Nuray Mert, 2 Mart'ta Radikal'deki köşesinde yazmış, bir fikri yaşatmak, haksız çıkmamak uğruna haksızlık yapmayı, insanları feda etmeyi göze alanları:
Çünkü, bu kafa, ‘mutlak iyi’ye, ‘mutlak doğru’ya ulaşmak için her yolu mubah ve meşru görür. Yoluna çıkan engelleri, ‘kaçınılmaz tarihsel sancı’, haksızlığı ‘kurunun yanında yaş da yanar’ diye kabul edilir bulur. Demokrasinin en büyük düşmanı, işte bu kafadır.
Türkiye’de siyaseti bu kafa ile, yeni bir zemine oturtmak için çaba gösterenler, ne kendilerinin iddia ettiği gibi demokratik hedefler adına, ne de bazılarının sandığı gibi, karanlık emellerle hareket etmiyorlar. Bir postmodern cemaat ile, eski solcu liberalleri buluşturan, ne demokrasi aşkı, ne de bazılarının sandığı gibi ‘kötü ve gizli’ niyetler değil, bu tehlikeli kafa! Çünkü, bu kafa, bir büyük kapışmadan tarihsel bir büyük diriliş bekliyor. Bu nedenle habire kapışmayı körüklüyor. Modern tarih boyunca toplumlara büyük maliyet ödetmiş milliyetçi, sosyalist, tüm otoriter akımların en büyük zaafı, bir büyük diriliş adına gözlerini karartmış, ‘yaş’ları ateşe atmayı baştan göze almış olmalarıydı.
1949 yılında basılan Huzur'da, Ahmet Hamdi Tanpınar, İkinci Dünya Savaşı'nın arkasındaki
zihniyeti de aynen böyle anlatmış:
Mistik... İşte en korkunç şey. Bir kere ayağınızı topraktan kesmeyin. Her şey olursunuz, havadan kaptığınız her şey... Çünkü uzviyetinizde parazitler konuşur, insanlık mistiği, kuvvet mistiği, ırk mistiği, hacalet, ıstırap mistiği... Çünkü tanrılık yanıbaşınızda bir aktör elbisesi gibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki... Bir kere insan tanrılaşmağa alışmasın. Mutlak bir fikir olduğunu, hakikatin tek göründüğü yer olduğunu sanmasın.Delikanlı beni imanlarım, şüphelerim kadar mustarip eder. Onun için kimseye zararım yoktur. Onlar, mistikler öyle değil. Onlar misyon sahibidirler... (sf. 376)
Siyasetle ilgilenenlerin hepsinde biraz bu var herhalde, darbeciler olsun, cemaatçiler olsun, solcular olsun. Mutlak doğruyu bildiğini düşünmek ve kendini onu dünyaya getirmeye görevlendirilmiş sanmak. Sırf çıkarlarını düşünmüyorlar aslında. Onlara politikayla uğraşacak duygusal enerjiyi veren bir fikir, bir hikaye var. İğneyi kendimi en yakın saydığım gruba batırayım: Türkiye'deki sözde liberaller, neredeyse AKP eliyle "zorla demokratikleştirmenin" mübah olduğunu düşünüyorlar, hem de "Kemalist proje"yi faşistlikle suçlarken! İroniye bakın.
Peki dünyanın bizim istediğimiz yönde değişmesinin, ancak insanların zorla değil, kendiliklerinden bizimle hemfikir olmalarıyla mümkün olduğunu, bunun da çok zaman, çok emek gerektirdiğini anladığımızda ne yapmalı? Tamamen bu işlerden elimizi eteğimizi çekip, keyfimize mi bakmalı? Kendimizi yogaya, modaya mı vermeli? Onun da cevabını Tanıl Bora vermiş Sol, Sinizm, Pragmatizm kitabında. Cengiz Alkan'ın 12 Şubat'ta Radikal'de kitap üzerine yazdığı yazıdan alıntı:
Peter Sloterdijk’in “Aydınlanmış yanlış bilinç” olarak tanımladığı, “Aydınlanmacı akılla donanmış, gerçekliğe -ve kendi gerçekliğine- eleştirel bir mesafeyle bakan ve onu kavrayan, fakat bu kavrayıştan çıkardığı sonucun icabını yapamayan, yapmaya muktedir olamayan, yapamamanın da mutsuzluğunu taşıyan bir bilinçtir bu. Arkasında, aslında modernliğin doğal neticeleri sayılacak etkenler vardır: Bireyin psiko-kültürel dağılma endişesi, bir Benlik iddiası ortaya koymaya dönük bastırmalar, soğuk araçsal akılcılığın nüfuzu...” bir ‘pis sinizm’den ayrı olarak, “yitirilmiş küstahlığın yeniden keşfi” ‘iyi bir sinizm’ de vardır: “Özgürleştirici, hücumcu bir sinizmdir bu. Maske indiren, ‘Kral çıplak’ diyen satirik geleneğe dayanır. ‘Gerçeğin’ ve hâkim gücün karşısında neşeli bir kayıtsızlıkla işine bakar. Araçlara ilişkin bir sinizm değildir bu; araçların amaca nisbetle uygunsuzluğuna, yetersizliğine takmaz; amaçlara ilişkin bir sinizmdir, uzak/nihai amacın uzaklığından ötürü morali bozulmaz, bu anlamda ‘amaçsızca’, önündeki somut ihtiyaçlara ve onların icaplarına bakar.”
Yapılması gereken fikirler için insanları feda etmektense, şu anda yaşayan, haksızlıklara uğrayan insanlar için bir şeyler yapmak. Türkiye'nin Hollanda olacağı günleri bizim göremeyeceğimizi, çorbada tuzumuzun çok az olacağını bile bile. Yeni Sol'un kurucularından Ahmet İnsel, Radikal'de 18 Şubat'ta çıkan röportajında şöyle diyor:
Şiddet yöntemiyle bir gecede iktidarı almak hedefi bir ütopyayı gerektirmiyor aslında, sadece acil biçimde iktidar olma arzusunu ele veriyor. Ütopya hemen varamayacağınızı bildiğiniz ama davranışlarınızı ve hedeflerinizi ona doğru yönlendirdiğiniz bir ufuk çizgisidir. Siz iktidarı aldığınızda bütün ütopyanızı gerçekleştireceğinizi sanıyorsanız zaten o ütopya değildir. Dolayısıyla büyük bir yanılsamaya son verdi 20. yüzyıl. Değişimler, “Yaptım” demekle olmuyor. Çok uzun zaman süreçlerinde gerçekleşiyor. Bugün küresel hegemonyasına karşı mücadele ettiğimiz ABD’nin devriminin anayasası iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri hala yürürlükte ama 1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.
Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealimizdir. İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde dönüştüreceğiz.
No comments:
Post a Comment