaplarına ilham kaynağı olacak ve başkalarının kitaplarına ilham verecek “yaşam tecrübelerine” sahip olamazlar, yapıtları erkeklere ve yaşamak istedikleri tecrübelerden onları yoksun bırakan haksızlıklara karşı duydukları hınçla gölgelenir, erkeklerin önemli bulduğu konuların önemli sayıldığı bir dünyada kendi önem verdikleri konularda yazmaya cesaret edemezler, kendilerine biçim ve içerik olarak yol gösterebilecek bir kadın yazarlar geleneğinden yoksundurlar.


Woolf Kendine Ait Bir Oda’yı 1929’da yazmış.

2013 yapımı Geceyarısından Önce’de ise Jesse ile Celine otele yürürken aralarında (az çok) şu konuşma geçer:

Jesse: Hiç bilemeyeceğim şeyler karşısında kendimi her geçen yıl daha çaresiz hissediyorum.
Celine: Ben bunu sana hep söylüyorum, hiçbir şey bilmiyorsun. [Gülerler]
Celine: Ama bilmemek o kadar da kötü değil. Önemli olan bakmak, aramak, aç olmak değil mi?
Jesse: Biliyorum, doğrusu bu. Sadece biraz daha kolay olmasını isterdim.
Celine: Ne demek istiyorsun?
Jesse: O tutkuyu hep korumaktan bahsediyorum… Eskiden çok kolaydı. Gençken yazar arkadaşlarımla önemli bir şey yapıyormuşuz gibi gelirdi. Sanki bizim sıramız gelmiş gibi…
Celine: Ama bir grup kendini beğenmiş aptaldınız, değil mi?
Jesse: Hayııııır, peki, belki… [Gülerler.] Sahip olduğumuz enerjiden, yaratıcılıktan, hırstan ileri gelen bir şeydi bu. Belki de insan hevesini korumak için kendini kandırmalı.
Celine: Genç erkekler kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaya bayılıyorlar. Referans noktaları var… Sen de hep böyle yapardın.
Jesse: Ne yapardım?
Celine: [Diğer yazarların başarılarını sayar.]
Jesse: Evet, şu yazar her sabah kahvaltıdan önce bir kitap yazardı, ya ben ne yapıyorum?
Celine: Evet, kadınlar bu şekilde düşünmezler. Belki de kendimizi karşılaştıracak çok daha
az şey olduğu için. Hayatında bir şeyler başaran kadınlardan çoğunun adını ilk defa ellilerinde duyarız çünkü daha önce tanınmaları çok zor. İstedikleri şeyleri sonunda yapmadan önce ya otuz yıl mücadele ederler ya da çocuk büyütürler. Biliyor musun bu aslında özgürleştirici bir şey. Hayatımızı kendimizi Martin Luther King, Gandhi ya da Tolstoy’la karşılaştırarak geçirmek zorunda değiliz.
Jesse: Peki ya Jeanne d’Arc? Sadece genç bir kızdı ve Fransa’yı kurtardı.
Celine: Kim Jeanne d’Arc olmak ister ki? Onu kazıkta yaktılar ve bakireydi! İmrendiğim bir şey değil.

Sonra Jesse ve Celine, ikiz kızlarından uzakta geçirecekleri gece için otel odasına gelirler ve tartışmaya başlarlar. Jesse, ilk evliliğinden olan oğluyla daha çok vakit geçirmek için Paris’ten Chicago’ya taşınmak istemektedir. Celine ise Paris’te yeni bir iş teklifi almıştır. Başlangıçta iş teklifi ona çok cazip görünmese de Jesse’nin kendisinden istediği fedakarlık karşısında birden vazgeçilmez hale gelir. Otel odasındaki kavgaları sırasında öğreniriz ki, Celine kendisi çocuklara bakarken Jesse’nin kitap turlarına gitmesine, kendisi “düşünmeye fırsat bulamazken” onun her şeyden kopup kendini yazarlığa verebilmesine içerlemektedir. Filmin ilk yarısı kadınlar ve erkekler arasındaki rol bölüşümünü göstermiştir zaten: Misafir kaldıkları evde öğle yemeğini kadınlar hazırlarken erkekler bahçede yeni yazacakları romanların arkasındaki fikirlerden sözetmektedirler.

***
“Oysa kadınların çoğunluğu ne sokak fahişesi ne de kibar fahişedir; tüm yaz öğleden sonralarını, küçük buldog köpeklerini kadife giysilerine bastırarak da geçirmezler. Öyleyse ne yaparlar? Ve o anda gözümün önünde, nehrin güney kıyısında bir yerlerde uzanan, her bir yanı art arda dizili evlerle kalabalıklaşmış o uzun sokaklardan biri canlandı. Belki de kızı olan orta yaşlı bir kadının kolunda caddeyi geçen çok yaşlı bir hanımefendiyi hayal ettim; her ikisi de botları ve kürkleri içinde öylesine saygındılar ki, öğleden sonra törensel bir havayla giyinmiş olmalıydılar ve giysilerini her yaz bıkıp usanmadan kendileri, aralarına kafurlar serperek dolaplara kaldırıyorlardır, mutlaka. Yıllardır yaptıkları gibi, caddeyi lambalar yakılırken geçiyorlar, çünkü akşamüstü alacakaranlığı en sevdikleri saatlerdir. Yaşlı olanı seksen yaşında vardı; ama biri, yaşamının onun için ne anlamı olduğunu sorsa; Balaclava Savaşı için sokakların nasıl ışıklandırıldığını ve Kral Yedinci Edward’ın doğumunda Hyde Park’ta atılan topları duyduğunu anımsadığını söylerdi. Ama kesin tarihi ve mevsimi saptamak isteğiyle, peki beş nisan bin sekiz yüz altmış sekiz ya da iki kasım bin sekiz yüz yetmiş beşte siz ne yapıyordunuz diye sorulacak olsa kararsız kalıp hiçbir şey anımsayamadığını söylerdi. Çünkü tüm yemekler pişirilmiş, tabak çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderilip dünyaya açılmışlardır. Geriye kalan hiçbir şey yoktur. Her şey yok olmuştur. Hiçbir biyografinin ya da tarihin bu konuda söyleyecek tek bir sözü yoktur. Tüm romanlar da, istemeyerek, kaçınılmaz biçimde yalan söylerler.


Mary Carmichael’a, sanki yanımdaymışçasına, bu sonsuz karanlık yaşamların tümü kaleme alınmayı bekliyor, dedim ve hayalimde Londra sokaklarında gezinerek, ister köşe başlarında, tombul parmaklarına yüzükler gömülü elleri kalçalarında, Shakespeare’in sözcüklerinin canlılığı anımsatan el kol hareketleriyle konuşan kadınlardan; ister menekşe satıcısı, kibrit satıcısı ve kapı ağızlarına yerleşmiş yaşlı kadınlardan ya da yüzleri güneşteki ve bulutlardaki dalgalanmalar benzeri, kadınların ve erkeklerin gelişlerini ve vitrinlerin titreyen ışıklarını haber veren başıboş gezinen kızlardan gelsin, hiçbir yere yazılmamış yaşamların birikiminin ve dilsizliğinin baskısını hissettim. Meşaleni sımsıkı elinde tutarak bütün bunları araştırman gerek, dedim Mary Carmichael’a.” Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda.

No comments: