Monday, February 21, 2011

4.
Aşk'ın reva görüldüğü kesitleri sıralamak güç değildir: I. Gençler (gençtir, geçer). II. Magazin dünyası (saç rengi değiştirir gibi heyecan odağı değiştirme 'yeti'sine sahip olanların oluşturduğu özel katman). III. Çizgidışı bireyler (Dostoyevski'nin, Nietzche'nin, Sloterdijk'in yüklediği anlam katsayısıyla 'Budala' sınıfına girenler). Patoloji kontenjanını böyle sınırlıyor kontrat, "öteki"leri normal'in çerçevesi içine çağırıyor.

Enis Batur, Haneberduş, sf. 76

Kafayı boşa almayın!

Geçen yaz birisi bana ne kadar mantıklı olduğumu söyledi, hep öyle olmamı salık verdi. O sırada hayatımdaki en mantıksız dönemi yaşadığımdan bu laf sonradan bana çok ironik gözüktü. Sonradan insanın mantığına ne kadar güvenmesi gerektiğini düşündüm. Kuşkusuz mutlu olabilmek için duygusal gereksinimlerimize de bir söz hakkı tanımamız gerekiyordu, ne kadar mantıksız gözükseler de. Asıl böyle yapmak daha mantıklı olurdu. Böyle iyimser ve salak bir şekilde, gene kafayı yokuşaşağı boşa almış düşünürken, şu ulvi hislerin sömürüldüğü bir başka alan geldi aklıma: Dinler de, insanların mantıklarıyla veremediği cevapları vermeyi, onları tehlikelerden korumayı, hayatlarına kısa yoldan bir anlam katmayı vaad etmiyorlar mıydı? Mantığın susturulduğu yerde insan her türlü sömürüye açık hale gelmiyor muydu? Dinler bizi koruyordu, kolluyordu, en çok da şu lanetli özgürlüğümüzden, karşılığında da biat etmemizi istiyorlardı. Evet, duygular sömürülmeye çok açıktı.

İki Pazardır Dr. Alper Hasanoğlu'nun Radikal Hayat'taki yazılarını okuyorum. Bu Pazarki Seküler din aşk, seküler Tanrı maşuk yazısına çok hak verdim. Şöyle diyor Hasanoğlu:

...Animistik düşüncenin anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan boşluğu Tanrı düşüncesi doldurdu. Peki Tanrı’dan ne bekleniyordu? İnsana en azından bir korunma ve emniyet hissi vermeliydi Tanrı ve hayata da bir mana. Ama bunun karşılığında onun sözlerine değer vermeli, buyruklarını yerine getirmeliydi. O seven ve cezalandırandı, iyi ve acımasız olandı, adil ve karar verendi. Yani babaydı. Ona bağlanabilmek, insani sınırlılığı aşabilmek demekti.

Ama insanın, ‘ben’inin sınırlarının ötesine geçmesini Tanrı bile sonsuza kadar mümkün kılamadı. Aydınlanmayla birlikte Tanrı da tahtından indirildi ve hükümranlık insanın eline geçti. O andan itibaren her şeyin yapılabilirliğine dair inanç hayata hakim oldu.
* * *
Var olabilmek için yalnızca kendine, kendi yetilerine ve ürettiklerinin gücüne güveniyordu insan. Ama bu tümgüçlülük fantezisi ortaya çıkan varoluşsal boşluğu doldurmuyordu. Devasa ilerlemelere, bütün kazanımlara rağmen insan gün geçtikçe daha çok çaresizlik, korku ve tek başınalık duyguları altında ezilip acı çekiyordu.

Varoluşun manası ‘Sen’
Bu kaybolmuşluk duygusu içinde insanın en önemli hedefi, başka bir insanla birleşebilmek, onunla bir olabilmek olarak tezahür ediyordu. Belki de Öteki‘yle sınırlardan kurtulmak mümkün olabilirdi. “Bu dünyada kendimi yücelmiş hissedemeyeceksem, hiç olmazsa sende yüceleyim, seninle yüceleyim.“ Böylece özne olarak “Sen“ varoluşun manası olmaya başladı. Aşkın bu romantik tasavvuru sayesinde insan tekrar kendini merkeze koymaktan vazgeçiyor ve kendi sınırlılığını aşabilmek için ‘kutsal’ bir varlığa yöneliyordu.

Böyle baktığımızda insanın bütün mantıkdışılığına rağmen niçin ötekine sımsıkı bağlı kalmaya çabaladığını, maşuktan kaynaklanan hayal kırıklıklarının neden bu kadar derin yaralar açtığını ve buna rağmen neden yine ve yine denemeye devam ettiğini anlayabiliyoruz.

Kaybolup giden Allah aşkının seküler tezahürü olan insana duyulan aşk, ilişkide maşukla bir olma hali, o büyük güvencenin tekrar yerine konabilmesi olasılığı, bizi Frankl’ın tarif ettiği varoluşsal vakumdan koruyabilecek yegane şeymiş gibi görülüyor. Maşuk seküler Tanrımız oluyor böylece. Günümüz modern yaşamı kendine yetmeyen, anne-babanın yardımı olmadan uzun süre hayatta kalmayı bile başaramayan insan tekinin doğal olarak var olan yetersizlik duygusunun daha da pekişip narsistik bir yapının ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Ben bu durumda Adler’in “toplumsallık duygusunun” önemli bir alternatif olabileceğini düşünüyorum.

Toplumsal bir varlık olarak içinde bulunduğumuz toplulukla özdeşleşebilmeyi, o topluluk için bir şeyler yapabilmeyi tekrar keşfedersek seküler Tanrımız maşuka bu kadar çok anlam yüklemekten sıyrılıp kendimizi daha özgür hissetmemize olanak sağlayacak, daha az bağımlı, daha az korku dolu bir ilişki yaşama şansına kavuşabiliriz. Böylece Fromm’un dediği gibi maşuku Tanrı konumundan insan konumuna indirip şunu deme şansına kavuşuruz: “Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var. Bir yaradana, beni sınırlılığımdan çıkaracak bir güce ihtiyacım olduğu için seviyor değilim seni."


Hasanoğlu geçen hafta da Erkekliğin Krizi yazısında şöyle diyordu:

Bu hafta Alman haber dergisi Focus’ta erkekliğin yıllar içinde ne yönde değiştiğine dair bir araştırma yayımlandı. Günümüzde kadın 1970’li yıllardan farklı olarak erkeğin para kazanmasının yanında, evde çocuğa bakmasını da istiyor. Ayrıca erkek tarafından korunmayı ve iş hayatında desteklenmeyi talep ediyor. Günlük hayatın süpermeni olmasını istiyor erkekten. Oysa 1970’lerin ortalarına kadar erkeğin kimlik tanımı oldukça basitti ve bu da oryantasyon kolaylığı sağlıyordu. Ailesini besleyen, koruyan, emniyet ve güveni sağlayan taraftı erkek.

Son 30 yıl kadının başkaldırısı ve özgürleşmesiyle geçti, erkek de bu durumu şaşkın şaşkın izlemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi de toplumdaki yerini ve rolünü yitirmiş olmanın telaşıyla ne yapacağını bilemiyor. Maço mu olsun, yumuşak mı, kariyer peşinde mi koşsun yoksa iyi bir ev erkeği mi olsun? Kadın hepsi olsun istiyor ve bir zamanlar bilgeliği, gücü temsil eden erkek bugün savaş düşkünü ve çocuk tacizcisi olarak görülüyor. Erkek artık kendini nerede, ne olarak konumlayacağını bilemiyor ve kimlik krizi yaşıyor.

...Erkek, uygarlığın temelini oluşturan karşılıklılık ve merhamet duygularını kadınsılıkla karıştırıp bilimsel ve teknik alandaki becerileriyle ilişkilerdeki erk kaybını telafi edebileceği yanılgısı içinde. Bu nedenle de kadının arkasından umutsuzca ve bir oğlan çocuğu şımarıklığıyla nefes nefese koşup duruyor.

Olgunlaşmamış bir erkekliğin en büyük takıntısı şudur: “Acıdan kaçmanın tek yolu durmadan galip gelmektir, çünkü zafer duygusunun verdiği güç beni yok olmaktan korur!” Halbuki erkeğin, durmadan üstün gelmenin tek getirisinin ötekinin düşmanlığını pekiştirmek olduğunu görmesinin zamanı çoktan geldi. Mutluluğun güçten geçtiğiyle ilgili yanılgının düzeltilmesi ve ‘Öteki kendini iyi hissederse ben de kendimi iyi hissederim’le yer değiştirmesi gerekiyor.

Kadının erkekten dayanıklılığı öğrendiği kadar, erkeğin de kadından ilişki kurma becerisini ve duyarlılığı öğrenmesi gerek. Erkek kendinden emin olduğu eski günlerine dönmek ve yaşadığı krizi bir şansa çevirmek istiyorsa merhamet ve anlayış duygularını içselleştirmeyi başarmak zorundadır.

Bu ikinci alıntıyı da yapmamın bir sebebi vardı elbet. Hadi itiraf edelim, kendine güvenli, kararlı, mücadeleci erkeklerden hoşlanıyoruz. Kendimizi böyle birinin yanında güvende, daha güçlü hissediyoruz. İlişkinin başında, bu insanın ilişki içinde de bu özellikleri sergileyeceğini, bizi tahakkümü altına almaya çalışacağını öngöremiyoruz, görmezlikten geliyoruz. Sonra o mantıksızlık dalgası geçtiğinde, geri alamayacağımız sözler verdikten, sorumluluklar aldıktan, zaman harcadıktan sonra durumu anlıyoruz ama, artık çok geç olmuştur.

Bütün o baygın filmler, diziler, kitaplar ve şarkılar, o korunaksızlığımızı ve güvenlik arayışımızı sömürmek için. İlişkinin hiç bir anında mantığın şalterini kapatmamak gerekir. Bu demek değildir ki sevgi, paylaşım, dostluk olmayacak, beraber bir şeyler inşa edilmeyecek. Ama insan soğukkanlılığını, bağımsızlığını asla kaybetmemeli.

No comments: