Saturday, April 23, 2011

Kabullenmişlik

Neden acaba 23 Nisan'da çocuklar koltuklara oturtuluyor da 19 Mayıs'ta gençler koltuklara oturtulmuyor? Yoksa oturtuluyor da ben mi unuttum? Emin olamadım şimdi. Hem de Genç Siviller falan değil, Dev Genç üyesi gençler falan oturtulsa işte o zaman ileri demokrasi olurduk. Gerçi bugün Milli Eğitim Bakanı koltuğuna oturtulan kızın performansını beğendim valla. Zaten akıllı (çok bilmiş değil, akıllı) bir şey olduğu suratından belli.

Allah'ım ortada ne kadar çok çocuk ve genç anne ve hamile kadın var. İşe başladığımdan beri bizim odada ve yan odada iki "bayan" doğurdu. Gerçi geçen seferki işimde de başladığım gün bir kadın doğurmuştu. Ben işten çıkana kadar ikincisini de doğurdu. Senin benim gibi görünen bir kız bir ceketini çıkarıyor, hop hamile. İkisi üçü bir araya geliyor, hastane, sezeryan, epidürel muhabbetleri. Bu kadar sık ve herkese olan bir hadisenin insanın kendi başına gelince bu kadar biricik ve özel gözükmesi için çok, pek çok hormon gerekiyor olmalı. Ama olaya mikro açıdan bakacak olursak insanın kendi içinden çıkan bir küçük insanı gittikçe tanıması da heyecanlı bir şey olmalı. (Genç sosyetik annelerin röportajları gibi oldu. Ha bu arada sosyetik insanların çocukları nasıl bu kadar güzel olabiliyor!? Nişantaşı'ndaki her çocuk ayrı güzel. İnsan panik oluyor ben nasıl böyle güzel bir çocuk doğuracağım diye.) Ama bunun için biraz büyümeleri gerek. Neyse küçükken de kişiliksizliklerini şirinlikle tamamlıyorlar herhalde.

Bu kadar sıkıcı bir gün olmasına rağmen yine de kutlanmaya devam eden 23 Nisan'ı da atlatıyoruz hayırlısıyla. Cüneyt Özdemir gibi konuştum Allah korusun, ama benimki çok pratik bir gözlem: Çocukların çıplak dizleri tir tir titredi stadyumlarda. NTV'de amazon gibi giydirilmiş, saçlarına barbi bebekler gibi elektrik verilmiş kızlar bir oğlan çocuğunu havaya kaldırdı. Artık memleketçek bu kadar saf ve masum değiliz maalesef. Bütün bunlar çok saçma görünüyor. Hatta Bal'da küçük Yusuf'un akvaryumun içindeki küçük kurdeleye hasretle bakışı gibi acınası geliyor.

İki hafta önce Kazuo Ishiguro'nun romanından uyarlama Never Let Me Go filmini gördüm. Filmi anlatacağım haberiniz olsun: Filmde böyle 12-13 yaşında çocukların olduğu güzel bir İngiliz yatılı okulu var. Çocuklar okul bahçesinden çıkamıyorlar, çıkanların başına gelen felaketlere dair hikayelerle büyüyorlar, birbirleriyle her konuda rekabet ediyorlar, öğretmenlerinin gözüne girmeye çalışıyorlar vesaire. Sonra günün birinde bir öğretmenleri dayanamayıp onlara gerçeği anlatıyor: Meğer onlar zamanı geldiğinde normal insanlara organ bağışlamaları için "yaratılmış" klonlarmışlar. Çocuklar bu durumu kabulleniyorlar, hiç kaçmaya, isyan etmeye kalkmıyorlar. Hayatlarını uzatmayı gerçekten istedikleri zaman bile sadece öğretmenlerine yaranmaya çalışıyorlar, olmayınca da razı oluyorlar. Filmin sonunda sevgilisini kaybetmiş, kendisi de bir kaç hafta sonra ilk bağışını yapacak kız, "tamam bizim durumumuz fena, birbirimizi geç bulduk çabuk kaybettik, ama sizin de bizden çok farkınız olmayabilir, haberiniz olsun" mealinden uyarıyor seyirciyi.

Etrafıma bakıyorum da, ne çok şeyi kabullendiğimize. O yatılı okuldaki çocuklar gibi. Yusuf gibi. Acınacak halimiz var. Bizim kabullenemediğimizi kabullenmeye hazır bir sürü insan var dışarda. Aman canım, kabulleniyorlarsa sorun onlarda!.. Bardağın dolu tarafını görmek lazım. Bardağın boş halini bilen dolu tarafını görür. Hem herkesin bir fiyatı vardır. Hiç farkına varmadan bir bakmışsın almışsın eline bardağı, döküp saçmamaya uğraşıyorsun.

Mutluluk değil, kendini gerçekleştirmek demişti bir arkadaş. Geçen gün oturup düşündüm de, mutluluk çok izafi, kendini gerçekleştirmek gerçek gözüktü gözüme. Kendini mutlu bilmek kolay. Ama şöyle ağzın dolu dolu "kendimi gerçekleştirdim" demek zor.

İnsan tabii iyi bir mirası da mutlulukla kabulleniyor, onu hak ettiğine de kendini çabucak inandırıyor. Ne güzel yazmışım zamanında "how to become a bobo" diye. Buna İngilizler entitlement diyorlar efendim. Yaşlandığımdan mıdır nedir, ne kendini ince zevkli, asil asil yapan insanlara, ne görgüsüzlere kızıyorum, hipster'lara kızdığım kadar. Geçen gün IKSV Salon'a gittim. Bizim de hipster nüfusunda Londra'dan eksiğimiz yok, fazlamız var. Bunlarda para var ama orta sınıf hayatını beğenmezler. Bohem hayatlar isterler, çağdaş sanat severler, açık fikirlidirler. Yaşama sevinciyle gezerler ortada sarhoş gibi. Ama sonuçta sen ne yaptın arkadaş, oturduğun mahalledeki kiraları yükseltmekten başka elle tutulur ne yaptın? Bunların bir de sözde vicdanlı, duyarlılıkları yüksek versiyonları var, benim de kendimi içinde saydığım. Levent Kırca'nın mutlu ve mutsuz sarhoş tiplemesi gibi eğlenenler ve ağlananlar olarak iki çeşittirler. Tabii ağlananlar da geceleri eğlenirler. Kitap yazarsam adı idiotloji olacak.

Ha güzellik var mı, var. Ama çok çalışmak gerekiyor güzel bir şeyler yapmak için de, güzel olanı görmek, anlamak için de.

No comments: