Tuesday, September 20, 2011

Vicdanın sesi

Ece Temelkuran, "Sınıfsız Domates" diye çok tepki gören bir yazı yazdı. Yazıda, aralarındaki sınıf farkına rağmen evdeki yardımcısının kendisine nasıl içten bir sevgi duyabildiğini soruyordu. Sonra da bir başka yazıyla bu yazısının aceleye geldiğini, kendini doğru ifade edemediğini, ama kendisine gösterilen tepkileri de aşırı ve kötü niyetli bulduğunu anlattı.

Temelkuran, keşke ilk yazısında yardımcısının bir aylık geliri tutarında ayakkabılar aldığını ve yardımcısının hiç bir sosyal güvencesi olmadığını yazmasaydı, çünkü içine girdiği duygusal günah çıkarma hali içinde gerçek durumu anlatamadığını düşünüyorum. Zaten kendisi de söylediklerini düzeltmiş. Ancak Temelkuran'ın sorusu gayet yerindeydi: Yardımcısı, Temelkuran'ın sahip olup kendisinin olamadığı onca imkana rağmen nasıl onu seviyor, düşünebiliyordu? Tamam, bulundukları durum Temelkuran'ın değil sistemin suçuydu, ama yine de eski ve temel bir soru.

Belki teori ve solcular bunu Stockholm Sendromu'na bağlıyordur, ama benim başka açıklamalarım var. Birincisi, Tülay Hanım kendi imkanlar ufkuyla işvereninin önünde uzanan imkanlar ufkunu karşılaştıramaz, çünkü benzer tecrübeler yaşamamıştır. Başka bir deyişle, ne kaçırdığını bilmiyordur. Hayalleri de, kendisi için mümkün gördükleriyle sınırlıdır. Belki de işvereninin yaşadığı türlü çeşitli üzüntülere şahit oluyor, ona acıyordur. Tülay Hanım Ece Hanım'dan daha mutlu bile olabilir.

İkinci sebep ise şu: Geçen senenin sonunda Roberto Mangabeira Unger'ın Passion isimli makalesinden söz etmiştim. Unger orada diyordu ki, yüz yüze ilişkiler sadece çıkara dayalı olamaz, zamanla insanın içinde mutlaka bir duygu uyandırır. Eğer karşınızdaki kötücül birisiyse onu sevmezsiniz, iyicil birisiyse belki arkasından konuşursunuz, kızarsınız ama bir yandan da seversiniz. Belli ki Tülay Hanım da Ece Hanım'ı seviyor. İnsana dayanma ve uyum sağlama gücünü veren arkadaşlarının ve başkalarının onda uyandırdığı sevecenliktir. Sınıfı, işi ne olursa olsun herkese. Bunu anlamak için akşamları bizim ofise gelen temizlik görevlilerinin birbirleriyle şakalaşmalarına, dertleşmelerine kulak vermek yeter. Bizim dertleşmemize, şakalaşmamıza da.

Ancak konuyla doğrudan ilgili olmasa da Amartya Sen'in neredeyse her yazıda, bıkıp usanmadan tekrar ettiğim argümanını yine söyleyeceğim: Tülay Hanım'ın mutlu olmayı ve işverenini sevmeyi başarması, onun ve çevremizdeki insanların çoğunun hakettikleri imkanlara sahip olmadığı gerçeğini unutturabilecek bir bahane olamaz.

Tabii pek kimse Temelkuran'ın sorusuna cevap vermeye kalkışmadı çünkü herkes kafayı onun yazılarında savunduğu değerlerle yaşam tarzı arasındaki farka takmıştı. Orta sınıf hayatında yazılarında anlattığı acıları, çileleri anlıyor, hissediyor olamazdı, sadece bunları anlayan ve hisseden, bunlara öfkelenen biri olma fikrini seviyor olmalıydı. Zaten şu Sınıfsız Domates yazısında da başını belaya sokan aşırı duygulu üslubunda da bir... aşırılık vardı. Tekrar edildikçe baygınlaşıyordu.

Bana sorarsanız Temelkuran gerçekten öfkeleniyor, utanıyor. Bu utancı ona yaşatan durumlar, haksızlıklar ortadan kalksın istiyor. Herhalde yazılarının bunları ortadan kaldırmayacağının da farkındadır, ama bunları yazmak, içini dökmek zorunda kalıyor. Yeteneği tartışılabilir, ama ben bu kadarının içtenliğini biliyorum.

No comments: