Wednesday, November 09, 2011

Jean Charles de Menezes'e ağıt*

Olağanüstü hale ilişkin notlar

Duygusal çevremiz fakir ve tehlikeli. Sanatsal çalışma bunu değiştiremez, ama kaydını tutabilir. Görüş de sunabilir, hiç sorulmadıysa da.
Silahlı adamlar kalabalığın ortasındaki herhangi birini suçlu göründüğü için öldürdüğünde, bu bize geçmeyen bir geçmişi ve bilmek istemediğimiz bir geleceği hatırlatır.
Şu sıralar kurbanlar o kadar çok ki, bir başkası için üzülmek hata olur.
Adalet istemek patetik olur: Bir kurban için tek adalet intikamdır ve intikam savaşı besler.
Gücün şiddeti artık bir felaket değil, çok önemli bir şeyin göstergesi: İsyankar rüyalarımızı bile yapılandıran demokrasi yalanının sonu geldi.
Bizi içine dahil eden savaşın ana özelliği, bir dizi can kaybı gibi gözükmesi.
Hepimizi suçlu kurbanlara dönüştürüyor. Bizi kendi ülkemizde yabancı yapıyor.
Yaşadığımız olağanüstü hal artık olağan hale geldi ve bundan kurtulmanın tek yolu korkumuzu terkedip elimizde kalan tüm imkanlarla gücün terörünü hor görmek.
Her şeyi hatırlamak, hafızamızla direnmek, tahakkümün susturduğu hikayeleri anlatmak, kendi güvenlik fikrimizin kurbanları olmayı reddetmek, bu bir başlangıç olabilir.

*Jean Charles de Menezes, 7 Temmuz 2005 Londra saldırılarından iki hafta sonra polis tarafından şüphelilerden birine benzetildi ve bir metro istasyonunda yedi kurşunla öldürüldü. Bu yazıyı Claire Fontaine yazmış, ben çevirdim.


Bienal ve tarihin akışı

Bu sonbahar yapmak istediğim üç şey vardı: Yaratıcı yazarlık kursu, Filmekimi ve Bienal. Bienalle ilgili seyredip duyduklarım biraz hevesimi kaçırmıştı, ama annem de gitmek isteyince iki gün önce gittik. Liman İşletmeleri'nin İstanbul Modern'in yanındaki iki antreposu bienale ayrılmış. Kuratörler Jens Hoffmann ile Adriano Pedrosa, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in eserlerinden hareket ederek beş tema belirlemişler: Soyutlama, Ross (eşcinsel aşk diyebiliriz), Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Karma sergilerin etrafındaki küçük odalarda kişisel sergiler bulunuyor.

Çağdaş sanata karşı önyargılı olmama rağmen iyi ki gitmişim. Aklımda çok şey kaldı, ama en çok sevdiklerim: İçinden kurşun geçen dia gösterisi (William E. Jones, Antrepo 3), tüfek anıtı (Eylem Aladoğan, 3), yukardaki not (Claire Fontaine, 3), İsraillilerin patlattığı evlerden çıkan eşyalar (Bisan Abu-Eisheh, 3), Abadan Rafinerisinden dışarı akan işçiler (Nasrin Tabatabai ve Babak Afrassiabi, 3), Yıldız Moran Arun'un fotoğrafları (3), İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana radyo programlarının ve röportajların plak kapakları (Dani Gal, 3), İran Devrimi sırasında Amerikan Büyükelçiliği çalışanlarının kağıt kıyma makinesine attığı memolar (Tarih, 3), O.K: Büyük hızla kağıt damgalayan el (Tarih, 3).

Calder'in "Vertical Constellation with Bomb" heykeli (Alessandro Balteo Yazbeck ve Media Farzin, 5), "soyut emek" - içinde delik olan kürek (Soyutlama, 5), Kutluğ Ataman'ın askerlikten muaftır kağıdı (Ross, 5), İsrail kurulana kadar Orta Doğu'da serbestçe dolaşıldığını gösteren pasaportlar (Pasaport, 5), güvenlik için karıştırılan çantalar (Pasaport, 5). İtiraf ediyorum beşinci antrepoyu üçüncüsü kadar ayrıntılı gezmeye halimiz kalmamıştı. Ayrıca annemin deyimiyle antrepolarda "soğuk yerleştirmesi" vardı.

Bazen insan tarihin akışını, ya da Ece Temelkuran'ın sevdiğim yazısındaki gibi insanlığın kaderinin bir parçası olduğunu unutuyor. Sanki dışarda olup bitenlerin bizim yaşamımızla hiç bir ilgisi, ona hiç bir etkisi yokmuş, olamazmış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ama sanat bize hatırlatıyor. Haksızlıkları, mücadeleleri, insanların nasıl sürüklendiklerini ve hayatlarının hallaç pamuğu gibi nasıl atıldığını hatırlatıyor. Bienal, o akışın gücünü hissettirebildiği için bu kadar güzeldi.

1 comment:

Nicholas Urfe said...

Beğendiğin eserleri okuyunca içimden "aklın -ya da estetik zekanın(!)- yolu bir!" demek geldi. Bienalde hemen hemen aynı eserleri beğenmişiz...
Bu arada "perfect lovers" çalışması ile ilgili yorumlarını da merak ettiğimi belirtmek isterim :)