Vizyonunuz ne?
Orhan Pamuk Kara Kitap’ın 158. sayfasında şöyle der: “Hep birlikte inanacakları bir hikaye kalmayınca, hepsi tek tek kendi hikayesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikayesi olacak, herkes kendi hikayesini anlatmak isteyecek. Kalabalık şehirlerin kirli sokaklarında, bir türlü çekidüzen verilemeyen çamurlu meydanlarında, milyonlarca sefil, başlarının çevresinde bir mutsuzluk halesi taşır gibi taşıdıkları kendi hikayeleriyle uykuda gezerler gibi gezinecekler.”
Üniversitede toplu eylem problemini öğrenmiştik – toplu eylemsizlik problemini yani. Küçük çıkar grupları ortak bir amaç uğruna çalışabiliyorlardı, ortak bir hikayeye inanabiliyorlardı. Ama on binleri, yüz binleri bir amaç uğruna birleştirebilmek, bir hikayeye inandırabilmek mümkün olmuyordu. Ya her şeyin olduğu gibi kalmasının kendi hayatlarını zorlaştırdığını, daha iyisinin mümkün olabileceğini görmüyorlardı, ya da harcayacakları çabanın boşa gideceğini düşünüyorlardı. Kimse birbirine güvenmiyordu, herkes kendi hikayesinin içine hapsolmuş, başını bir an o mutsuzluk halesinden çıkarmıyordu. Hiç bir şey değişmeyecekti, önemli olan mevcut düzenin önümüze çıkardığı bin bir engeli aşabilmek, fırtınalı denizlerde kendi canımızı kurtarmaktı.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Hakan Yılmaz, 2 Haziran’da Londra’da, LSE’de Türkiye’de kamuoyunun Avrupa Birliği’ne ve “batılı değerlere” bakışı ile ilgili bir sunum yaptı. Konuşmasının bir yerinde Türkiye’de gençlerin Avrupa Birliği’ni hiç takmadıklarını söyledi. Tabii bunda Avrupalıların sonunda üye olabileceğimize inanmayalım diye gösterdikleri çabanın rolü yadsınamaz. Ama burda sorun Avrupa Birliği’ne üyelik değil aslında. Avrupa Birliği, bir şeyleri değiştirmek için bir bahaneden başka bir şey değil.
Asıl önemli olan değişimi istemek. Türkiye’de polislerin, askerlerin, hakimlerin, savcıların, bürokratların, politikacıların ve aslında herkesin işini biraz daha düzgün yapması önemli olan. İnsanların emeklerinin ve yeteneklerinin karşılığını alabilmesi, kendilerini dürüstçe, korkusuzca ifade edebilmesi. Adil düzen böyle bir şey olmalı. Şu anda farkında değiliz belki, belki güvendeyiz, işimiz tıkırında, kimseyle bir problemimiz yok. Hatta belki sistem lehimize işliyor. Ama bunlar gerçekleşse şu anda farkında olmadığımız o kadar çok fırsat çıkacak ki önümüze. Enerjimizi öyle farklı alanlarda kullanabileceğiz ki. O yaşadığım da hayat mıymış diyeceğiz.
Bütün bunları kabul etsek bile korkmakta haksız değiliz aslında. Bir şeyleri değiştirmeye, iyileştirmeye çalışanların başına gelenler çok taze anılarımızda. İnsanlar nasıl ağızları yandığında yoğurdu üfleyerek yiyorlarsa, toplumlar da öyle. “Hata”larımızdan ders almışız, akıllanmışız, kendi hikayemizden başka hiç bir hikayeye inanmamayı öğrenmişiz. Göze çarpmamalı, bunun için de görmezden gelmeliyiz.
Ama birileri var. Hadi itiraf edelim, korkuyoruz onlardan. Bizi oyuna getirecekler sanıyoruz. Türlü türlü cemaatler, dernekler, tarikatlar, Fethullahçılar, Masonlar, Ergenekoncular, sivil toplum örgütleri, sendikalar ve hatta siyasi partiler – kendi çıkarları için olsun olmasın, ortak bir hikayeye inananlardan korkuyoruz. Çünkü içten içe farkındayız, ortak bir hikayeye inananların, ortak bir amaç için çalışanların ne kadar güçlü olabileceğinin, ne kadar çok şey yapabileceğinin. Belki onlar bizim hayatımızı etkiliyorlar, değiştiriyorlar. Belki hangi yönde olduğunu bilsek, hoşumuza gitmezdi.
Ama biz zaten hangi yöne gitmek istiyoruz ki?
No comments:
Post a Comment