Wednesday, January 20, 2010

Türkiye'de hakim olmak

"Yargıya intikal etmiş olay hakkında konuşamayız!" demiyorlar mı, ya da "yüce Türk adaleti en doğru kararı verecektir." İfrit oluyorum. Bu ne ikiyüzlülüktür.

Dün Hrant Dink'in 19 Ocak 2007'ye kadar, onu sevenlerin ve adaletin yerini bulmasını isteyenlerin de o tarihten sonra çektiklerini okudum. Dink, aşağıdaki cümlelerinden ötürü Türklüğe hakaretle suçlanmış, davalar sırasında her türlü taciz ve sataşmaya uğramış, bir de üstüne hüküm giymişti.
Ermeni kimliğinin 'Türk'ten kurtuluş yolu gayet basittir. 'Türk'le uğraşmamak. Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı alan ise artık hazırdır. Gayrı Ermenistan'la uğraşmak. Türk'ten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur.
Çok açık ki burada kastedilen, Ermenilerin Türklere duydukları nefretle kendi kendilerini zehirlemek yerine, enerjilerini Ermenistan'ın iyiliğine harcamaları gerektiği. Ama davaya bakan hakimlerin gözünü öylesine kan bürümüş ki, Dink'i bu sözlerden ötürü altı ay hapse mahkum etmişler. İçlerindeki hayvani coşkuyu da şu satırlara dökmüşler:
Öyle ülke vardır ki bayrağından şort yaparsın, hoşgörülür. Öyle ülke vardır ki ineğine dokunursun, infial yaratır. Öyle millet vardır ki kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. ... Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır.
Bir hakim, zaten milliyetçilerin inanmaya can attığı bir yalanı nasıl böyle tesciller, bir insanı köpeklerin önüne nasıl böyle kayıtsızca atar? Sonra da hangi ruh haliyle bu ipe sapa gelmez satırları yazar? Ama dava burada bitmiyor, Yargıtay'a gidiyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi mahkumiyet kararını usulden bozarken, esastan onuyor. Yargıtay başsavcısı karara itiraz ediyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun ulu üyeleri, oy çokluğuyla Dink'i suçlu buluyor.


Yargıtay'dan söz açılmışken, Adalet Bakanlığı ile Hakimler ve Savcılar Kurulu arasında sekiz aydır süren 'Yargıtay'a üye seçimleri krizi' aşılmış, Yargıtay'ın boş bulunan 34 üyeliğine atamalar yapılmış. Adalet Bakanı ve müsteşarı, üyelerin oy çokluğuyla seçilmesindense, kendilerine 10 üyelik kontenjan ayrılması için diretmişlerdi. Sonunda sadece üç üye atayabilmişler.

Pazar günü, Yıldırım Türker Mehmet Ali Ağca'nın çıkması şerefine hayatlarına hiç bir şey olmamış gibi devam eden katillerin listesini yapmış:

İpekçi cinayetinin kilit ismi Oral Çelik (hani Malatya’da öldürülen öğretmenle ilgili dava dosyası kaybolmuştu) saygın bir işadamı olmadı mı? Malatyaspor’un başkanı bile oldu. Savcı Doğan Öz ile 7 TİP’linin katili Haluk Kırcı 91’de Bursa Cezaevi’nden ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? 96’da yakalandığı gün İstanbul’da firar etmiş, 99’da yakalanıp 2004’te yine ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? Çatlı’yı hatırlatmaya ne gerek; Susurluk’ta arabadan çıktığında ondan yiğit bir Anadolu delikanlısı, Yılmaz Güney’in sağa bakanı yaratma çabasına girmiş ‘uygar beyaz’ basın erbabını unuttunuz mu? Mehmet Şener’e hiç dokunulamadı.
Ya Ağca’yı eylem yerine kendisinin götürdüğünü söyleyip 10 yılla kurtulan Yavuz Çaylan’a ne demeli? Az kalsın MHP İstanbul İl Başkanı oluyordu. Yalçın Özbey, ki Ağca İpekçi’yi onun öldürdüğünü söylemişti, şimdi Brüksel’de ticaret yapıyor. Uluslararası silah ve uyuşturucu kaçakçısı ve Ağca’nın para kasası Abuzer Uğurlu’nun kaç kere yakalanıp diğer şeref erbabı hempaları gibi mistik yollarla serbest bırakıldığını hatırlıyor musunuz? Balgat katliamının İsa Armağan’ı yedi yıl yatıp çıkmadı mı? Ardında katliamlar olan diğer bir yiğit; İbrahim Çiftçi dört idam kararından sonra tahliye edilip iş hayatına atılmadı mı? MHP Genel Başkanlığı’na adaylığı da neden unutulsun? Bu memlekette bu isimleri say say bitiremeyiz. Üstelik bunlar telaffuz edebildiklerimiz. Bu kirli maşaları, bu gariban psikopatları yetiştiren, örgütleyen, kullanan, onlara şeref, memleketlerine gurur yakıştıranların adlarını açıkça anmak suça girer. Hem de öyle bir suç ki cezasını yukarıda andığım katillerden çok öderim.
Şubat 2009'da, Ergenekon sanığı Şener Eruygur ile GTA Beyin Cerrahisi Servis Şefi Kıdemli Albay Nusret Demircan arasında geçtiği öne sürülen bir telefon görüşmesi, hükümet yanlısı yayın organlarına servis edilmişti. Eğer görüşme doğruysa, Demircan, bir şeyi olmayan Eruygur'un hiç bir tedavi görmeden hastanede yatmasının çıkarabileceği sorunları anlatıyor, Eruygur ise mevcut durumu pek güzel özetliyor:

Nusret Demircan: Siz avukatla görüşün.
Mukaddes Eruygur: Ama bizim avukat beni dinlemiyor ya da ben anlamadım.
Nusret Demircan: Evet, görüşecekti o? Şimdi biz bu işin yatarak şeyini tam olarak çözemedik. O yüzden hastanede şu anda yatıyor gözükecek. Yine tedavisi devam edecek. Yine canı istediği zaman gidecek, yatış yapılacak, bir şey olursa burada olacak, bizim amacımız oydu... En son yorumu son durum olarak biz ne yapalım? Burada mı tutalım, haftalık mı yapalım, aylık, iki ayda bir ya da ayda bir 3-5 doktora müşahade yapıp... Ya da anında taburcu verebilirim.
...
Mukaddes Eruygur: Şimdi bu Zekeriya Öz, 13. mahkemede. İtirazımızı bunlar kapıyor. 12 ve 14. mahkemeler bizdenmiş. ‘Ankara Barosu, İstanbul Barosu hazırız biz’ dediler. Teşekkür ettik herkese.”
Bu örneklerle malumu ilan ediyorum, ama Anayasa Mahkemesi'nin DTP davasını birden gündemine alması, Aralık sonu KCK'ya yapılan operasyonlar, Kozmik Oda aramaları hükümet yanlısı savcıların, polislerin, yargıçların, mahkeme üyelerinin sayesinde mümkün olmadı mı? Yargı, güç savaşında kullanılan bir silah. Başka bir deyişle, bu ülkede gerçekten egemen olmanın tek yolu yargıyı da ele geçirmek.

"Yargı bağımsızlığı"nın gerçekleştirilmesi zor, belki imkansız bir ideal olduğunun farkındayım. Bir ülkenin yürürlükteki tüm kanunları (değiştirilmedikleri sürece) o ülkeyi yönetenlerin siyasi tercihlerinin sonucudur. Belki toplumun gelişmişliğinin göstergesidir. Bazı kanunlar, istenilen yere çekilebilsin, istenilen kişiye/kuruma karşı kullanılabilsin diye bile bile muğlak bırakılır. Polislerin, yargı mensuplarının kendi siyasi görüşleri vardır, onlar da o toplumun içinden çıkarlar. Bazen (ki herhalde en makbulü de budur!) kötü niyetli olmadıları halde, kanıtları, kanunları işlerine geldiği gibi görür, yorumlarlar. Herhalde geceleri huzurla uyurlar.

Bazıları da hükümet tarafından dinlenince küplere biner, yargı yılı törenlerinde laiklikten dem vurur, ama birilerinin birilerini öldürüp bir kaç yılda serbest kalmasına ses çıkarmaz, "bu kanunlarla çalışmak içimize sinmiyor!" demezler. Herkesin derdi kendisi, kendi tayfasıdır çünkü.

Bizim kulağımıza saçma gelen Bülent Arınç'a suikast iddiası, belki savcının, hakimin aklına yatmıştır. Büyük ihtimalle Ergenekon savcıları iddianamelerinin doğruluğuna inanıyorlardır. Hangimiz gerçeği biliyoruz ki?

Allah düşürmesin. Zaten sabit durursak düşmeyiz.

1 comment:

Ahmet Eren said...

Bence super bir yazi olmus. Tebrik ederim.
Su siralar ABD'deki Anayasa Mahkemesinin tarihini, yapisini, degisik davalarda verdigi kararlari oradaki politik sonuclari anlatan " The Nine" diye bir kitap var elimde, onu okumaktayim. Eger okumadiysaniz tavsiye ederim. Inanilmaz benzerlikler var Turkiye'de yasanan durumla Amerika'daki durum arasinda. Aslinda yarginin politize olmasinin sadece Turkiye'ye has bir yaklasim olmadigini da goruyorsunuz kitabi okuyunca. Bu genelde her ulkede olan bir sey yuksek yargiyi politize etmek. Biz isi her zamanki gibi biraz abartiyoruz. Bence bizim asil sorunumuz ust yargi degil alt yargiyi da politize etmekten geciyor. Ve maalesef diyorum uzulerek soyluyorum bizim egitim sistemimizden kaynaklanan sorunlara variyoruz isin kokune inmeye kalkarsak.
Hukuk egitimimiz de diger egitimler gibi icine kapanik, dunyayi takip etmeyen, dogmalari ogretip diger hicbir yakalsima prim vermemekle un yapmis. Aslinda egitim bile denemez buna olsa olsa ogretim olur.
Dusunun ki bu hukuk insanlari dedidigimiz insanlar universitede 4 yil hukuk okuyup atamalari yapilip Anadolu'nun her hangi bir yerine gidiyor, orada dunyasini daha da kucultuyor. Ve ayni rutin icinde yer almaktan degil dunyayi, ulkeyi bile analiz edemeyecek seviyeye geliyor. Yillarca boyle lojmanlarin icinde, mahkemelerde, eglence yerlerinde hatta hatta yaz tatillerinde bile Adalet bakanliginin deniz kenarindaki bir sosyal tesislerinde kalarak hep kendi gibi yetismis bireylerin icinde yer aliyor. Bu tipik bir fanus icinde yasayip orayi da dunyanin merkezi sanma sendromudur. Bu aslinda sadece Turkiye'deki yargida degil askerde de olan bir sendrom. Askerler de ortaokuldan alinip askeri liseye, askeri universiteye, askeri kariyere atilip, lojmanlarda, sosyal tesislerde hep askerlerle hasir nesir olarak yasamlarini devam ettirmekte ve sonucunda maalesef bu tur darbe iddialariyla gundeme gelmektedirler. Butun bu insanlarin ilk basladigi yerin egitim kurumlari oldugu ve agaclarin orada yas iken egilebilecegi gercegi sorunun temelinin gene donup dolasip ayni yere egitim reformuna geliyor olmasidir. Bu reform bugun yapilsa 20 yil sonra ilk meyvelerini vermeye baslayacagini da unutmamak gerekiyor. Bunun diger bir caresi de butun bu insanlari toptan Bati'da var olan " Executive Education" tarzi programlara gondermek gerekliligidir. Ozellikle belirtiyorum ki gondermek gereklidir. u insanlar yurtdisinda bu egitimleri lamalidirlar. Bu 1-2 haftalik programlar bile cok yeterlidir diye dusunuyorum illa 1-2 sene MBA yapmak gerekmiyor. Bu tur programlarda her ulkeden resmi devlet kurumundan gelen insanlarla karsilasabilirken Turkiye'den de insanlari gormek gereklidir diyorum. Karar verici uygulayici seviyesindeki insanlarin buralarda diger insanlarla network kurmasi, iletisim kurmasi, "case study"lerden yararlanmasi inanilmaz bir ivme kazandiracak motivasyon saglayaak atilligi ortadan kaldiracak, innovatif olmayi da kacinilmaz oarak beraberinde getirecektir diye dusunuyorum.