Wednesday, November 02, 2011

Yürüyüş

Nilgün durdu, önünde yükselen yokuşa ve onu daha şimdiden bir keçi gibi neşeyle tırmanmakta olan Ali'ye baktı. Çayır mavi gökyüzünün, beyaz yuvarlak bulutların altında yemyeşil, yumuşak bir halı gibi yükseliyordu. Yer yer yıkılmış taş bir duvarın yanından yürüyorlardı. Saat öğleden sonra dörttü ve güneş artık ısıtmıyordu. Birden kendisini felç eden bir kötümserliğe kapıldı. İçindeki şalterler inmişti sanki. "İşte," dedi, "beni bırakıp gitti. O da benden sıkılmaya başladı. Saat şimdiden dört oldu, nasıl yürüyeceğiz bu kadar yolu?" Yavaş yavaş tırmanmaya başladı ama kötü düşüncelerinden kurtulamıyordu. Bazen Ali kendini kaptırıp hızlıca tırmanıyor, arada durup fotoğraf çekiyor, bu sırada Nilgün’ün yetişmesini bekliyordu.

Çıktıkları yerden aşağıdaki göl ve çevresindeki tepeler çok güzel görünüyordu. Gölün üstü akşamüstü güneşiyle ışıl ışıldı, ağaçlarla kaplı küçük kara adacıklar vardı. Geldikleri yana döndüklerinde kasabayı ve ardında başka tepeleri görebiliyorlardı. Ali kayaların üstüne çıkıp fotoğraf çekti. Nilgün manzaraya baktı, sırt çantasını yere koyup gerindi, derin bir nefes aldı. Her şey çok güzeldi, bunun tadını çıkarması gerektiğini düşündü. Ama bu mümkün değildi hiç. Tanpınar’ın Huzur’da dediği gibi mutluluğu sessizce yol kenarına bırakmanın bir yolunu bulurdu hep. Bir kayanın üzerine oturup çantasını kucağına aldı. Aklında önlerindeki yürüyüş vardı ve korkuyordu. Bu rotayı öğle yemeği yerken yanlarındaki kitaptan seçmişlerdi. Sabah yaptıkları yürüyüşten daha uzun ve zordu. Yolun bir yerinde uçurumun kenarından yürüyecekleri, dikkatli olmaları gerektiği yazıyordu. Kitaba bakılırsa sekiz yaşından büyük bir çocuk bu yoldan yürüyebilirdi, ama bu Nilgün'ü rahatlatmıyordu. Ali'nin kendi fotoğrafını çektiğini farkedince gülümsedi, ayağa kalktı.

Duvarın yanından yürümeye devam ettiler; bu kez aşağı iniyorlardı. Bir süre sonra Ali durdu, elindeki kitaba bakıp gülerek, “birazdan uçuruma geliyoruz,” dedi. “Bir de alternatif rota var, duvarın arkasından gidiyor.”

“Ben ordan gideyim, sonra buluşuruz,”

Ali Nilgün’ün elini tuttu, “olmaz öyle şey, ben de seninle gelirim o zaman.” Bir kaç adım sonra: “Ama manzara çok güzelmiş.”

Nilgün bir şey demeden durdu. O da bu kadar yolu geldikten sonra manzarayı kaçırmak, zorluktan kaçmak istemiyordu. Oyunbozanlık yapmak hiç istemiyordu. Ali “söz elini bırakmayacağım,” dedi.

Yürümeye devam ettiler. Dar, toprak, taşlı yol artık uçurumun kenarından ilerliyordu ve Nilgün’e öyle geliyordu ki, uçuruma doğru eğimliydi. Bir adım daha atacak cesareti yoktu. Ali uçurumdan dışarı uzanan bir ağaçtan destek alıp biraz aşağıdaki bir kaya parçasına bastı, “Şimdi şuraya bas, şimdi buraya,” diye başıyla işaret edip Nilgün’ün geçmesine yardım etti.

Nilgün geçerken bir an manzarayı gördü: Göl aynı göldü, ama o küçük aralıktan gözüne daha başka, daha parlak gözüktü.

Çok geçmeden yol uçurumdan uzaklaştı, ama bu sefer de iyice dik bir yokuşa dönüştü. Çam ağaçlarının arasına girdiler, üzeri cilalanmış gibi parlak taşların üzerinden indiler. Nilgün artık ne zaman kayıp düşmekten korksa Ali’ye söylüyor, Ali de bir yandan elini tutarken bir yandan bir adım önünden yürüyüp nereye basacağını gösteriyordu. Nilgün artık kaygan taşların üzerine yan basması gerektiğini öğrenmişti. Yanlarından akan ince derenin üzerindeki tahta köprüde durup fotoğraf çektiler.

Gölün kıyısına indiklerinde Nilgün o kadar rahatlamıştı ki kafasında huzurunu bozacak hiç bir tasa, hiç bir düşünce barınamıyordu. Ali’nin koluna girdi, yürüdüler. Biraz sonra yolları gölden uzaklaştı, çevrelerinde koyunlar, keçiler belirdi. Ali Nilgün’ün gerideki tepelere baktığını gördü.

“Bak, bunları aşmıştım diyeceksin,” dedi.

1 comment:

greybook said...

Bu, hayatın içindeki küçük anın atmosferini ve duygusunu yaşatma çok başarılı.Bitişlerdeki küçük vurgu da..
Eksikler:Çok sayıda virgül..
Fazlalık:İkinci paragrafın son cümlesindeki 'kendi' kelimesi..