Thursday, April 17, 2014

Gerçeğin gaspı-2

Bazen İstanbul’da arabayla giderken, şiddetle akan ışıl ışıl bir nehir görüyor gibi oluyorum. Her yerde ışıklar, yeni binalar, yollar, arabalar, yeni inşaatlar var. Bu pırıltının arkasında karanlık bir taraf var, sefalet, pislik var. Gökdelenlerin dibinde, uzaklarda fakir mahalleler var. Çöpler var bir yerlere yığılan. Zehirli gazlar var, zehirli kimyasallar var yediklerimize karışan. Kesilen ağaçlar, kuruyan su kaynakları var.

Bizler bu gerçeğe başımızı çevirme olanağına sahibiz. Peki bu gerçeğe daha yakın yaşayanlar, her gün onunla yüz yüze gelenler nasıl oluyor da hala AKP’ye oy veriyorlar? Geçen gün bu sorunun cevabını arayan bir yazı okudum. Yazıda deniyordu ki, hükümetin çizdiği ekonomik başarı portresinin, ülkemizin “orta üst gelir grubunda” olduğunu gösteren istatistiklerin arkasında gittikçe büyüyen gelir adaletsizliği ve düşük gelirli geniş kitleler var. Bu gelir grubundaki insanların öncelikleri, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre ikinci basamakta yer alıyor. Yani ekonomik açıdan güvenliklerini ilk sıraya koyuyorlar. Güvenliğin siyasi iktidara bu kadar bağlı olmasının nedeni ise şu:  Dış fon girişi sayesinde ayakta kalan, büyümeyi ithalat, tüketim ve inşaat-altyapı yatırımı ile sağlayan bir ekonomimiz var. AKP’ye oy veren insanlar, bu modelin paydaşları haline gelmiş, bu modelin sürdürülebilmesinin koşulu olarak AKP’nin iktidarda kalmasını görüyorlar. Bazıları zaten imar rantına doğrudan ortak olmuş. Büyük bir çoğunluk kendi geliriyle elde edemeyeceği bir yaşam tarzının sembollerini (ev, otomobil, teknoloji ürünleri vs…) borçlanarak almış. Daha düşük gelirli bir grup ise gerek devletin, gerekse yeni zenginlerin imkanları kullanılarak dağıtılan sadakalardan nasiplenmiş. Bu insanların en azından bir kısmının vergi vermediğini, dolayısıyla vergilerinin nasıl, nerede kullanıldığı gibi dertleri olmadığını varsayabiliriz. Buna karşılık devletin yaptığı yol, hastane gibi yatırımları hayatlarını kolaylaştıran, gerçek ve somut hizmetler olarak değerlendiriyorlar.
Nobel ödüllü kalkınma ekonomisti Amartya Sen, insanların hayatlarından memnuniyetini baz alan araştırmaların, gerçek koşullarını yansıtmıyor olabileceğini söylüyor. Bir insanın mutluluğu, hayallerine ve hayattan beklentilerine bağlı. İnsanlar zorluklarla başetmenin yollarını bulabilirler, ama bu, onların daha iyi hayatlar ve daha önemli şeyler yapma fırsatını haketmedikleri anlamına gelmez.
Başörtüsü ya da anadilde eğitim özgürlüğüyle fazlasıyla meşgul olan liberal aydınların pek bahsetmekten hoşlanmadığı önemli bir gerçek daha var. Sen’in “capabilities approach” olarak bilinen ve çığır açan düşüncesine göre, insanlar ancak ekonomik olanakları izin verdiği ölçüde özgür olabilirler. Küçük bir çocuk, içine doğduğu koşullar nedeniyle bir bilim insanı ya da ünlü bir sanatçı olmayı hayal edemiyorsa, onun özgür olduğunu söylemek mümkün değil.
Kimse insanlara nelerden mahrum kaldıklarını söylemiyor. Zor bir soruya cevap aramanın, düşünmenin, araştırmanın, cevap bulmanın, bir şeyler üretmenin verdiği tatmini bilmiyorlar.  Güzel bir edebiyat metni, klasik müzik parçası ya da resim karşısında hissedilen mutluluğu bilmiyorlar. Böyle şeylerin değerini bilenler, “kitap okuyanlar şimdi sefilleri oynuyor” diye küçümseniyor, elitizmle suçlanıyorlar. Bilim adamlarının fikri sorulmuyor, bilimsel araştırmalar desteklenmiyor, en büyük rantın inşaat sektöründe olduğu bir ortamda kimse eğitim, Ar-Ge, üretim zahmetine girmek istemiyor.
Hükümetin vicdansızlığını değilse de vizyonsuzluğunu bir dereceye kadar anlayabiliyorum. Paraya ve güce bu kadar tamah ettiklerine göre onlar da demin tarif ettiğim mutlulukları hayatları boyunca tatmamış olmalılar. Onlardan da bazı gerçekler gizlenmiş olmalı. Ama bu hükümeti destekleyen “aydın”ların, akademisyenlerin, sanatçıların, iş adamlarının ikiyüzlülüğünü anlamak mümkün değil. O ışıltılı nehre kapılmış gidiyor, gerçeğin peşinde koşacaklarına üstünü örtmeye çalışıyorlar. Acınası haldeler.

No comments: