Wednesday, January 25, 2012

Pınar'ın günü

Pınar sabah saat altıda alarmlı radyonun çalmasıyla uyandı. Neşeli ama ona o anda çok sinir bozucu gelen bir şarkı çalıyordu. Hava karanlıktı. On aylık kızı gece boyunca birkaç defa uyanmıştı. Pınar doğrulup radyoyu susturdu, öbür yana dönerken hafifçe homurdanan kocasının yanından kalktı. Ortalık soğuktu. Yatak odasındaki küçük tek kişilik koltuğun üzerinde bıraktığı uzun hırkasını giydi. Koridorun ışığını yakıp mutfağa gitti, kombiyi açtı, çay suyunu koydu. Geçerken bebeğin odasına baktı, ses seda yoktu. Çabucak tuvalete girdi, banyodan çıkarken bebeğin ağlamaya başladığını duydu. Akşamları işten dönüp onu kucağına aldığında sürekli bilgisayar başında, zihninin içinde çalışan insanların bazen yaşadığı gibi, birden somut gerçeklikle karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla sarsılır, bu anı mümkün kılan mutlu olaylar zincirini zevkle düşünürdü. Ama sabahları buna vakit yoktu. Bebeğini kucağına alıp emzirdi, emzirirken o gün ofiste yapması gerekenleri düşündü. Bir sürü ufak tefek, hangi bitmeyen projenin parçası olduğunu unuttuğu için angarya haline gelen işi zihninde bir önem sırasına koydu. Bebeğin altını değiştirdi. Kucağına alıp biraz pışpışladı, yine uyuklamaya başladığını görünce yatırıp mutfağa döndü. Kaya’nın kalkıp banyoya girdiğini duydu. Bir önceki gece izlediği dizide olup bitenleri düşünerek çayı demledi, kahvaltılıkları çıkardı, peynir kesti, domateslerle biberleri doğradı. Bir silah patlamıştı ama esas kız ölmüş olamazdı. Bunu bildiği halde içinde bir sıkıntı duydu. Ekmekleri kızartırken kocası geldi, sessizce yanağından öptü, masaya oturdu. Gözü dalmıştı, uyukluyordu. Pınar masayı kurarken sevgiyle baktı ona. “Televizyonu açayım mı?”
“Aç istersen.”
Kahvaltılarını ederken televizyondaki borsacıları izlediler. Sarışın genç bir kadın canlı ama tekdüze bir ses tonuyla konuşuyor, programın sunucusu adam dalgın bilgisayarına bakıyor, ekranda grafikler beliriyordu. Avrupa Merkez Bankası’nın, FED’in kararlarından, açıklanan ve açıklanacak endekslerden bahsediyorlardı. Pınar kafasını verdiğinde olanı biteni anlıyordu, vermesi gerektiğini de hissediyordu, ama sınav biter bitmez her şeyi unutan öğrenciler gibi finans konularıyla pek ilgilenmiyordu. Kaya koluyla gözlerini ovuşturdu.
“Haftaya böyle başlamak ne kötü,” dedi.
Pınar bir şey söylemedi. Eskiden olsa bozulacağı lafları duymazdan gelmeyi öğrenmişti, bunlara anlam yüklemek yersizdi. Çayını içip masadan kalktı. “Sen hazırlan, ben toplarım,” dedi Kaya.
“Nesrin de toplar,” dedi Pınar, mutfaktan çıktı.
Hızla duş aldı, yüzünü, vücudunu kremledi. Kaşlarının etrafında çıkan bir kaç tüyü cımbızla aldı. Evde geçirdiği aylardan sonra bu hazırlanma rituelinin kıymetini daha çok bilir olmuştu. Eskiden ağır ağır yaptığı işleri artık çabucak yapabiliyor, bir işi yaparken bir sonraki işi kafasında planlayabiliyordu. Saçını kuruttu, gözlerini, yanaklarını, dudaklarını boyadı, bunları yaparken ne giyeceğine karar verdi: Siyah kalem etek, kurdeleli kırmızı bluz, gri ceket. Parfümünü sürdü. Yatak odasına girdiğinde Kaya’yı hazırlanmış buldu, hatta yatağı da toplamış, ucuna oturmuş çoraplarını giyiyordu. Kapı çalındı, Kaya bakmaya gitti. Pınar giyindi. En zoru naylon çoraplardı, naylon çoraplar olmasa insan çok daha hızlı hazırlanabilirdi. Saatini, küçük pırlanta küpelerini taktı.
Nesrin çoktan bebeğin odasındaydı, bebeği kucağına almış seviyordu.
“Hoşgeldin Nesrin. Nasıl geçti haftasonu?”
“Güzeldi Pınar Hanım. Çocukları dolaştırdık biraz, iyi oldu.”
Nesrin’in çocuklarına annesi bakıyordu.
“Hiç uyutmadı bizi akşam,” dedi Pınar. “Fazla uyumasın, n’olur. Yemekle falan uğraşma sen, ben gelince yaparım.”
“Tamam Pınar Hanım, merak etme sen. Hayırlı işler sana.”
Pınar, eğilip Nesrin’in kucağındaki bebeğini öptü, Nesrin’e baktı. “Sağol, kolay gelsin sana da.”
Kaya paltosunu giymiş, kapının önünde Pınar’ı bekliyordu. Pınar mutfaktan yana bir bakış atıp masanın toplanmış olduğunu gördü. Kocasına gülümsedi. Uzun siyah mantosunu, topuklu çizmelerini giydi, atkısını, evrak çantasını aldı. Güzeldi, kendini güzel hissetmek, yakışıklı kocasıyla evden çıkıyor olmak güzeldi. Asansörle aşağı indiler. Karanlık holden geçip gri, kirli apartman blokları arasındaki gri sokağa çıktılar. Sanki sokaktaki tek ışık biraz ilerdeki inşaattan sokağa sıçrayan kıvılcımlardı; bir işçi sabahın bu saatinde kaynak yapıyordu. Birkaç yüz metre yürüyüp büyük bir apartman bloğunun altındaki otoparktan Kaya’nın arabasını aldılar.
Köprüde trafik tıkalıydı mutlaka, araçlar büyük bir sel kütlesi gibi ağır ağır akıyorlardı. Kaya radyoyu açtı.
“Tutuklu gazeteciler Adil Tekin ile Selim Paksoy’un 16. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaları bugün Çağlayan Adliyesi’nde görülecek. Tekin ile Paksoy EKPZ örgütünün propagandasını yaptıkları iddiasıyla geçen Mart ayında tutuklanmışlardı...”
Kaya kanalı değiştirdi, yabancı pop şarkıları çalan bir kanalın Amerikan aksanıyla konuşan DJ’inin sesi duyuldu. Adam Türkiye’ye bir reklam çekimi için gelmiş olan manken Lara Taylor’dan bahsediyordu.
“Tutuklandıklarında Ece yeni doğmuştu,” dedi Pınar. “On aydır içerdeler.”
“Kolay kolay çıkarmazlar onları.”
Şimdi programa işine gitmekte olan bir kadın bağlanmıştı. Erkeklerin Lara Taylor’un nesini beğendiklerini anlayamadığını söylüyordu. Bir defa kadının salak bir hali vardı. Bunun üzerine DJ görmüş geçirmiş bir edayla kadınlarla erkeklerin kadınlar konusundaki zevklerinin ne kadar farklı olduğunu anlatmaya başladı.
“Adamlar EKPZ hakkında araştırma yapıyorlardı, şimdi EKPZ’den yargılanıyorlar,” dedi Pınar. “Artık kimseden korkuları kalmadı, her şeyi göstere göstere yapıyorlar. Sanki kasten saçmalıyorlar ki bir şeylerin farkında olan, düşünen insanlar iyice korksunlar. Nasıl karşısında duracağız bilemiyorum.”
“Karşısında durmak gibi bir mecburiyetimiz yok.”
“Var çünkü haksızlık olduğunu görüyoruz.”
“Pınar sürekli aynı şeyleri konuşuyoruz. Başka sorumluluklarımız var.”
“Benim demeye çalıştığım da o zaten.”
Pınar başını tekrar pencereden yana çevirdi ama manzarayı görmüyordu. Birden yandaki minibüsün şoförüyle göz göze gelince önüne döndü.
“Sen bir şeylerin karşısında durmayı bırak,” diye söylendi Kaya, “ayakta durabilelim de.”
Kaya radyonun sesini açtı. Ucuz bir hip hop şarkısı arabayı doldurdu. Köprüden geçiyorlardı, trafik biraz rahatlamıştı. Kaya ne zaman sinirlense yaptığı gibi sık sık şerit değiştirmeye, önündeki arabaları sıkıştırmaya başladı. Pınar kollarını kavuşturmuş, sinirden dudaklarını yiyordu şimdi. Çalıştığı binanın önüne gelinceye kadar bir daha konuşmadılar.
“Öğleden sonra karşıda müşteriye gideceğim,” dedi Kaya. “Ordan eve geçerim.”
“Tamam.”
Pınar arabadan indi, yüzlerinde hoşnutsuz, acı ifadelerle sigara içenlerin arasından binaya girdi. Aklına Twitter’da okuduğu o laf geldi: Acılık, nereden geldiğini unutmuş öfkeden başka bir şey değildi. Güvenlikten geçti, onuncu kattaki odasına çıktı. Bina hamam gibi ısıtılmıştı, hemen mantosuyla ceketini çıkarıp astı, pencereyi araladı. Pencereden binanın etrafındaki yollar, yüksekli alçaklı binalar ve inşaatlar, reklam panoları görünüyordu. Hayat akıyordu ve bu akışın karşısında durmak çok zordu. Oda arkadaşı henüz gelmemişti. Bilgisayarını açtı, önce kişisel E-maillerine ve üyesi olduğu bilumum sosyal paylaşım sitelerine baktı. Bunlar gün boyu açık kalacak, sık sık kontrol edileceklerdi. Susamıştı, gidip sürahisine su doldurdu. Döndüğünde Duygu’nun gelmiş olduğunu gördü, gülümsedi.
“Naptınız haftasonu?,” diye sordu Duygu. Bir yandan da büyük bir şevkle elindeki meyveli yoğurdu yiyordu.
“Napalım, evdeydik. Ece’yle oynadık bol bol, biraz evi toparladık.”
“Napıyor cadı?”
“Bi yerlere tutunup kendini yukarı çekmeye çalışıyor ama daha dizlerini bükemiyor çok komik,” Pınar’la Duygu kıkırdadılar. “Sen naptın?”
“Spa promosyonu almıştım biliyorsun Kumpanya’dan. Cumartesi günü spaya gittim Nişantaşı’nda. Ya bir iyi geldi ki sorma. Bak cildimde bir değişiklik var mı?”
Pınar bir şey göremedi ama uydurdu: “Evet tazelenmişsin sanki, bir parıltı var.”
“Bana da öyle geliyor. Sonra dün Ekin’le Rumeli Kavağı’na gidip balık yedik. Çok güzeldi.”
Pınar gülümseyerek aşık arkadaşına baktı, o ilk günleri özledi. Doğanın insana bir oyunuydu bütün bunlar, bir bakmışsın büyük sorumlulukların altına girmişsin. Telefon çaldı, Pınar’ın içi buruldu. Arayan patronu Erkan Bey’di. Çok nadir doğrudan arardı.
“Buyrun Erkan Bey.”
“Pınar, müşteriden bir soru geldi, akaryakıt istasyonlarının kontrolü ile ilgili. Yeni bir model kurmak istiyorlar. Bir sunum hazırlamışlar, şimdi sana onu göndereceğim, mevzuat açısından sakınca var mı diye bakacaksın. Öğleden sonra üçte toplantıya gideceğim, o zamana kadar sonuçlandıralım bu konuyu.”
“Tamam Erkan Bey, öğlene kadar dönmüş olurum size.”
Pınar bu sabah yapmayı planladığı angarya işleri biraz daha erteleyebileceğine sevindi. Araştırmasını, düşünmesini gerektiren sorular hoşuna gidiyor, ona bulmaca gibi geliyordu. Kendini bir kaptırdığında böyle soruların cevabını en iyi o bulabilirdi, asla vazgeçmezdi. Plaza çalışanlarına acıyanlara birisi analitik işlerin zevklerinden bahsetmeliydi. Gerçi bir yandan da kendini tenis topunun peşinden koşturan bir köpek yavrusu gibi hissediyordu. Hayatın akışına bir katkıydı işte bu da. Bu iş, sorulan sorular, verilen görüşler, bu görüşler doğrultusunda yapılan işler, hatta evliliği ve Ece bile.
İyi bir öğrenci gibi mevzuatı okudu, son değişikliklerle ne yapılmaya çalışıldığını öğrenmek için tanıdığı bir bürokratla konuştu, hedeflenen tam da müşterinin kurmak istediği yapıydı. Erkan Bey için bir yazı hazırladı, sekreteri Ayça’yı aradı. Erkan Bey şimdi bir başkasıyla görüşüyordu, müsait olur olmaz Ayça ona haber verecekti. Pınar Ayça’nın telefonunu beklerken Twitter’a baktı. Takip ettiği hemen herkes duruşmadan bahsediyordu. Duruşma salonunun içine girebilmiş olanlar Adil Tekin’in savunmasını cümle cümle yazıyor, diğerleri adliye dışında bir kalabalık oluşturmak için çağrı yapıyorlardı. Hatta artık pek sık görüşmediği, üniversiteden arkadaşı Güneş de oradaydı. Birden Pınar’ın aklına bir fikir geldi: Kendisi de gidebilirdi. Hatta bu fikir bir kere aklına gelmiş olduğuna göre gitmesi şarttı, gitmezse kendi kendine çok fena mahcup olacaktı. Ama nasıl izin alacaktı? Telefon çaldı.
“Pınarcım Erkan Bey öğle yemeğine çıktı,” dedi Ayça. “Döner dönmez görmek istiyor seni.”
Pınar telefonu kapadı. Duygu kendisine bakıyordu:
“İlhanlar öğle yemeğine Kale’ye gidiyorlarmış. Biz de gidelim mi?”
“Olur,” dedi Pınar. Bilgisayarının ekranını kapadı. Giyindiler, Pınar çantasını aldı, masasının üstünde cep telefonunu aradı. Yoktu. Bu sefer çantasına baktı, bulamadı. Birden hatırladı. Komodinin üstünden almayı unutmuştu.
“Hay yarabbim Allah’ım! Telefonu evde bırakmışım!”
“Akşam Kaya’yla buluşacak mıydınız?”
“Yok, o doğrudan eve gidecek.”
Pınar’la Duygu tıklım tıklım dolu asansörle aşağıya indiler, asansörde babacan bir sekreter Pınar’ın nasıl da hemen kilo verdiğini söyledi. Pınar omzunun üstünden kadını görmeye çalışıp güç bela teşekkür etti. Binanın girişinde arkadaşlarıyla buluştular, biraz yürüyüp Kale lokantasına gittiler. Burası lüks bir esnaf lokantasıydı. Pınar burayı çok severdi, ama şimdi içi kıpır kıpırdı, çeşit çeşit sebze, et yemeklerini görmüyor, kokularını almıyordu. Alışkanlıkla patlıcan musakkayla pilav aldı. İlhan’la Özgür çok geçmeden futbol muhabbetine daldılar. Galatasaray’ın dün geceki maçından, transferlerden, unutulmaz gollerden, şike iddialarından konuştular. Pınar nasıl kendilerini böyle kaptırabildiklerine şaştı. Gerçek, saf bir ilgiydi bu. Duygu da ilgiyle dinliyordu şimdi, hatta arada sırada lafa giriyordu. Ekin için, diye düşündü Pınar.
Peki ya kendisi? Adliyeye gitmeli miydi? Adliyeye gitmesi kimse için bir şeyi değiştirir miydi? Herkes böyle düşünse kimse gitmez, oradakiler yalnız, sahipsiz kalırdı. Hem gidecekse kendisi için gidecekti, kendi iç rahatlığı için. Böyle bir insan olmak istiyordu Pınar. Kendini kendi hayatına kaptırmaktan, hayatının bununla kalmasından korkuyordu. Kafasında bir plan kurdu. Arkadaşlarına baktı, nasıl da her şeyden habersiz, kaygısızca çay içiyorlar, bir bilgi yarışmasındaki kör cahil yarışmacıdan bahsediyorlardı. Kendi masaları gibi en az yirmi masa vardı etraflarında. Bu lokanta gibi yüzlerce lokanta. Bu hesaba göre kendisi gibi özel olduğunu düşünen milyonlarca insan olmalıydı.
“Bugün sende bir şey var. İyi misin?” diye sordu İlhan.
“Baydınız kızı futbol muhabbetinizle,” dedi Duygu.
“İyiyim iyiyim. Ece dün gece hiç uyutmadı da sersem gibiyim o yüzden.”
Ofise döndüklerinde Pınar ne yapacağını planlamıştı. Erkan Bey’in huzuruna çıktı, müşterinin önerdiği yapılanmanın mevzuat açısından neden sakıncalı olmadığını anlattı. Sonra yüzüne endişeli bir hal vererek:
“Erkan Bey, biraz önce kızımın bakıcısı aradı. Ateşi çıkmış, gidip bakabilir miyim?”
Erkan Bey müşterinin planına bir mani çıkmadığına sevinmişti. Bu, kendileri için yeni bir iş anlamına geliyordu. Pınar’ın verdiği yazıdan gözünü ayırmadan:
“Tabii tabii,” dedi. “Gidebilirsin.”
Pınar odasına döndü, Kaya’yı aradı.
“Nerdesin?”
“Yoldayım, toplantıya gidiyorum,” dedi Kaya.
“Kaç gibi evde olursun?”
“Toplantıdan sonra gideceğim işte. En geç beş gibi olurum herhalde. Noldu?”
“Erkan Bey’le Avcılar tarafında bir toplantıya gideceğiz şimdi. İlla sen de gel diye tutturdu. Dönüşte o beni merkezi bir yere bırakır, oradan gelirim. Geç kalırsam dolapta süt var.”
“İyi peki,” dedi Kaya hoşnutsuz bir sesle.
“Haa Kaya... Telefonumu evde bırakmışım canım. Ararsan merak etme.”
“Tam gününü bulmuşsun.”
“Şimdi çıkıyorum, kolay gelsin sana.”
“Sana da,” deyip kapattı Kaya.
Pınar bilgisayarını kapattı, giyindi. Duygu sanki sorar gözlerle bakıyordu ona, onun karşısında bir tiyatro oyunu oynuyormuş gibi sıkıldı.
“Bak şikayet ediyordun Erkan Bey beni müşteri toplantılarına götürmüyor diye.”
“Evet ama bunun da yeri biraz ters kaçtı,” dedi Pınar. “Neyse bekletmeyeyim Erkan Bey’i. Görüşürüz.”
Pınar telaşla çıktı binadan. Bir taksi tuttu. Bir pop şarkısı çalıyordu:
“Ben senin o değişmeyen kaderin
Ay yanıyor baştan aşağı her yerim
Bildiğin o malum günahlara yine girelim, girelim...”
Bu saatte yol açıktı. Arabanın içi sigara kokuyor, taksici bir hızlanıp bir yavaşlıyordu. Pınar’ın midesi kalktı. Keşke daha çok yeseydim diye düşündü. Dikkatini çevredeki binalara, binaların üzerindeki reklamlara, E-5’e bağlanan yollara vermeye çalıştı. Akşam karşıya metrobüsle geçmeye karar verdi. Acaba Güneş’i bulabilecek miydi? Güneş onu görünce ne yapacaktı? Belki de kızın işi başından aşkındı, Pınar’la uğraşacak hali yoktu. Sonra birden adliye binasını gördü. Bina kocaman bir uzay gemisine benziyordu. Ya da kocaman bir balinaya. Ama en çok içi boşalmış bir deniz kabuğuna.
Pınar adliye binasının önündeki meydanda indi. Etrafta televizyon kameraları, muhabirler vardı. İçinde tanıdığı, takip ettiği gazetecilerin, akademisyenlerin de olduğu bir grubun önünde ünlü bir köşe yazarı demeç veriyordu. Pınar grubun açığından geçip biraz ötede sigara içen, ellerindeki cep telefonlarına bakan başka bir gruba sokuldu. Güneş’i kıvırcık kumral saçlarından tanıdı. Güneş de kendisine bakıldığını hissetmiş gibi büyük yeşil gözlerini kaldırdı, Pınar’la göz göze geldiler.
“A a! Pınar?!”
Pınar bir şey demeden gülümsedi, Güneş’in yanına gitti, öpüştüler.
“Ne işin var senin burda?”
“Çağırıp duruyorsunuz ya!”
Gruptakiler şimdi sevecenlikle Pınar’a baktılar.
“Çok iyi yaptın,” dedi Güneş. “Tanıştırayım muhabir arkadaşlar Sinem, Ali, Sinan... Pınar benim okuldan arkadaşım.” Pınar’ın koluna girdi, “Gel seni şu on milyon dolarlık kafeteryaya götürüp bir çay içireyim.”
“Ben sizi işinizden alıkoymayayım?”
“Bekliyoruz biz de hakim ara verdi. Tutuksuz yargılanma taleplerini değerlendireceklermiş. Gel bir çay içelim, sonra yine çıkarız.”
Güneş Pınar’ı geniş koridorlardan geçirip giriş katındaki büyük kafeteryaya götürdü. Çayla Burçak bisküvi aldılar.
“Okuldaymışız gibi!” diye güldü Güneş, çay bardağıyla elini ısıttı.
“Duruşma nasıl gidiyor?”
“Nasıl olsun, bol bol gülüp eğleniyoruz. Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış. Sahte mail adresinden gelen dosyalar delil kabul ediliyor. Adam kendi genel yayın yönetmeniyle görüşmüş, kaynaklarıyla görüşmüş, hepsi iddianameye girmiş. Kırk klasör dosya var.”
“Hakim ne diyor?”
“Hakimimiz çok babacan, gülüyor bizimle beraber.”
“Sence bırakır mı onları?”
Güneş ciddileşti: “Sanmıyorum. Önce dosyaları okumak zaman alıyor diyecek.” Durdu, Pınar’ın arkasında bir noktaya bakıp bir an düşündü. “Kendimi onların yerine koymaya çalışıyorum bazen. Bu okuduklarını öyle algılayabilir ki, gerçekten suç olarak görür, ortada bir örgüt görür, tehdit görür. Böyle düşününce gerçekten umutsuzluğa kapılıyorum. O zaman diyorum ki yapılabilecek hiçbir şey yok. Ya yanlış yerdeyiz ya yanlış zamandayız.”
“Ya o kafada değilse?”
“O zaman da korkar.”
Pınar bir şey demedi, bisküvilerini çaya batırıp yediler. Güneş gülümseyerek baktı:
“Aman bırakalım bunları… Sen nasılsın? Ece nasıl, kimbilir nasıl büyüdü? Hiç gelemedim arada.”
“İyiler iyiler. Büyüyor galiba. Ben de hep gördüğüm için anlamıyorum ama her hafta yeni bir şey buluyor… Sen nasılsın?”
“Amaaan, uğraşıyoruz işte bunlarla. Yüzlerce sayfa iddianame okuyoruz, duruşmalara geliyoruz. Sonra da gene bir şey yazarken on defa düşünüyoruz, yayın yönetmeniyle papaz oluyoruz. Bu aralar Onur’u bile göremiyorum.”
“Onur nasıl, iyi mi?”
“İyi iyi. Bir karma sergiye hazırlanıyorlar şimdi, Galata’da bir galeride olacak. Açılışı olacağı zaman haber veririm.”
Güneş çayını bitirdi, kalktılar. Pınar’ın gülümsemesi sahteydi şimdi. Güneş sanki övünüyor gibi gelmişti ona, şikayet ederken bile övünüyormuş gibi. Ama belki de böyle hissetmesinin sebebi Güneş’e imrenmesiydi. Ah bunları bir kafaya takmayabilseydi, kimseye imrenmeseydi, kendini kaptırabilseydi…
Dışarıda bir grup öğrenci toplanmış, ellerinde pankartlarla slogan atıyorlardı. Hatta şarkı söyleyenler, halay çekenler bile vardı. Televizyoncular gitmişti, Güneş’in genç muhabir arkadaşları öğrencilerin resimlerini çekiyorlardı. Pınar’ın neşesi yerine geldi. Etraftaki hareketi, öğrencileri, ünlü ve ünsüz gazetecileri izlemeye koyuldu. Güneş oradakiler hakkında hikayeler anlattı. Kim kiminle beraberdi, kim kiminle takılırdı, kim kiminle neden geçinemezdi. Hava iyiden iyiye kararmıştı artık. Birden kapıya doğru bir hareketlenme oldu. Kulaktan kulağa yayılan habere göre hakim sanık avukatlarını huzuruna çağırmıştı, kararını açıklayacaktı. Herkes sessizleşti, on beş dakika boyunca birbirleriyle fısıltıyla konuşup beklediler. Sonra avukatlardan biri gazetecilerin yakınlarıyla birlikte kapıda göründü. “Tahliye yok arkadaşlar!” diye seslendi. “Tahliye yok” sözü bir çakıl taşının suyun üzerinde sekmesi gibi topluluğun üzerinden seke seke Pınar’a kadar geldi. Cep telefonlarının beyaz ışığıyla yüzleri aydınlandı, orada olmayanlara haber verdiler. Bir kaç slogan daha attılar. Sonra yavaş yavaş çözülmeye başladılar. Parça parça koptular, dağıldılar. Pınar’ın şaşkın bakındığını gören Güneş gülümsedi.
“Maalesef bu kadar,” dedi. “Biz gazeteye döneceğiz şimdi. Sen eve mi?”
“Evet, geç olmadan gideyim.”
Güneş’le Pınar “mutlaka görüşmeye” söz vererek metrobüs durağında vedalaştılar.Metrobüs tıklım tıklım doluydu. Pınar oturacak yer bulamadı ama bunu çok dert etmedi. Bir yandan kendine mahcup olmadığı, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptığı için seviniyordu. Ama yorulmuştu. Gün boyunca hissedip düşündüğü her şey tortusunu bırakmıştı sanki, insanın hangi kaygıdan, hangi pişmanlıktan doğduğunu unuttuğu halde kurtulamadığı sıkıntı gibi kötü bir duygu. Ece’yle Kaya’nın yanına döneceği için çok sevindi. Eve gidip güzel bir yemek hazırlayacaktı. Belki tavuk suyuna çorba? Kızıyla oynayacaktı, onu yatırdıktan sonra sıcak bir duş alacaktı. Sonra kimbilir nasıl derin bir uyku...
Anahtarıyla kapıyı açtı. Salondan ışık geliyordu, Pınar çizmelerini çıkardığı gibi salon kapısına gitti, içeriye baktı. Kaya sessizce oturmuş bir kitaba bakıyordu, Ece’yi de halının üzerine oturtmuş, oyuncaklarını çıkarmıştı. Başını kaldırıp Pınar’a baktı ama acayip bir bakıştı bu. Gözlerini yine kitaba indirdi. Pınar bir şey olduğunu anladı. Mantosunu astı, salona gitti. Ece’yi kucağına aldı, Kaya’nın yanına oturdu.
“Ay benim güzel kızım, kocaman olmuş benim kızım,” diye sevdi, öptü kızını.
“Vakitlice bitmiş toplantınız.”
Kaya’ya döndü: “Ne oldu?”
Kaya başını kitaptan kaldırmadan: “Erkan Bey aradı.”
İçi buruldu.
“Ne dedin?”
“Müsait olmadığını söyledim. Yarın konuşuruz o zaman, dedi. Toplantıda kafasına bir şey takılmış.”
Pınar Kaya’ya baktı. Zihinlerinin içinde yaşayan insanların somut ve kendilerinkinden farklı bir gerçeklikle karşılaştıklarında hissettikleri şaşkınlıkla sarsıldı. Böyle durumlarda insan karşısındakinden bir şey istemekten ya da ona bir şey söylemekten vazgeçerdi. Oysa Pınar konuşmak zorundaydı. Ece’yi halının üzerine bıraktı.
“Adliye’ye gittim.”
“Adliyeye?”
“Evet. Gazetecilerin duruşmasına gittim. Güneş de oradaydı.”
“Güneş?”
“Hani üniversiteden arkadaşım, Ece ilk doğduğunda ziyarete gelmişlerdi.”
“Girebildin mi duruşmaya?”
“Hayır, ben gittiğimde ara vermişlerdi.”
“E ne yaptın?”
“Güneş’le kafeteryada oturduk. Sonra dışarıda kararın açıklanmasını bekledik.”
“Karar ne oldu?”
“Tahliye yok.”
Kaya kitabını deri koltuğun üzerine koydu.
“Peki ben sana artık nasıl güveneceğim?”
“Anlamazsın, önem vermezsin diye öyle söyledim.”
“Pınar Allah aşkına haklı değil miyim? Gittin de ne oldu? Ne değişti?”
“İşte bu yüzden,” dedi Pınar. “Ben kendim için gittim. Sana da bir daha gitmeyeceğim diye söz veremem.”
Kaya bir şey demeden odadan çıktı. Holün ışığı yandı. Pınar Kaya’nın paltosunu, ayakkabılarını giydiğini, evin kapısının açıldığını ve çok geçmeden kapandığını duydu. Kapının kapanırken çıkardığı ses sanki evin içinde büyümüş, yankılanmıştı. Kapı kapanmıştı ama Kaya elbette birazdan dönecekti. Bunu bildiği halde içinde bir sıkıntı duydu. Daha önce de Kaya’nın böyle evden çıkıp gittiği olmuştu, gerçi Ece doğduğundan beri ilk kez. Dolaşır, belki bir arkadaşıyla buluşur, yemek yer, dönerdi. Kaya’nın koltuğun üzerinde bıraktığı kitap çarptı gözüne. Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı. Daha ilişkilerinin başında kendisi hediye etmişti ona. Ayraçla ayrılmış sayfayı açtı, şu cümleyi okudu: “…Ama bir üçüncüsü, esrarlı, kaygı verici bir sınıf kadın daha vardır. Bunlar, hiçbir şey yapamadığımız, bir şeyler elde etmeyi bilmediğimiz kadınlardır. Hoşumuza giderler, biz de onların hoşuna gideriz, ama aynı zamanda çabucak onları elde edemeyeceğimizi anlarız, çünkü onlara göre sınırın öteki yanında’yızdır.” Kaya’ya karşı, ilişkilerine karşı içinde büyük bir sevgi, acıma yükseldi. Sınırı geçen kendisi değil, oydu aslında. Kendisini bekliyor, çağırıyordu.
Pınar belki bir on dakika kitabı karıştırdı, eskiden okuyup çok sevdiği cümleleri buldu. Sonra kızını kucağına aldı, onunla konuşa konuşa odadan çıktı.

No comments: