Friday, December 02, 2011

Her şey beklenir

(Son beş cümlesi belli hikayeyi tamamlama ödevi.)

Kapıyı açar açmaz boynuna sarılıp öptüm onu: “Ben de geliyorum!”
“Nereye?”
“Nereye olacak, Londra’ya!”
Durdu. “Aa ciddi misin? Nasıl oldu?”
Ceketimle çantamı çıkarırken anlatmaya başladım: “Yüksek lisans başvurum kabul edilmiş! Çok iyi bir program sayılmaz ama olsun, mezun olduktan sonra da bir yıl oturma izni alabileceğim. Bu arada mutlaka bir iş bulurum.” Yemek masasına tabaklar, bardaklar, atıştırmalık bir şeyler çıkarıyordu. Uzanıp ağzıma bir parça peynir attım.
Yüzüme bakmadan, “istifa ettin mi?” diye sordu.
“Evet, öğrenir öğrenmez Mehmet Bey’le konuştum.”
“Ne içersin?”
“Şarap açıp kutlayalım mı?”
“Ben ilaç alıyorum ama sana koyayım.”
“Ben de içmeyeyim o zaman. Su yeter.”
Masaya oturup sessizce onu izlemeye başladım. Çok sevineceğini düşünmüştüm ama sevinmemişti. Her şeyin çok güzel olacağına olan inancım kocaman, renkli bir balonsa, hızla sönüyordu. Hatta sanki ben bir balondum da, hızla sönüyordum.
“Ee, Londra nasıldı? ,” diye sordum.
“Çok yoğundu. Ofistekilerle tanıştım. Bir sürü toplantılar oldu.” Bardağıma su koyup oturdu.
“Ev bakmaya vaktin oldu mu?”
“Hiç olmadı. Sen toplanmaya başladın mı? Sizin şirkette ihbar süresi ne kadar?”
“Bir ay.”
“Keşke istifanı vermeden konuşsaydık.”
“Neyi?”
“Ben daha orada kalıp kalmayacağımı bile bilmiyorum. Ev bulmak lazım, bir yandan çok uzun saatler çalışmam gerekecek. İlk bir kaç ay tek başıma kalıp her şeyi düzene sokmayı düşünüyordum.”
Daha bir hafta önce “keşke sen de Londra’ya gelebilsen!” diyen adamdı bu. Yüksek lisans programına kabul edildiğimi öğrendiğimden beri ilk defa geride bırakacağım hayatı düşündüm. En yakın arkadaşlarımı, bin bir zorlukla bulduğum işimi, güzelce döşediğim evimi. Hepsini bu adam için mi terkediyordum? Sert ve soğuk betona düşmüş gibi bir hisse kapıldım. Konuşunca kendi sesimi tanıyamadım.
“Acayip bir hisse kapıldım,” dedim. “Sanki bir daha hiç görüşmeyecekmişiz gibi.”
“Ne demek şimdi bu?”
“Önümüzdeki bir kaç ay görüşmeyelim. Sen yerleşince beni ararsın... Bakarız.”
Bekledim ki itiraz etsin, hiç olur mu öyle şey, sen beni yanlış anladın desin.
“Haklısın,” dedi. “Belki de böylesi daha iyi.”
***
Bir buçuk yıl sonra ondan bir mesaj aldım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Nerede olduğumu soruyor, görüşmek istiyordu. Hayır diyemedim. Spitalfields’daki Market Coffee House’ta buluştuk. Dışarıda yağmur yağıyor, içerisi süt ve kek kokuyordu. Noel şarkıları çalmaya başlamışlardı. Meşe masalarla sandalyeler insanın içini ısıtıyordu. İnsan etrafındaki mutlu insanlara bakıp mutluluğa hakkı olduğunu düşünüyordu.
“Demek bu kadar zamandır burdaydın ha,” dedi. “Neden haber vermedin?”
“Senin için önemli olmadığını düşündüm.”
“Ne yapıyorsun?”
“OMG’de çalışıyorum.”
Geçen bir buçuk yıl gururla söylenmiş kısa bir cümleyle anlatılabiliyordu işte. Aşk da, öfke de insanı verdiği kararlarla, ettiği laflarla baş başa bırakıp ortadan kayboluyordu. Bir cesedin yanında uyanıp hiç bir şeye anlam veremeyen biri gibi kalakalıyordu insan. Sonra sadece ayakta kalmaya çalışıyordu ve sadece ayakta kalabilmek yetiyordu, başka hiç bir şey gerekmiyordu. Zaman geçtikçe kafa dengi insanlarla tanışıyordu, insanların iyiliğini görüyordu ve onları tanımış olmayı eski hayatına değişmeyeceğini farkediyordu. İçinde en ufak bir pişmanlık kalmıyordu o zaman. Hatta neredeyse ne kadar güçlü olabildiğimi görmeme vesile olduğu için ona teşekkür edecektim.
“Senin adına sevindim.”
Sessizlik oldu.
“Konuşmak istiyorum demiştin. Konu ne?”
“Bana kızgın olduğunu biliyorum,” dedi. “Ama o zaman önce kendi hayatımı yoluna koymam gerekiyordu.”
“Koyabildin mi bari?”
Sanki içinde bulunduğumuz durumun keyfini çıkarıyor olduğumu anlamış da hoşgörüyormuş gibi gülümsedi.
“İstanbul’a dönüyorum.”
“Niye?”
“Yoruldum. Mert’le kendi büromuzu açacağız.”
“Hayırlı olsun.”
Sanki eğlenceli bir oyun yarıda kalmıştı. O zaman niye benimle görüşmek istemişti ki? Tepkimi anlamak için yüzüme baktı, gözlerimi pencereden dışarı çevirdim.
“Geçen zamanda benim için ne kadar değerli olduğunu anladım. Belki yanımda olsaydın bu kadar yorulmazdım.”
Ses çıkarmadım.
“Sen ne düşünüyorsun?”
“Ne konuda?”
“Herhalde hep burada kalmayacaksın.”
“Sanırım bir süre daha kalacağım.”
“İstanbul’a gel.”
Bunu kabul edebileceğimi düşünüp söylemiş olması bana o kadar inanılmaz geldi ki, o ana kadar korumayı başardığım seviyeli duruşuma hiç uymayan şu cevabı vermekten kendimi alamadım:
“Sen kafayı kırdın herhalde.”
Hiç alınmadı. Sanki bana güven vermesi gerekiyormuş gibi gözlerini gözlerime dikip: “Hayır, son derece ciddiyim.”
Kadınlar çoğu zaman kendilerine gösterilen ilginin, romantizmin, edilen iltifatların formalite icabı olduğunu bilirler, ancak kafaya alınmayı istiyorlarsa bunu görmezden gelirler, hatta bu hoşlarına gider. Böyle bir niyetleri yoksa ya da bu artık ellerinden gelmiyorsa, böyle duygusallıklar ancak öfke kaynağı olabilir.
“Ben bir yere gitmiyorum.”
Telefonunun o nefret ettiğim zili çaldı, gelen mesaja baktı.
“Özür dilerim, gitmek zorundayım.”
Atkısını, şemsiyesini alıp kalktı. Eğilip yanağımdan öptü. Sonra cüzdanını çıkarıp masaya kartını bıraktı.
“Düşün,” dedi. “Ben bir ay daha burdayım.”
Kapıdan çıktı ve aklıma bir ihtimalin tohumunu ekmiş olmanın rahatlığıyla işine döndü. O tohum nasıl olsa kendi kendine büyürdü.
***
Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun bir zaman sonra gazetede ölüm haberini aldım. Hiçbir şey hissetmedim. Tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi. Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.

1 comment:

greybook said...

Yazarin samimiyeti ressaminkini sollamis.Ironinin manifestoya donusmesindeki aki(l)cilik All the Single Ladies'in yuregini sogutacak cinsten..