Tuesday, June 04, 2013

Çok acayip şeyler

Ergenlik yıllarında canım sıkıldığında "Allah'ım çok acayip ve güzel bir şey olsun!" diye dua ederdim. Çok acayip şeyler oldu.

Ne zamandır başımın üzerinde bir sıkıntı bulutuyla dolaşıyordum. Hepsi birbirinden beter o kadar çok şey oluyordu, gündem o kadar çok çabuk değişiyordu, günlük hayat içinde yapılması yetişilmesi gereken o kadar çok şey vardı ki neye kızdığımı unutuyordum. Ama içimdeki kızgınlık kalıcıydı ve her yeni haberle, her yeni açıklamayla daha da koyulaşıyordu.

Geçen Salı ve Perşembe akşamı Gezi Parkı'na gittik. Salı akşamı birkaç yüz kişilik bir grup vardı, eylemlere alışkın olmayan benim için bir dizi seti gibiydi ortalık. Perşembe akşamıysa park dolup taşıyordu. Parkın Taksim Meydanı ucunda Çevik Kuvvet polisleri çökmüşler, bir şeyler yiyorlardı. Parkın Divan Oteli ucu ise festival havasındaydı, şarkılar türküler söyleniyor, konuşmalar yapılıyor, atılmakta olduğuna inanamadığımız ama içimizi ferahlatan sloganlar atılıyordu.  Ağaçlara posterler asılmıştı. Her zamankinden farklıydı her şey, demek ki farklı bir şeyler mümkündü. Saat on buçuk gibi parktan ayrılıp arabayı parkettiğimiz Taşkışla'ya gittiğimizde uzaktan bir müzik sesi geldi. Taşkışla'nın bahçesindeki restoranda kendini tamamen kaptırmış swing yapan insanlar vardı. Neşe, enerji vardı.



Cuma sabahı polisin parkı sabaha karşı bastığı, çadırları yaktığı, insanların yaralandığı haberleri, hatta parktakilerden birinin ölmüş olabileceği dedikoduları geldi. Bir önceki akşam yeni ve güzel olan ne varsa ona saldırıyorlardı. Biz ise BJK Plaza'da günlük işlerimize devam ediyorduk. Oysa olanlar karşısında her şey anlamını yitiriyordu: O sabah zar zor yazdığım rapor, öğleden sonra gireceğim toplantı, yapmayı öğrenmeye çalıştığım yemekler, Ebru Şallı'yla pilates seansları, tatil planları, akşam İzmir'den gelecek ailemle yiyeceğim yemek, hepsi hızla küçüldü. Ama yine de o gün öğleden sonra Taksim'e gidemedim. Cuma akşamını ve Cumartesi gününü ailemizle geçirip Cuma akşamı Harbiye, Cumartesi akşamı Beşiktaş üzerinden eve döndük. Perşembe günü parkta duyduğumuz sloganlar, hatta daha da sertleri, artık caddelerde sokaklarda atılıyordu. Evdekiler ışıklarını yakıp söndürüyorlar, tencere tava çalıyorlardı. Annelerimiz tehlikeleri, eylemcilerin başına gelenleri anlatıyorlar, dikkatli olmamızı söylüyorlardı ama her şey cesurca polisin karşısına çıkabilenler sayesinde oldu. Herkes bu polisin, hükümetin, gerçekleri göstereceği yerde saklamaya çalışan medyanın gerçekte ne olduğunu onlar sayesinde öğrendi. Her şey yandaşların söz oyunlarıyla, acayip mantık yürütmelerle bulandırıp çarpıtamayacağı kadar açık hale geldi.



Ben anladım ki, insan sokağa çıkarken benim bu işe ne faydam olur, karşıma ne bela çıkar diye rasyonel bir hesap yapmıyor. İnsan her şeyden önce kendisi için sokağa çıkıyor. Haksızlığa karşı duyduğu öfkeyi dışa vurmak için sokağa çıkıyor. Biraz da olaylara, tarihe tanık olmak için, merakından. Ece Temelkuran dediyse "insanlığın kaderinin parçası olmak için." Önce kendi arkadaşlarından, sonra da kalabalıklardan cesaret buluyor, onlardan eksik kalmamak istiyor. Biz de Pazar sabahı yine sokağa çıktık. Komşularımızla, iş arkadaşlarımızla, bizim gibi olan ve olmayan birçok insanla karşılaştık. Bizim gibi hisseden, birbirlerine yardım etmeye hazır ne kadar çok insan olduğunu gördük.

Önce Gezi Parkı'na, Taksim'e geldik. Gezi Parkı'ndakiler temizlik yapıyor, çiçek dikiyorlardı. Cumhuriyet Caddesi'ndeki gri mukavva bariyerler yıkılmış, meydan tüm genişliğiyle açılmıştı. Cumartesi günü püskürtüldüklerinden (çekilmek ya da püskürtülmek, ikisi de aynı şey) beri etrafta polis yoktu, miting yapılıyordu. AKM'nin önünde terkedilmiş otobüsler, devrilmiş araçların önünde resim çektiriyordu insanlar. İstiklal Caddesi boyunca duvarlara, camlara, kapılara, kepenklere sloganlar yazılmıştı, birkaç tanesi dışında dükkanlar açılmıştı. Cadde boyunca insanlar grup grup Taksim'e akıyorlardı. Dore Müzik'e kadar yürüyüp dönüşte Ferhan Şensoy'un o gün için bedava sahnelediği Masal Müfettişi'ni izledik. Artık başbakanımıza baktığımda aklıma telefonu "ya ya ya, şa şa şa, kralımız çok yaşa" diye çalan Ferhan Şensoy geliyor. Sonra bir arkadaşımızla buluşup onun tango gecesine gittik. Dans stüdyosu Sıraselviler'de bir binanın üst katındaydı, binanın merdivenlerinde mendiller, bazıları boş, birkaçı sidik dolu su şişeleri vardı. Belli ki son iki günde buraya sığınanlar olmuştu. Stüdyonun balkonundan AKM'ye asılan "Boyun Eğme" posterini gördük.






Akşam dönüş yolunda, çıplak kalınca tünelleri ve geniş beton sırtıyla kocaman bir hayvana benzeyen meydandan geçtik. Vali Konağı Caddesi girişinde genç bir çift bizi durdurdu, nereye gittiğimizi sordu. Ufak tefek sarışın kadın omzuna Türk bayrağı almış, yüzünde hiç bir maske ya da gözlük olmadan ve büyük bir kararlılıkla Beşiktaş'a inmek istiyor, kocası da yüzünde sakin bir gülümsemeyle onu takip ediyordu. Biraz bizimle yürüyüp sonra sabırsızlıkla hızlandılar, gözden kayboldular. Biz de komşularımızdan aldığımız maskeleri takıp Süleyman Seba Caddesi'nden aşağı inmeye başladık. Geriye dönenler gidenlere süt, maske ve aşağıdan haberler veriyorlardı. Valideçeşme'nin oralarda durduk. Daha iki gün önce bana ufacık, olaylarla ilgisiz ve dolayısıyla önemsiz görünen BJK Plaza'nın önü, şimdi yangın yeriydi. Aşağıdan yukarıya yüzü gözü kıpkırmızı, sırılsıklam insanlar çıkıyordu. Genç çocuklardan biri olanı biteni geriden izleyen bizlere seslendi: "Direndik diye şimdi Facebook'tan paylaşırsınız siz, insenize aşağıya!" Ne yalan söyleyeyim korktuk, kendimiz ve daha çok birbirimiz için, inmedik. Ama içimizde kaldı.




Direnişten fotoğraflar için: showdiscontent.com

No comments: