Sunday, December 04, 2011

Güzel bir Cumartesi günü

Allah hayır etsin bu haftasonu çok enerji doluyum. Bunu astrolojiyle açıklamak istemiyorum ama bir enerji var. Şimdi de Nicholas Urfe'den aldığım ilhamla ve über gerçekçi bir üslupla dünkü maceralarımı anlatayım. Hatta gerçek bir blog yazarına yakışacak şekilde araya fotoğraflar da yerleştireyim.

Günüm Pınar Öğünç'ün hapisteki arkadaşlarına moral olsun diye saçlarını kestiren, sonra tanınmamak için kestirdikleri gerekçesiyle göz altına alınan üniversite öğrencilerini anlattığı yazısını okumakla başladı. 90'ların başında doğmuş bu çocukların hayatının nasıl göz kırpmadan karartıldığını ve bunun nasıl bir kafa olduğunu düşündükten sonra THY rezervasyonumu iptal ettirip, TTNET promosyon koduyla yeniden yaptırdığımda sadece 10 TL kar ettiğimi görerek hayal kırıklığına uğradım.

Beşiktaş-Taksim dolmuşuna atladığım gibi Çin kapısının önünde patladım. Maceracı ruh halim nedeniyle Taksim'e yürümektense bu sefer kapının arkasındaki merdivenlerden indim. Böylelikle Sıraselviler'in ıslak hamburgecilerini bypass edebileceğimi umdum ama insan umduğunu bulamıyor tabii. Önce bir inşaatın yanından inen yokuşun altında arka camı olmayan bir araba çekti dikkatimi. Sonra yokuşun üstüne asılmış "arabalarınızın hasar görmesini istemiyorsanız lütfen bu yöreye parketmeyin" yazısı. Oradan geçenlerin halinin nice olduğunu düşünerek yokuştan indim.

Sonra gayet sıkıcı bir takım yokuşlardan inip sokaklardan geçerek kendimi pek bir yere varmıyormuş gibi görünen düz bir sokakta buldum. Sonradan anladım ki burası Setüstü diye tabir edilen apartmanların arkası oluyor. Bu sokakta selamlaştığım yaşlı teyzenin bu kayboluşa değeceğini düşünüp kendimi avutarak sokağın sonuna geldim. Sokağın sonunda Alçakadam Yokuşu'yla karşılaştım ve bu yokuşun beni Cihangir'e çıkaracağını umarak merdivenlerinden tırmanmaya başladım. Yokuşun adı Alçakdam'mış meğerse. Bir kaç grup basamağı çıktıktan sonra Pürtelaş Mahallesi Muhtarlığı'nın önüne vardım. Bu ne müthiş bir mahalle adıdır diye düşünerek çeşitli fotoğraflar çektim:




Neyse ki yokuşun sonunda Cihangir otoparkı ve bir çocuk parkı gözüktü. Bunları geçince karşıma, gene bir set üstünde kurulmuş kocaman pembe bir bina çıktı. Otopark görevlisine sorunca Alman Hastanesi olduğunu öğrendim. Yıllar önce buraya bir arkadaşımı getirdiğimi hatırladım. O yaz sık sık böyle tek başıma keşif yürüyüşlerine de çıkmıştım. Niye artık çıkmadığımı düşündüm, buralı oldum diye mi? Cihangir'in güzel, renkli sokaklarından (ve çok güzel görünen bir şarkütericinin önünden) geçip meydanına vardım. Meydandaki kahve hıncahınç doluydu, ünlü birini görebilir miyim diye dikkatli baktım ama kimseyi göremedim. Kahvenin karşısında "Bohem" Century21 emlakçısı. Cihangir'le Nişantaşı canıma can katıyor.

Çukurcuma'ya devam ettim. Antikacılar, küçük kafeler, karanlık, rutubetli sokaklar, binalar yerli yerinde. Bir kafenin eşiğindeki mindere oturanlar ve kapısında dikilen Feridun Düzağaç. Yaşama sevinciyle mi, kederle mi yoksa başka bir şeyle mi kafayı buldukları anlaşılamayan bu insanlara özenmedim hiç. Hatta normal bir işim olduğuna sevindim ve günün birinde yazdıklarımı bastırmayı başarsam bile bir yandan normal bir işim olması gerektiğine karar verdim. Yolda çok güzel bir Gayrimüslim lisesi var. Daracık yoldan son sürat geçen arabalara kızdım yine.

İstiklal'de (neyse ki) kısa bir süre yürüdükten sonra Galatasaray Lisesi'nin yanından inmeye başladım. Burası üstü "bohem," altı Tophane olan, mahallelilerin galeri sahiplerini ve "sanatseverleri" dövdükleri yokuş. Benim gözlemim şu ki, henüz galeri sahipleri mücadeleyi kazanamamış. Tamam bazı galeriler açık ama yokuşun havası, insanları değişmemiş.

Tam Tophane-i Amire'nin önünde bir su borusu patlamış, yolun iki yanından geçen arabaları da ıslatmayı başarıyordu.


Fıskiyenin resmini çekerken tam bu noktadan Galata Kulesi'nin de gözüktüğünü farkettim. Evet ben de kafayı bulmak üzereydim. Neyse ki bu fazla uzun sürmedi ve pek güzel bir caminin önünden geçip İstanbul Modern'e ulaştım. Lütfen müzenin size verdiği çıkartmayı çantanıza yapıştırmayın. Hatta hiç bir yerinize yapıştırmayın. Girişteki kız "hafif yapıştırın" dediğinde artık çok geçti. Çakma Bottega çantam vintage bir görünüme büründü. Elim biraz ağırdır söylemesi ayıp. Vur deyince öldürebilirim. Hele şu aralar kendimi iyice ağır abla hissediyorum Mars'ın da etkisiyle. (Bu öyle bir etki ki Perihan Mağden'i bu hale getirdi.)

İstanbul Modern'e girince manzara çarptı beni. Çünkü o iğrenç apartmanvari cruise gemisi yoktu. Hatta kafenin terasında oturuyorlardı insanlar. Müze kapanmadan gezip çıkışta bir sıcak çorba içme kararıyla ilk iş giriş katında gösterilen videoyu buldum. Videoda Bennu Yıldırımlar oynuyor, bir yanda yetmişlerin toplumsal olayları, diğer yanda bu olayların bir evin içindeki kadınlara (çoğunlukla anarşik bir erkek üzerinden) etkisi gösteriliyor. Yine insanın insanlığın kaderinden kendini soyutlayamama mevzusu.

Sonra Hayal ve Hakikat sergisini gezmek üzere aşağı indim. Sergide pek çok kadın sanatçının işleri gösteriliyordu. Gezerken kadınların kadınlık durumlarıyla ve kendileriyle neden bu kadar meşgul olduklarını düşündüm. Mesela azınlıklar ve gayler de bunu yapıyordu ve bu durum azınlık ya da gay olmayan bizler için belli bir noktadan sonra sıkıcı oluyordu, belki zavallı, belki bir saldırı gibi gözüküyordu. Ama sonra hak verdim: Biz hakkımızı yedirmemek için savunmada kalmak zorundaydık, çünkü kimse bizim iyiliğimizi düşünmüyordu. Biz de isterdik kaleden ayrılıp forvette oynamayı ama fırsat vermiyorlardı. Sonra da neden kızgın, hırçın olduğumuza şaşıyorlardı. Sergide bir kaç işi çok sevdim, sanatçılarını not almadığım için çok pişmanım: Tıpkı annesi, tıpkı babası (babasının ve annesinin direktifleri doğrultusunda hazırlanan kızın girdiği kılıklar), Kezban Arca Batıbeki'nin Kitsch odası, içli şarkılar eşliğinde Zürafa Sokak'tan manzaraların gösterildiği Bordello, çeşitli namus ve aşk cinayetlerine kurban giden kadınların oluşturduğu Aşkın Kitabı ve aşağıda korsan olarak çektiğim resimde gördüğünüz S.kimden Aşağısı Kasımpaşa.


Ben bu resmi çektikten sonra yanıma çok temiz yüzlü bir güvenlik görevlisi yaklaştı, fotoğraf çekmemin yasak olduğunu, silmem gerektiğini söyledi. Ben de "silerim tabii" deyip yürüdüm. Daha nemrut görüntülü bir şey olsaydı silerdim de herhalde, ama böyle birini nezih bir müzeye almazlardı. Bu çocukların bu eserler hakkında ne düşündüğünü çok merak ettim. Onlarla bir röportaj yapılıp müzenin bir yerine de bu yerleştirilmeli bence.

Müzenin kapanma saati gelip üst kattaki kafeye yöneldiğimde bir baktım kapı duvar, kapkaranlık. Meğersem özel bir davet varmış o gece, artık kimseyi almıyorlarmış. Hayal kırıklığıyla dışarı çıktım, akşam olmuş. Eve dönmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Cami görkemli ve korkunç gözüküyordu, önünde ufak kule gibi bir şey vardı. Galata Kulesi'nin ışıklarını yakmışlar. Antrepoların oradaki çayhanelerin yanından geçip yola çıktım. Bir baktım Beşiktaş yönüne doğru kocaman, acayip siyah araçlar geliyor. Bunlar Türkiye'de göreceğiniz tarz araçlar değil. Birden hatırladım ki Amerikan başkan yardımcısı Joe Biden ülkemizde. Bu en az yirmi araçlık konvoy geçtikten sonra patlak borunun oraya geldim. Olay mahalli şöyle görünüyordu:


Tophane yokuşunu gerisin geriye çıkarken, nerede yemek yiyebileceğimi düşündüm. Günün başındaki enerjim yoktu, yorulmuştum. Tam yemek saatinde gözüme kestirdiğim lüks bir lokantaya girip tek başıma dört başı mağmur (mağmur değil, mağrur!) bir yemek yemek gerçek bir zafer olurdu. Ama dedim ya, yorgundum. Cumartesi akşamı bir kadının yalnız başına yemek yemesinin garip, acıklı gözükeceğinden korkuyordum. Korktuğum için de gözükecekti, korkmasaydım gözükmezdi ama. Ara Cafe'ye gitmeye karar verdim. Önündeki masaları kaldırdıkları için içersi tıklım tıklımdı, önünde sıra vardı. (Ara Cafe'nin önündeki masaları kaldırmış olmaları ne işe yaramış merak içindeyim.) Hemen karşıdaki Özsüt'e gidip çay eşliğinde su böreği yedim. Sonra gözümü karartıp kalabalığa dalaraktan Paşabahçe'ye gidip bir arkadaşıma yeni yıl hediyesi baktım. Bulamadım. Yolda Büyükşehir Belediyesi'nin kitapçısına girip anneme küçük bir hediyeyle kendime bir Alaeddin Yavaşca CD'si aldım. Güzel ama alışmak gerekiyor.

Beyoğlu'ndaki insanlar, kalabalık bana korkunç gözüktü. Sıra bekleyip para çektim. Sinemada gitmek istediğim film çok geç saatteydi, ben de Çin Kapısı'nın ordan dolmuşa bindim. İnsanın yorulunca hiç bir şeye fazla kafa yorup endişelenmemesi, sadece dinlenmesi gerekiyordu. Bu sabah yeni bir enerjiyle kalkıp bunları yazdım.

1 comment:

Nicholas Urfe said...

thumbs up ! :)