yeni şeyler
Şu aralar mümkün olduğunca yeni şey görmeye, çok şey dinlemeye, çok şey okumaya çalışıyorum. Yeni, heyecanlı bir şeyler duyduğumda, gördüğümde sanki beynimde bir pencere açılıyor, püfür püfür temiz hava doluyor içeri. Yoksa hep aynı şeyleri düşünmenin hep aynı sakızı çiğnemekten farkı yok. Beynim de o zaman suyu mu, yağı mı eksik olduğundan nedir, çekmeyen bir motor gibi oluyor, zincirler boşa dönüyor, ağlar sarıyor her yanı. Amelie filminde vardı değil mi o söz, ya kız oğlana, ya oğlan kıza "sen olmasaydın duygularım bir zamanlar hissettiklerimin kabuğundan ibaret olurdu" diyordu. Hayatımızda yeni şeyler, yeni insanlar olmasa, ya da bildiğimizi sandıklarımızın yeni yönlerini keşfetmesek, şaşırmasak, hep eski duygularımıza, eski düşüncelerimize, varsayımlarımıza yeniden, yeniden katlanmak zorunda kalırdık. Yeni şeyler bizi değiştirmese, bize bilmediğimiz taraflarımızı göstermese, biz de inatla hep aynı hataları yapar, katlanılmaz olurduk.
Uzun zamandır afişlerini metroda görüp, gitmek isteyip de tembellikten gitmediğim bir kaç sergiye gittim. Önce geçen Pazar Miró, Calder, Giacometti, Braque sergisine gittim. Bu dört sanatçının hepsi de Paris'teki Maeght galerisinde eserlerini sergilemiş, ama tarzları birbirinden çok farklı. Miró bir çocuk gibi, kalın ama yumuşak çizgiler, yuvarlaklar çiziyor, cart kırmızı, sarı, yeşil çizgiler. Calder demir tellerden, levhalardan cisimler yapıp birbirlerine bağlıyor, havaya asıyor, ağaçlar, yeni güneş sistemleri, kuşlar, uçaklar yapıyor - her şey birbirine bağlı, dengede duruyor. Braque karanlık kırların, mitolojik hikayelerin, kendi içindeki karanlığın, umudun resimlerini yapıyor, hep koyu renklerde. Ben ama en çok Giacometti'nin heykellerini, çizimlerini sevdim. İnce ince incecik kadınlar, adamlar, köpekler yapıyor. Sanki kopacak gibi, kırılacak gibi, sanki eriyor gibiler. Çizimleri ise bir kaç kara çizgiden ibaret - çünkü bir kaç çizgiden kalın değiller, ama yine de anlaşılıyor kim oldukları, bir bütünler. Meğer Giacometti bir modele bakarak yapıyormuş heykellerini, o modelin aslında ne kadar kırılgan olduğunu görüyor, aslında ne görüyorsa onun heykelini yapıyormuş.
Sonra dün Rothko sergisine gittim Tate Modern'da. İki sergiye giriş bileti neredeyse daha ucuza geldiğinden, bir de Cildo Meireles sergisine bilet aldım, aklımda hiç olmadığı, sanatçının adını ilk dün duyduğum halde. Giacometti'nin heykelleri nasıl ince, kırılgansa, Rothko'nun kanvasları o kadar sağlam, güçlü, derin. Katman katman renkler sanki üçüncü bir boyut kazanmış, kanvasın dışına yükseliyor. Aslında sanırım Rothko, renklerin resmini yapıyor. Kırmızının, siyahın, grinin, kahverenginin resmini, onların gücünün, birlikteliğinin resmini.
Asıl sürpriz ise girizgahtan çıkarabileceğiniz gibi, Cildo Meireles. Brezilyalı sanatçının eserleri çok zekice. Burada eser, Meireles'in kafasındaki fikrin, gözlemlediği, anlatmak istediği şeyin dünyadaki elçisi. Burada hem fikrin kendisi, hem de eserin o fikri ne kadar iyi temsil ettiği önemli. Meireles, "bence sanat objesi, her şeye rağmen, anında baştan çıkarıcı olmalıdır" diyor. Çünkü güzel bir fikrin çekici olması için zekice anlatılması gerekir. İzleyiciyi kendilerine davet eden, izleyici onlara gittiğindeyse sözlerini tutan, izleyiciyi rahat ettiren, ona ilginç şeyler söyleyen eserler bunlar.
Bu birbirinden farklı üç sergi, bana bir sanat eserine değerini veren şeyin ne olduğunu düşündürdü. Bence bu, onun yeniliği, benzersizliği ve samimiyetidir. Ya hikaye, ya üslup, ya her ikisi de - yeni, benzersiz ve samimi olmalıdır. Bilen gözler bir Miró ya da Braque resminin kime ait olduğunu seçebilir. Ancak her bir Miró eseri de, sanatçının diğer eserleriyle üslup yönünden tutarlı olmakla birlikte (ne de olsa aynı sanatçı, samimiyetle yaratıyor bu eserleri) yeni bir hikaye anlatmalıdır. Her yeni şey anlamlı olacak diye bir kural yok. Ancak bize anlamlı gelen, bizi heyecanlandıran pek çok şey, yeni ve benzersizdir.
No comments:
Post a Comment