Sunday, December 25, 2011

Sürenin sonu

(Turgut Uyar'ın "Bir İntihar Akşamı Üzerine Söylenti" şiirinden esinlenmiş hikaye.)

Mehmet Galata’daki apartmanın döner merdivenlerinden tırmandı. Basamaklar bazı yerlerde yumuşak bir hamur gibi çökmüş, duvarlar nemden yaprak yaprak soyulmuştu. Rutubetli, gölgeli bir sokaktaki karanlık, eski bir apartmandı burası. Sahanlıktaki sarı ışıklar merdivenleri tam aydınlatmıyor, Mehmet Ayşe’nin en üst kattaki küçük evine çıkamadan sönüyorlardı. Yine öyle oldu, merdiven boşluğu daha üst katlardaki bir pencereden sızan sokak lambasının ışığıyla aydınlandı. Duvara vuran beyaz ışık, atıştıran karın, rüzgarda titreşen dalların gölgeleriyle yer yer soluyordu.
Mehmet Ayşe’nin kapısını çaldı. İçeriden kısık sesle müzik sesi geliyordu, sakin, güzel bir müzik. Mehmet sabırsızlandı; şimdi içerisi sıcak olacaktı, bütün ışıklar yanıyor olacaktı, Ayşe önce sitem edecekti sonra yumuşayacaktı, ışıkları söndürüp sevişeceklerdi, sessizce manzarayı seyredeceklerdi. Lamba yine söndü. Mehmet yakmayıp kapının altından sızan solgun ışığa baktı. Bütün ışıklar yanmıyordu. Tekrar zili çaldı, zil susunca bu sefer de kendi aralarındaki şifreli ritmle kapıyı tıklattı. Alışkın olduğu adım sesleri duyulmuyordu.
Ayşe belki tuvalette ya da duştaydı. Keşke geleceğimi haber verseydim diye düşündü. Ama Ayşe’yi böyle hazırlıksız yakalamayı severdi, düşünmesine fırsat vermemek gerekiyordu. Ayşe karşısında Mehmet’i görüverince şaşırır ama sevinir, biraz surat asıp söylenmeye çalışır ama neye kızdığını, üzüldüğünü bile hatırlayamayıp gülümserdi. Mehmet meşgul adamdı. İşleri vardı, sık sık seyahatlere çıkması gerekiyordu, görüşmesi gereken eşi dostu vardı. Ayşe bunların dışında bir şeydi, evindeki koltuk gibi üzerinde düşünülmesi gerekmeyen, onu hep bekleyen bir şey. Mehmet öyle kalmasını istiyordu, bunun yolunun da Ayşe’ye hep merak ettiğinden daha azını söylemek, istediğinden daha azını vermek olduğuna karar vermişti. Ayşe her görüşmelerinin sonuncusu olabileceğini sansın, sonra onu karşısında görünce kaybedip de bulmuş gibi sevinsin. Mehmet bu sefer arayı açmıştı, ne kadar zaman olduğunu düşündü. Bir ayı geçmişti herhalde.
Bir kaç kez üst üste zili çaldı. İlk defa aklına bir ihtimal geldi: Ayşe’nin yanında birisi olabilir miydi? Kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinledi. Ne su sesi, ne de bir fısıldaşma duyabildi. En sonunda Ayşe’yi aramaya karar verdi. Cep telefonunun sentetik melodisi içeride uzun uzun çaldı, açan olmadı.
***
Ayşe bir süre önce Tanzanya’da geçen bir belgesel izlemişti. Bir çitanın sürüsünden ayrı düşmüş hamile bir zürafayı nasıl avladığını görmüştü. Zebraların hepsi aynı zamanda yavrularlarmış ki, yavrulardan bazıları aslanlardan kurtulabilsinler. Ama Zanzibar’daki köle pazarının hikayesi, Ayşe’ye en korkunç av sahnelerinden daha korkunç, acımasız gelmişti.
Ayşe umardı ki zayıflıklarını, şüphelerini, sevgisini insanlardan saklamak zorunda kalmasın. Sürekli güçlü gözükmeye çalışmak, meraklı insanlara resmi açıklamalar hazırlamak onun için çok zordu. İsterdi ki kendisi göstermeye uğraşmadığı halde insanlar onun iyi yönlerini, başardıklarını görsünler, ona kendiliklerinden sevgi, saygı göstersinler. İnsanlar kendilerini değil birbirlerini düşünsünler, birbirlerine nezaket göstersinler. Ama onlar, başkalarının zaafları üzerinden kendilerine güç devşirirlerdi. Hayatları sanki dört dörtlük, tam istedikleri gibi gidiyormuş, hiç bir eksikleri, kusurları yokmuş gibi davranırlar, karşılarındakinden de inanmış gibi yapmasını beklerlerdi. Ayşe bunun böyle olduğunu bilirdi de, yine de başından ipleri sıkı tutmayı beceremez, karşısındaki üste çıktığında ise kontrol edemediği bir hayal kırıklığı ve öfkeye kapılırdı. Kimse onun iyiliğini düşünmeyecek miydi bu dünyada, onun kendilerinin iyiliğini düşünmesine izin vermeyecekler miydi?
Ayşe bütün gün evinde kaldı. Dışarısı soğuktu, yağmur karla karışık yağıyordu. Gökyüzü, boğaz ve yukarıdan baktığı çatılarla tüten bacalar gri bir buğunun altında birleşmiş gibiydiler. Terası sırılsıklamdı, sigara içmeye bile çıkmadı. Dün gece uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla dışarı çıkmıştı, hepsinin yanında sevgilisi, eşi vardı. Çabucak sarhoş oldu. Ona Mehmet’i sordular. Ne diyeceğini, anlatacağını bilemedi. Bir aydır görmediğini, haber almadığını söylediğinde ona acıyarak baktılar. Bu adamın aylardır aynı şeyi yaptığını, kendisinin değerini anlamadığını, artık ondan vazgeçmesi gerektiğini söylediler. Çaresiz hak verdi. Sonra Ayşe’nin sorununun ne olduğunu tartışmaya başladılar. Çok açık sözlü, sabırsız olmaktı belki de. İnsan her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeliydi. Böylesi bir çaba Ayşe’ye çok bayağı gözüktü.
Ayşe falında okumuştu halbuki, bu haftasonu çok güzel geçecekti. Ama kuşkusuz herkes için aynı şey geçerli olamazdı. Nasıl kendi burcundan bazı insanlar bu haftasonu ölecekse, söz konusu Mehmet ve kendisi olduğunda iyi falların çıkması mümkün değildi.
Ayşe Tom Waits'in Alice parçasını açtı, salondaki ayaklı lambayı yaktı. Ekmek, eski kaşar ve kırmızı şarap çıkardı, biraz karnını doyurup çokça içti. Acaba Mehmet’in kendisini ciddiye almasını nasıl sağlayabilirdi? Onun müşterisi olsa şu işi şu tarihe kadar istiyorum diyebilirdi, Mehmet de yapmak zorunda kalırdı. Bir müşteri kadar bile mi değeri yoktu? Kendi kendine karar verebilseydi, şu tarihe kadar haber alamazsam, tamam, bitti artık diye. Ondan sonra Mehmet artık ne yapsa kabul etmeseydi. Pek bağlayıcılığı olmayan bir fikirdi bu.
Şarap yüzünden yüzü, elleri yanıyordu şimdi. Pencerelerde kendini, odasını görüyor, hiç beğenmiyordu. Terasa çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Kalın hırkasını, çoraplarının üzerine terliklerini giydi. Kapıyı açar açmaz yüzüne çarpan soğuk hava, tatlı kar kokusu iyi geldi. Kar atıştırmaya devam ediyordu, terasın üstü biraz tutmuştu. Düşmemeye çalışarak yavaş yavaş yürüdü, tırabzana tutunup manzaraya baktı. Gözleri sulandı. Karşı yakanın, tarihi yarımadanın ışıkları aynı gri buğunun içinde titreşiyorlardı. Bir fotoğrafın negatifine bakar gibi karanlık gemilere, beyazlayan çatılara baktı. Bir yerlerde birileri mutlu olmalıydı. Şarkı söyleyenler, sevişenler vardı bir yerlerde. Birilerini sevindirecek mektuplar damgalanıyordu postanelerde. O birileri ne yapıyorlardı şimdi? Sigarasını yaktı, tırabzana dayanıp genzini yakan derin bir nefes çekti.
***
Mehmet şimdi Ayşe’nin kapısına yüklenmişti, ama sıkıca kilitlenmiş kapı aman vermiyordu. Sokağın başından bir siren sesi duyuldu, merdiven boşluğundaki pencereden içeri mavi kırmızı ışıklar girdi. Mehmet döndü, çaresizlik içindeki yüzü aydınlandı. Polis arabası binanın önünde durmuştu. Olanın bitenin Ayşe’yle ilgili olduğunu ve bunun başını ağrıtacağını sezdi. Işığı yakmadan hızla merdivenlerden inmeye başladı.
Bir kat inmişti ki aşağıdaki dairelerden birinin kapısının açıldığını işitti, ışıklar yandı. Birisi büyük demir kapıyı açtı, polisleri içeri aldı. Mehmet duymak ve belki o anda duyulmamak isteyerek durdu. Gece yarısı merdiven boşluğunda erkekler konuştuğunda sesleri hep kocaman, yankılı, boğuk çıkardı. Adam “arka bahçede,” dedi, sesler uzaklaşırken aynı adamın “kötü durumda, ambulans çağırdık” dediğini duydu. Polisler giriş katındaki daireye girmiş olmalıydılar.
Mehmet yavaş, sessiz adımlarla giriş katına kadar indi. Tam o sırada şiddetli bir hava akımıyla dairenin kapısı kapandı. Mehmet istese demir kapıdan çıkıp gidebileceğini düşündü. Bu kadar kolay olurdu bu, buraya bu gece hiç gelmemiş gibi. Ama yapamadı. Uzun uzun dairenin zilini çaldı, kapıya vurdu. En sonunda kapıyı orta yaşlı bir adam açtı, biraz gerisinde polislerden biri duruyordu. Mehmet’in ince bir ter buğusuyla kaplanmış bembeyaz yüzüne soğuk hava çarptı.
“Ayşe’yi görmeye gelmiştim,” dedi.

No comments: