Saturday, August 18, 2012

Camdan ev

Denir ki, cam evlerde oturanlar başkalarına taş atmamalıdır. Dış politikamızın yabancıların çok sevdiği deyimle "doğal sınırları" hep iç sorunlar oldu. Sanki ülkemizde çoğulcu demokrasi, kimsenin hakkını yemeyen, gerçekten işleyen bir hukuk sistemi varmış da herkes mutlu, huzur içinde yaşıyormuş gibi kalkıp Suriye'nin muhaliflerine destek vermeye kalkıyoruz. 

Ülkemizdeki de dahil olmak üzere silahlı ayaklanmalarda, ayaklananlar kendilerine ve temsil ettiklerini iddia ettikleri gruplara verilmeyen hakların ancak silahla alınabileceğini iddia ederler. Çatışmalarda sivil, asker ve gerilla pek çok masum insan ölür, pek çok insan evini, geçim kaynaklarını kaybeder, göç etmek zorunda kalır. Uğruna savaşılan bölge halkı silahlı örgüt ile ordu arasında sıkışır, perişan olur. Silahlı örgütün amacının gerçekten hakça ve demokratik bir düzen mi, yoksa güç ve intikam mı olduğu ise bütün bunlar olup bitene kadar anlaşılmaz. Zaten onları destekleyenlerin amacı da o ülkeye/bölgeye demokrasi değil, kendi çıkarlarına uygun bir yönetim getirmek olduğu için, sonuçta demokratik bir rejim kurulup kurulmayacağı onları pek ilgilendirmez.


Aktif dış politika izleyen her ülkenin demokratik bir hukuk devleti olması gibi bir şart mı aranıyor? Hayır, öyle bir şart yok tabii ki. Mesela Rusya, Çin, İran ve Suudi Arabistan çıkarları doğrultusunda aktif davranıyorlar. Ama bizim Suriyeli muhalifleri destekleme politikamız hem zaten endişeli olan Alevileri rahatsız ediyor, hem de Esad'ın ülkenin kuzeyinin kontrolünü Kürtlere bırakması ile Türkiye'de siyasi özerklik isteyen Kürtlerin konumunu güçlendirecek bir ortam yaratıyor. Kısacası hem kendi çıkarlarımıza ters düşen, hem de Suriye'deki sivillere faydalı olup olmadığı tartışmalı bir politika izliyoruz. İnşallah mistik dış politikamız bazı AKP destekçilerine hala heyecan veriyordur da bari hükümetimiz bu işten kazançlı çıkar. 

Sunday, July 22, 2012

Karamazov Kardeşler üzerine

(Kitabı okumadıysanız bu yazıyı okumayın, kitapta ne varsa anlatıyorum çünkü.)

Karamazov Kardeşler'i okurken ve şimdi bu yazıyı yazacakken, şunu anlamaya çalıştım hep: Dostoyevski hangi fikri savunuyordu, hangi karaktere hak veriyordu? Aslında Ivan Karamazov'un Büyük Engizisyoncu bölümünde anlattığı özgürlüğünden kurtulmaya çalışan insana yakışan bir soru bu: Hazır cevaplar ister bu insan, yönlendirme ister.

Ama yazar ya henüz kesin bir fikre ulaşamamıştır, ya da fikirlerini çok büyük bir maharetle gizler. Belki de olgunluk çağını yaşayan yazarın bu kitabı yazmaktaki amacı, içinde çarpışan fikirleri ortaya döküp bir karar verebilmekti. Bunu yaparken her görüşün hakkını öyle iyi verir ki, Ivan Karamazov'un inancın temelinde yatan "ahenk" fikrine İsyan'ına da, Büyük Engizisyoncu'nun insanların onları kurumsal dinlere yönelten zayıflıkları üzerine tahlillerine de, iyi bir din adamı olan Staretz'in ölüm döşeğinde verdiği vaaza da -büyük ölçüde- hak verirsiniz.

Dostoyevski, karakterlere de aynı hassasiyetle yaklaşır. Kitaptaki tek bütünüyle kötü karakter Fyodor Pavloviç, tek katıksız iyi karakter ise Alyoşa'dır. En kötücül ve sevimsiz karakter Smerdyakov'un bile kötülüğünün sebeplerini anlamak, Gruşenka ile Mitya'nın tüm düşüncesiz delidoluluklarına karşı içlerindeki iyiliği, kadirbilirliği farketmek, Ivan'ın inancın varolmadığı yerde erdemin de varolamayacağı teorisini çürüten vicdan muhasebesine şahit olmak, Katya'da gururu, nefreti, yüce gönüllülüğü ve sevgiyi bir arada görmek mümkündür. Ivan'la Mitya'nın başına gelen felaketler kötü insanlar oldukları ve bu yüzden de başlarına felaketler gelmesi gerektiği için değil, gerçek hayatta da böyle olacağı için gelmiştir. Gerçek hayatta mucizelere yer yoktur: Staretz ölür ölmez kokacak, İlyuşeçka sevgili babasının hayattaki tek neşe kaynağı ve umudu olduğu halde ölüp gidecek, "mujikler"den kurulu jüri Mitya'yı mahkum edecektir.

Yazar kitap boyunca tarafsız, belki de "gerçeğin tarafında" kalmayı başarır. Yine de, (dini inançtan tam olarak kopmayan, ama dini inançla bir de tutulamayacak) bir tür maneviyatı her şeyin üzerinde tuttuğunu hissedersiniz. Nasıl Suç ve Ceza'da Raskolnikov Sonya'ya aşık olduğunda onun için "teoriler bitmiş, yaşam başlamışsa," Alyoşa da Ivan'a "mantıktan önce hayatı sevmesini" salık verir, "anlam ancak o zaman anlaşılır hale gelir." (sf. 299). İnsanlar birbirlerine karşı sorumluluk duymalı, bütün zayıflıklarına, kusurlarına ve aptallıklarına rağmen birbirlerine merhamet etmeli, birbirlerine çocuklara, hastalara bakar gibi bakmalıdırlar. Yazar da karakterlerine sevgiyle, merhametle yaklaşır.

Peki Dostoyevski'nin iki eserinde de başvurduğu bu maneviyat, ne ölçüde dini inançtan  beslenmektedir, ya da beslenmelidir? "Tanrıya inanmayan, kullarına da inanmaz" derken haklı mıdır Staretz? Ivan Karamazov'un Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne duyulan inancın dünyada sevginin ve ahlakın temeli olduğuna dair yarı ciddi iddiası ne kadar doğrudur? Maalesef pek çok kişi için hala geçerliliğini koruyan bu sorunun cevabını da okurun kendi vicdanına dönerek vermesi gerekir.

Karamazov Kardeşler'den notlar

...Beş gün ya var ya yok, kendisi burada hanımların çoğunluğu oluşturduğu bir toplulukta, bir tartışma sırasında çok ciddi olarak, dünyada insanları hemcinslerini sevmek için zorlayan bir gücün, insanlığın ille de sevileceğine ilişkin bir yasanın bulunmadığını ileri sürmüş. Yeryüzünde sevginin varlığını doğa yasalarına değil, sırf insanların ruhun ölmezliğine olan inançlarına bağlamış. İvan Fyodoroviç parantez içinde, doğa yasasının da bu olduğunu söylemiş; insanoğlunda ruhun ölmezliğine ilişkin inanç yok edilse, yalnız sevgi değil, yeryüzünde hayatın devamı için bütün canlı güç de söner gidermiş. Öte yandan, ahlaksızlık kavramı kalkacak, her şey, hata yamyamlık bile doğal sayılacakmış. Daha da ileri gitmiş: ne Tanrıya, ne de ölmezliğe inanan herkes için -mesela bizler gibi- doğadaki ahlak yasası hemen eski din yasasının tam tersine bir biçim almalıymış. İnsanlar için kötülüğe kadar giden her türlü bencil davranış sakıncasız görüldükten başka, en gerekli, akla uygun, nerdeyse en soylu bir kurtuluş çaresi sayılmalıymış. Bu tür paradokslar ve gariplikler kumkuması sevimli İvan Fyodoriç'imizin sözü nerelere götürebileceğini, daha doğrusu götürmek niyetinde olduğunu tahmin edebilirsiniz beyler.

Dmitri Fyodoroviç ansızın,

-Müsaade buyurun! diye atıldı. Yanlış duymadımsa, kötülüğe yalnız izin verilmeyecek, bu her zındık için en gerekli, en zekice kurtuluş yolu olacak! Öyle değil mi?

Paisiy Peder, 

-Evet, öyle! diye doğruladı.
-Hatırımda kalsın.

Dmitri Fyodoroviç sözünü tamamlayınca, konuşmaya katıldığı gibi ansızın sustu. Hepsi ona merakla baktı.

Staretz birdenbire İvan Fyodoroviç'e döndü.

-İnsanlarda ruh ölmezliğine inancın kaybolmasının gerçekten böyle bir sonuç doğuracağı kanısında mısınız? diye sordu.

-Evet, iddiam budur. Ölmezlik düşüncesi kalkınca erdem aramayın...

-Bu inanışınızla ya çok mutlu ya da son derece mutsuzsunuz.

-Neden mutsuz olayım? diye gülümsedi İvan Fyodoroviç.

-İhtimal kendiniz de ne ruh ölmezliğine, ne de Kiliseyle Kilise davası üzerine yazdıklarınıza inanıyorsunuz da ondan.

-Belki haklısınız. Ama gene de büsbütün şaka etmiyordum ben.

İvan Fyodoroviç bu garip, ani itiraftan kızarıverdi.

-Büsbütün şaka etmiyordunuz, doğru, içinizdeki bu henüz çözülmemiş sorun yüreğinize acı veriyor. Ama çilekeşin birinin içini kaplayan acı umutsuzlukla eğlenmekten hoşlandığı olur; hatta sanki ona bunu doğrudan doğruya umutsuzluğu yaptırmaktadır. Siz de şimdi umutsuzluktan sözlerinize inanmadan, yüreğiniz sızlarken, için için gülerken, dergilerdeki makalelerle, sosyete tartışmalarıyla gönül eğlendiriyorsunuz. Sorunu henüz halletmediniz; büyük üzüntünüz budur, çünkü çok acele bir çözüme ihtiyaç olduğunu biliyorsunuz.

(sf. 82-83, İş Bankası Yayınları, Çeviri: Nihal Yalaza Taluy.)

-...Bir şey söyleyeyim mi, Aleksey Fyodoroviç: şu sizin, yani sizin... daha doğrusu bizim düşüncemizde ona, şu zavallıya karşı bir küçümseme yok mu dersiniz; biraz yüksekten bakarak ruhunu didiklemiyor muyuz? Parayı yüzde yüz kabul edeceğini kestirmenizde de bir küçümseme yok mu?

Bu soruya sanki önceden hazır olan Alyoşa, kesin bir tavırla,

-Hayır, Lise, küçümseme yok, dedi. Bunu buraya gelirken ben de düşündüm. Ne küçümsemesi, kendimiz de onun gibiyiz. Bizim de ondan daha iyi yanımız yok. Daha iyi olak bile, bir de onun yerinde olduğumuzu düşünün... Sizi bilmem ama Lise, ben, birçok bakımdan ruhumun küçüklüğünün farkındayım. Snigirev'in tam tersine, küçük olmayan, duygulu bir ruhu var. Hayır, Lise, ona karşı küçümser davranmıyoruz! Benim Stratez bir keresinde insanlara çocukmuşlar gibi, hatta bazılarına hastanedeki hastalara bakar gibi bakmak gerekir, demişti.

(sf. 280)

-...Burada oturmuş kendi kendime ne diyordum, biliyor musun: hayata inanmasam, sevdiğim kadına sırt çevirsem, dünyanın gidişine inancım kalmasa, hatta tam tersine, her şeyin karmakarışık, uğursuz, belki de şeytanca bir kaos olduğuna iman etsem, insanların hayal kırıklığından uğradığı bütün korkulara tutulsam gene de yaşamayı isteyeceğim, hayat kadehini ağzıma götürünce bitene kadar bırakmayacağım! ... Baharın pırıl pırıl körpe yapraklarını, mavi göğü severim ben, anlıyor musun? Akıl mantık işi değil bu, içinle, karnınla seviyorsun; ilk gençliğinin gücüyle seviyorsun...

İvan birdenbire güldü.

-Bu saçmalığıma akıl erdirebildin mi, Alyoşka, yoksa hiçbir şey anlamadın mı?

-Çok iyi anladım, İvan: içinle, karnınla sevmek istiyorsun; güzel söyledin bunu. Böylesine yaşamak isteğiyle dolu olduğun için senin hesabına memnun oldum. Bence hepimiz, her şeyden önce hayatı sevmeliyiz.

-Anlamından çok hayatı sevmeli, öyle mi?

-Evet, dediğin gibi mantıktan önce, mutlaka mantıktan önce hayatı sevmeli, anlam ancak o zaman anlaşılır hale gelir.

(sf. 298-299)

-Beni dinle, daha açık olmak için yalnız çocukları örnek aldım... Yerin kabuktan göbeğe emdiği öbür insan gözyaşlarından söz etmiyorum, konumu bile bile daralttım. Bir tahtakurusundan başka şey değilim, aczimi açığa vuruyor, her şeyin neden böyle olduğunu zerre kadar anlamadığımı olduğu gibi söylüyorum. Demek ki, suçlu olan insanların kendileri; onlara cennet verildiği halde, özgürlük istemişler, mutsuz olacaklarını bildikleri halde gökten ateş çalmışlar. Benim zavallı, ölümlü, Euklitos kafamla bildiğim sadece şunlardır: dünyada ıstırap var, suçlular yok; her şey bir zincirin halkası halinde, tam bir basitlik ve sadelikle geçip gidiyor ve sonunda dengeye varıyor. Ama bu sadece Euklitos çerçevesinde hezeyandır, bunu biliyorum, bunun üzerine hayatımı kuramam ben! Suçlular bulunmamış, her şey düz, basit bir zincirlemeden ibaret olmuş, benim de bunlardan haberim varmış da ne olmuş! Ben, eden bulur karşılığı  peşindeyim, bulamazsam kendimi yok etmem lazım. Hem bu karşılık ileride, sonsuzlukta değil, hemen burada, yeryüzünde olmalı; bunu gözlerimle görmeliyim. İmanım vardı, görmek de isterim; o ana kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü her şey bensiz olursa acınırım doğrusu. Hayatta işlediğim suçların, çektiğim acıların gelecekte, bilmem kim için ebedi ahenk hazırlığına gübrelik ettiğini görmek istemem, çektiklerim bunun uğruna değildi. Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen bir adamın dirilip katiliyle kucaklaştığını gözlerimle görmek isterim. Başkaları dünyada olanların nedenini öğrenirken bulunmak isterim. Yeryüzündeki dinlerin temeli bu isteğe dayanıyor; benim de yeteri kadar imanım var. Ama arada çocuk meselesi var, çocukları ne yapacağız? Bu meseleyi çözemiyorum. Yüzüncü defadır tekrarlıyorum: elimde konu pek çok, ama ben yalnız çocukları ele aldım. Dinleyin: ölümsüz ahengi sağlamak için acı çekmemiz gerekiyor, kabul. Ama çocukların ne ilgisi var bununla, lütfen söyler misiniz bunu bana?Onların hayatta acı tatmak, ıstırap çekmek pahasına ahenk satın almalarına ne gerek var?
...
O iğrenç yerde öcü alınmamış gözyaşları döküp göğsünü yumruklayarak, "Tanrıcığı"na yalvaran yavrunun tek gözyaşına değmez bu üstün ahenk! Değmez, çünkü çocuğun gözyaşlarının hesabı sorulmadan kalıyor. Karşılık olmalı, yoksa kutsal ahengin anlamını kavramak mümkün değil. Ama neyle ödenebilir bunlar? Var mı böyle bir şey? Bir öç mü sadece? Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem, yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi? Sonra, cehennemle kutsal uyum nasıl bağdaşabiliyor: kimsenin ıstırap duymasını istediğim yok artık, büyük af için bağrımı açmaya hazırım. Çocukların ıstırabı gerçeğin satın alınması için ödenene katıldıysa, bu gerçeğin böyle bir pahaya değmediğini şimdiden söylerim. Ayrıca, bir ananın oğlunu köpeklere parçalatan zalimle kucaklaşmasını istemem ben. Onu bağışlamaya hakkı yoktur! İsterse, kendi hesabına bağışlar, canavara çektirdiği sonsuz analık acılarını bağışlar; ama işkence içinde ölen evladının ıstırabını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk kendisi bağışlasa bile!... Bağışlamaya hakkı olmadığına göre, nerede bu kutsal uyum, sorarım sana? Dünyada bağışlayabilecek, bağışlama hakkına sahip tek bir insan var mı? Yo, istemem ben ölümsüz uyumu, insanları sevdiğim için istemem. Haksız da olsam, öcü alınmamış acılarımla, giderilmemiş hiddetimle kalmaya değişmem bunu. Zaten uyuma pek yüksek bir değer biçildi, bu giriş kesemize göre değil... Bu yüzden ben bileti hemen geri veriyorum. Namuslu bir adamsam bunu bir an önce yapmam gerekir. Ben de yapıyorum işte. Tanrıyı reddetmiyorum Alyoşa, sadece giriş biletini üstün saygılarımla geri veriyorum.

Alyoşa yere bakarak, yavaşça,
-İsyan seninki... dedi.

(sf. 317-320)

"Ama Sen insanları özgürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. 'Yalnız ekmekle yaşanmaz' diye karşılık verdin...

Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı. Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine bir takım tanrılar icat ederler, birbirlerine 'Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!" diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böyle sürüp gidecektir.... Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir.
...
Zira insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur.
...
Oysa bizde herkes mutlu olacak, bağışladığın özgürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek, ne birbirlerine kıyacaklar. Evet, ancak özgürlüklerini ellerimize teslim ederek gösterdiğimiz yoldan gidince tam anlamıyla özgür olacaklarına inandıracağız onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz? Verdiğin özgürlüğün onları nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza inanacaklar, özgürlük, fikir serbestliği ve bilim onları öyle içinden çıkılmaz bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki, isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi, ama güçsüz olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar, ayağımıza gelip, "Evet, haklısınız," diyecekler. "O'nun sırrı yalnız sizin elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun!" Ekmeği elimizden alırken, şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan, taşları ekmek yapmadan, sadece onlardan aldığımızı gene onlara dağıttığımızı görecekler. Ama sevinçleri mutlaka ekmeğe kavuşmalarından çok, bunu elimizden almalarından doğacak. 
...
Ama sürü gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara, yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırabileceği sakin, kendi halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları. Sen, paye vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını, ama en tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman pısırıklaşıp tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için kudretimize, zekamıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını yitirecek kadar hiddetimizden korkarak çocuklar ya da kadınlar gibi sulugöz olacaklar; ama bir işaretimizle gözyaşlarından neşeye, gülmeye, temiz bir sevince mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii çalıştıracağız onları, ama işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız. Hatta günah işlemelerine de izin vereceğiz; zayıf ve acizdirler, günah işlemelerine izin vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak, tapacaklar bize... Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla, metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate göre izin verecek ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar, biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü bu şekil onları bugünkü kendi başına özgürce karar verme azabından kurtaracak."

(sf. 330-339)

"İnsanların içinde taşıdıkları kendi günahlarından başka herkes ve her şey için de sorumlu oldukları inancınız doğrudur," dedi. "Bu fikri bütün genişliğiyle kavrayabilmeniz gerçekten hayrete değer, insanlar bu düşünceyi benimseyebilseler cennetin onlar için gerçekleşmesi kolayca mümkündür." İçimden kopan acıyla, "Ama ne zaman olur bu!" diye bağırdım. "Hem olacak mı? Ya sadece hayal olarak kalırsa?" "İnanmıyorsunuz," dedi. "Hem öğüt veriyor, hem öğütlediklerinize inanmıyorsunuz! Hayal saydıklarımızın gerçekleşeceğini bilin, inanın buna. Yalnız dünyadaki olayları düzenleyen belirli yasalar olduğu için hemen gerçekleşemez bu. Psikolojik engelleri var bunun. Dünyayı yeni bir şekle sokmak için insan ruhuna başka, yeni bir yol açmalı. Herkesle içten, gerçekten kardeş olabilmek gücünü kazanmazsan yeryüzünde kardeşlik nasıl gerçekleşir? İnsanlar ne bilgilerini, ne çıkarlarını isteyerek başkalarıyla paylaşmıyor, haklarından geçmeye razı olmuyorlar. Açgözlülük, kıskançlık içlerini kemirecek, birbirlerini yiyecekler. Hayalin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşmesine gerçekleşecek, ama önce insan için yalnızlık devrinin sona ermesi gerekiyor." "Ne yalnızlığı?" diye sordum. "Her yerde, hele yüzyılımızda alıp yürüyen yalnızlığı kastediyorum. Ancak henüz vadesi yetmedi bunun... Zamanımızda herkes kütleden sivrilerek bireysel bir hayat yaşamak peşinde... Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan, bu çabalamanın sonunda ruhsal bir yalnızlığa düşer. Böylece dolgun, dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir. Evet, yüzyılımızda herkesin tekliğe kaçması, kendi kabuğuna çekilmesi, varını yoğunu başkalarından kaçırması insanları sadece hemcinslerinden uzaklaştırmak, karşılarındakilerini de kendinden nefret ettirmek sonucunu veriyor. Biriktirdiği servetin miktarı arttıkça 'Artık kudretliyim, hiçbir ihtiyacım kalmadı!' diye düşünür. Çılgının, ne kadar çok biriktirse kendisini o ölçüde ölüme götüren bir iktidarsızlığa güttüğünden haberi yoktur, çünkü yalnız kendine güvenmeye alışmıştır o. Toplumda tek olarak sivrilmiş, ruhunu insanlara, insanların yakınlığına inanmamaya alıştırmıştır. Elde ettiği parayla sağladığı hakları yitirmemekten başka derdi, tasası yoktur. İnsan zekası gitgide kişilerin güvenliğiyle rahatının tek, özel çabalarla değil, toğlumun birleşmesiyle sağlanabileceği konusunda alaycı bir anlayışsızlık göstermeye başladı. Ama bu korkunç ruh yalnızlığının sonu mutlaka gelecektir, insanlar hep birden, kişilerin birbirinden ayrılmasının doğal yaşayışa ne kadar aykırı olduğunu anlayacaklardır. Böylece herkes, bunca zaman nasıl karanlıkta yaşadıklarına şaşacaktır. O zaman göklerdeki Tanrı oğlunun dönüş işaretleri de görünmeye başlayacak... Yalnız o güne kadar bayrağı yüksek tutmalı; tek tük de olsa, meczup görünmek pahasına da olsa kardeşçe birleşme, ruhların yalnızlıktan kurtarılması yolunda çabalar görülmeli. Büyük fikri yaşatmak için yapmalı bunu!..."

(sf. 396-397)

"Bak Alyoşeçka, Rakitka'ya, bir baş soğan sadaka verdiğimi övünerek söylüyordum. Sana bunu başka maksatla anlatacağım. Aslında bunun bir hikayesi var, küçüklüğümde şu bendeki aşçı Matriyona'dan duymuştum. 'Bir zamanlar bir kocakarı varmış... Kötü, hırçın mı hırçın bir şeymiş. Bir gün bu kocakarı, arkasında tek bir hayır bırakmadan ölüyor. Şeytanlar kaptıkları gibi ateş gölüne fırlatmışlar onu. Kadının koruyucu meleği bunu görünce düşünmeye koyulmuş: Ah, yaptığı tek bir iyiliği hatırlasam da Tanrıya anlatsam!.. Derken birden hatırlamış, Tanrının huzuruna çıkmış. Bir gün bostanından bir baş soğan koparıp bir dilenciye vermişti, demiş. Tanrı, al o soğanı, göldeki kocakarıya uzat, demiş; ona tutunsun, kurtulmaya çalışsın. Başarırsa, varsın girsin cennete, soğan koparsa, talihine küssün kocakarı... Melek göle koşmuş, soğanı kocakarıya uzatmış: Tutun şuna kadın, yukarı çıkmaya çalış. Kadın usulca çekmeye başlamış, ama göldeki öbür günahkarlar bunu görünce birlikte kurtulmak için asılmışlar. O da hırçının biri olduğu için başlamış onları tekmelemeye: Sizi değil, beni çekiyorlar. Soğan da sizin değil, benim!... diye bağırmış. Tam o anda soğan kopmuş, kocakarı yeniden göle düşmüş. O gün bugün gölde yanıyormuş. Melek de ağlayarak çekilmiş gitmiş..." Bu bir mesel Alyoşa; ezberledim onu, çünkü o hırçın mı hırçın, kötü kocakarı benim. Rakitka'ya bir baş soğanı verdiğimi böbürlenerek söyledim. Ama sana başka türlü anlatıyorum: ömrümce sadaka olarak topu topu bir baş soğan verdim; yaptığım iyilik bundan ibaret... Bunun için bir daha beni övme Alyoşa, iyi kalpli bilme beni, kötüyüm, hırçın mı hırçınım. Övmekle utandırırsın beni.
...
-Yargıç yerinde değil, suçluların en suçlusu olarak konuşuyorum. Bu kadının yanında neyim? Buraya alçaklığımdan, kendimi mahvetmek için geldim. Ama o, beş yıl çektiği acıdan sonra duyduğu içten bir tek söz hatırına her şeyi unutabiliyor, gözyaşı döküyor, namusunu lekeleyen adam gelmiş, (çağrısına) onu affederek, sevine sevine gidiyor. Eline bıçak alamayacaktır o, hayır! Senin nasıl olduğunu bilemem, ama ben öyle değilim Mişa. Bana ders oldu bu... Gruşenka ikimizden de yüksek! Şimdi anlattıklarını daha önce duymuş muydun? Şüphesiz hayır, aksi halde çoktandır her şeyi anlamış olurdun. Evvelsi gün hakaret gören kadın da her şeyi öğrendikten sonra affedecektir. Henüz huzura kavuşmamış bir ruh bu, örselememek lazım onu... belki derinliğinde bir hazine gizlidir.
...
-Belki henüz affetmedim ya... diye mırıldandı. Belki kalbim affetmeye yeni yeni hazırlanıyor. Bilir misin Alyoşa, onu doğrudan doğruya sevmiyorum ben; gözyaşlarımla dolu beş yılı, uğradığım hakaretleri seviyorum.
...
Gruşenka kendini kaybetmişçesine Alyoşa'nın ayaklarına kapandı.

-Niçin daha önce gelmedin meleğim?.. Hayatımda hep senin gibi birinin gelmesini bekledim; böyle birinin gelip beni bağışlayacağını biliyordum. Beni bütün çirkefliğimle seven birisi çıkacağını biliyordum!

Alyoşa, duygulanarak gülümsedi.

-Ne yaptım ki sana? dedi, eğilerek sevecenlikle ellerinden tuttu. Bir soğan uzattım sana, ufacık bir baş soğan... o kadar, hepsi bu.

(sf. 459-466).

Friday, July 13, 2012

Different worlds

"What is terrible is that after every one of the phases of my life is finished, I am left with no more than some banal commonplace that everyone knows: in this case, that women's emotions are all still fitted for a kind of society that no longer exists. My deep emotions, my real ones, are to do with my relationship with a man. One man. But I don't live that kind of life, and I know few women who do. So what I feel is irrelevant and silly... I am always coming to the conclusion that my real emotions are foolish, I am always having, as it were, to cancel myself out. I ought to be like a man, caring more for my work than for people; I ought to put my work first, and take men as they come, or find an ordinary comfortable man for bread and butter reasons - but I won't do it, I can't be like that..." Doris Lessing, the Golden Notebook, page 283.

"Researchers spent some time dealing with this notion of gratification; neurology has been enlightening us about the tension between the notions of immediate rewards and delayed ones. Would you like a massage today, or two next week? Well, the news is that the logical part of our mind, that 'higher' one, which distinguishes us from animals, can override our animal instinct, which asks for immediate rewards. So we are a little better than animals, after all-but perhaps not by much. And not all of the time." Nassim Nicholas Taleb, the Black Swan, sf. 88

I never understood people who fall in love with the wrong people. In this category are married people, current and ex partners of good friends, colleagues in the same team or people who are considerably older or younger. People falling in love with people far richer or poorer than them are just the stuff of old Turkish movies. Even when circumstances allow for such encounters frequently enough for a relationship to develop, I think the choice of a serious romantic partner can never be completely irrational.

But what if you fell in love and you realize, with your 'higher' mind, that the person you love is not right for you? Sure, sometimes you realize that because you no longer love that person, but sometimes you realize that despite the fact that you still love them. I recently realized that I assumed, subconsciously, that under such circumstances one should simply fall out of love. Of course I knew that couples separate when they still have feelings for each other (although I thought there could never be a good enough reason to merit such a separation!), and I knew that people could stay in love with people so wrong for them that they end up in prison, or worse yet, dead. A Turkish singer, who had a very public relationship with a married clarinetist and ended up in prison because of possession and sale of cocaine, claimed that most of the women in prison were there because of the wrong men. Take Anna Karenina and Amy Winehouse. I knew all this, but I never thought I would fall in love with the wrong person, and worse yet, still have feelings for him even when I knew, for a fact, that he is wrong for me. As an extension of this assumption, I thought either that my feelings were not real and just a sign of emotional and mental weakness when he is so obviously the wrong person, or that he could not be the wrong person since I still harbored feelings for him.

But now I feel that this tug of war between the heart and mind and the inconsistent behavior it leads to, which I explained in my favorite post ever, Warm Heart, Cold Heart, actually make sense. And it is more pronounced for women. When one evaluates the human condition in today's society, and women's condition specifically, from a completely rational and self-interested standpoint, one can conclude that our emotions often stand in the way of our best interest as individuals and our personal success, and vice versa. I think Anne-Marie Slaughter explained this elaborately in her piece Why Women Still Can't Have it All. Unless one is very lucky and all stars are aligned in love and family and career, it's still an either/or question for women. And we made this so by trying to prove that we are no different from men. Maybe the real challenge would have been to stand up for who we are and the value of what we value, and seek change, not merely acceptance, instead of struggling to score points in both our personal lives and careers on men's terms.

Saturday, May 19, 2012

Goya sergisi üzerine kısa bir not

"...Amerika'da şu anda çok ciddi bir endişe ve kasvetin hakim olduğunu sanmıyorum, muhtemelen batının geri kalanı için de aynı şey geçerli. Hepimiz gezegeni harap ettiğimizi, sınırsız büyümenin savunulacak bir şey olmadığını biliyoruz ama çoğumuz zamanının çoğunu bu gerçekten kaçarak, yeni seksi teknolojilerle ya da din ve siyasi nefretle kendini uyuşturmaya çalışarak geçiriyor." Melisa Kesmez'in Jonathan Franzen ile yaptığı 11 Mayıs 2012 tarihli söyleşiden, Radikal Kitap

Şu sıralar Pera Müzesi'nde Francisco de Goya'nın gravür ve yağlı boya tablolarından oluşan, 30 Temmuz'a kadar sürecek geniş bir sergi var. 1828 yılında ölen Goya'nın gravürleri hem ele aldıkları konularla, hem de çağlarının ötesinde üsluplarıyla çok çarpıcı. Ressam görmek istemediğimiz, unutmaya çalıştığımız şeyleri gösteriyor: Savaşın insan hayatını değersizleştiren rastgeleliğini ve korkunçluğunu, soyluların ve din adamlarının yaptıkları haksızlıkları, "akıl uyuduğunda" sahneye çıkan canavarları ve saçmalıkları.

Serginin posterinde de görünen "Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur"da Goya, çalışma masasının üstünde uyuyakalmış bir adamın başına üşüşen, hem baykuşa, hem yarasaya, hem de akbabaya benzeyen canavarları resmetmiş. Sanki akıl uyuduğunda insanın başına gelebilecek, insanın yapabileceği kötülüklerin ucu bucağı yokmuş gibi. Zırvalar serisindeki gravürleri akılla anlamlandırmak iyice zorlaşıyor, sanki aklın yokluğunda olup biten her neyse akılla anlaşılamazmış gibi. Goya'nın bu gravürleri, yüz yıl sonra gelecek sürrealizm akımının habercisi sayılıyormuş. Manzaranın, dini hikayelerin ya da soylu  kişilerin yüceltici resimleri değil, görmek istemediğimiz ne varsa onların, onların insanda yarattığı kafa karışıklığı ve karmaşanın  resimleri.

Goya'nın siyasi baskılara maruz kalması şaşırtıcı değil. Engizisyon Mahkemesi'nce suçlanmamak için hazırladığı serilerin sırasını değiştirerek sergilemiş, sansür ve mali sıkıntılar karşısında Boğa Güreşleri serisini yapmış.

Sergiyi arkadaşlarımla gezerken konuştuk: Neden böyle büyük adamlar çıkmıyor artık? Büyük adam olabilmek için iktidarın ve çoğunluğun görmek, desteklemek, para vermek istemeyeceği şeyleri görmek, göstermek ve satmak sıkıntısına katlanmak gerekiyor. Bütün bunlar yerine kendimizi oyalamak daha kolay. İşle, eğlenceyle, başkalarının yaratıp önümüze attığı gündemle, çok uzaklardaki insanların geliştirip bize sattığı teknolojiyle... Her şeye yetişmeye çalışırken bir şeyler düşünmek, üretmek, yaratmak o kadar zor ki. Akıntıya kapılıp giden, yüzbinlerce ölüp yüzbinlerce doğan, niye doğup niye öldüğü bir türlü anlaşılamayan tüm canlılar gibi kimse bizi hatırlamayacak, kalıcı hiçbir şey bırakamayacağız.

Kaç aydır doğru düzgün bir şey yazmıyorum, yeniden başladığımda yazdıklarım da daha yıllar önce yazdıklarımın çeşitliliğinin, her birinin derinliğinin yanından geçemez. Kendi yazdıklarımı okuyunca şaşırıyor, şimdiki halimden utanıyorum. Yeniden kursa başlıyorum, umarım bundan böyle daha sık yazabileceğim.

Thursday, April 12, 2012

Fragments

"As a paradigm of the modern self, the set of different-coloured notebooks belonging to the writer (and divorcee, and single parent) Anna Wulf continues to serve the novel's themes of compartmentalisation and breakdown half a century on. These notebooks represent the strain to personality of unintegrated consciousness, and it remains as characteristic of (female) experience now as then that what Lessing calls the existence of "false dichotomies and divisions" – the self as fragmentary and compartmentalised and thus as potentially dishonest in and of itself – damages individuality and its status in culture. The artificial-personal supplants the universal-personal; truth becomes intermittent and fractured, calling for madness, breakdown and disintegration of personality in order for division and falsehood to be swept away. The different notebooks can no longer be written in: only the book of synthesis, the golden notebook, has a future. This compelling idea, so classical in its interpretations of violence and change, continues to offer a valid way of thinking about who we are and why," Rachel Cusk, Doris Lessing's Golden Notebook, 50 Years On, The Guardian, 6 April 2012.

"What is meant by authenticity is that in acting, one should act as oneself, not as One acts or as one's genes or any other essence require. The authentic act is one that is in accordance with one's freedom. Of course, as a condition of freedom is facticity, this includes one's facticity, but not to the degree that this facticity can in any way determine one's choices (in the sense that one could then blame one's background for making the choice one made). The role of facticity in relation to authenticity involves letting one's actual values come into play when one makes a choice (instead of, like Kierkegaard's Aesthete, "choosing" randomly), so that one also takes responsibility for the act instead of choosing either-or without allowing the options to have different values," Wikipedia entry on Existentialism, accessed 09.04.2012.

"In Level IV the person takes full control of his or her development. The involuntary spontaneous development of Level III is replaced by a deliberate, conscious and self-directed review of life from the multilevel perspective. This level marks the real emergence of the third factor, described by Dąbrowski as an autonomous factor "of conscious choice (valuation) by which one affirms or rejects certain qualities in oneself and in one's environment". The person consciously reviews his or her existing belief system and tries to replace lower, automatic views and reactions with carefully thought out, examined and chosen ideals. These new values will increasingly be reflected in the person's behavior. Behavior becomes less reactive, less automatic and more deliberate as behavioral choices fall under the influence of the person's higher, chosen ideals," Wikipedia entry on Positive Disintegration, accessed 09.04.2012.


Who am I? If my life was a deck of cards, not one card would match another one.
I am aware of all the unfairness and inequality of opportunity, but still value hard work, determination and merit above all else as if people are in fact responsible for their achievements (or the lack thereof.) I am aware of all the unfairness and inequality of opportunity, but I increasingly despise (yes, this is the right word) the ignorant, blindly conservative, selfish and irresponsible people in this country. Maybe I am a leftist elitist!

I like financial security, nice clothes, chic neighborhoods and bohemian neighborhoods, nice flats in renovated buildings, good food from all cuisines and terrace bars, art exhibitions and concerts and good movies, novels and reference books on bookshelves and traveling and successful men, when at the same time I look down on the old rich, the new rich and hipsters for their consumerism and oblivion. I like my colleagues because they are hard working, smart and down-to-earth people, and I want to form life-long friendships with them, but I also don't want to lose anything that makes me different. I am not entirely committed to my job and company because I have other ambitions, but I also feel proud of our good work and instinctively scared of being unsuccessful and losing my "standing" when in fact it should not have much value given that I didn't want to be in the corporate world to start with. I wrote short stories for my creative writing class but haven't written anything since the class is over - my new "hobby" is journalism (yet again.) I have always wanted a committed, loving relationship, and I always thought such a relationship should require no management, but I'm finally realizing this is not the case after several blunders. I thought children took a woman's life from her, but now I want children. I'm certainly not religious and not even sure whether I'm a believer at all, but I believe in astrology, even as I realize based on my observations of cab drivers that every race, occupation and sign has smart and stupid, good and bad people. I like Mad Men and Turkish soap operas (though not as much as before, thankfully). I have donated blood, but I'm afraid of becoming a bone marrow donor. I'm bragging and I'm complaining.

I came to İstanbul to start a new life and ended up leading a very familiar one.

The list could go on forever like an Alanis Morissette song. And some people are speaking of the importance of being sincere. At any given moment I am the totality of all these contradictions, and I think everybody is, no matter how hard we try to look over or rationalize them. And although I like to think that I stick to my word, I do change my mind over time. If being sincere means faithfulness to any one of these fragments for any one moment in time, I'm sure it has its value. But it does not amount to much.

Sunday, February 19, 2012

Souvenirs

We were to keep each other as souvenirs,
To remind each other of a past long gone
To carry each other to everywhere we went

Every now and then when I think of the past
I wish you were here to understand me, but
You would have had to be a better person for that.

Wednesday, January 25, 2012

Pınar'ın günü

Pınar sabah saat altıda alarmlı radyonun çalmasıyla uyandı. Neşeli ama ona o anda çok sinir bozucu gelen bir şarkı çalıyordu. Hava karanlıktı. On aylık kızı gece boyunca birkaç defa uyanmıştı. Pınar doğrulup radyoyu susturdu, öbür yana dönerken hafifçe homurdanan kocasının yanından kalktı. Ortalık soğuktu. Yatak odasındaki küçük tek kişilik koltuğun üzerinde bıraktığı uzun hırkasını giydi. Koridorun ışığını yakıp mutfağa gitti, kombiyi açtı, çay suyunu koydu. Geçerken bebeğin odasına baktı, ses seda yoktu. Çabucak tuvalete girdi, banyodan çıkarken bebeğin ağlamaya başladığını duydu. Akşamları işten dönüp onu kucağına aldığında sürekli bilgisayar başında, zihninin içinde çalışan insanların bazen yaşadığı gibi, birden somut gerçeklikle karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla sarsılır, bu anı mümkün kılan mutlu olaylar zincirini zevkle düşünürdü. Ama sabahları buna vakit yoktu. Bebeğini kucağına alıp emzirdi, emzirirken o gün ofiste yapması gerekenleri düşündü. Bir sürü ufak tefek, hangi bitmeyen projenin parçası olduğunu unuttuğu için angarya haline gelen işi zihninde bir önem sırasına koydu. Bebeğin altını değiştirdi. Kucağına alıp biraz pışpışladı, yine uyuklamaya başladığını görünce yatırıp mutfağa döndü. Kaya’nın kalkıp banyoya girdiğini duydu. Bir önceki gece izlediği dizide olup bitenleri düşünerek çayı demledi, kahvaltılıkları çıkardı, peynir kesti, domateslerle biberleri doğradı. Bir silah patlamıştı ama esas kız ölmüş olamazdı. Bunu bildiği halde içinde bir sıkıntı duydu. Ekmekleri kızartırken kocası geldi, sessizce yanağından öptü, masaya oturdu. Gözü dalmıştı, uyukluyordu. Pınar masayı kurarken sevgiyle baktı ona. “Televizyonu açayım mı?”
“Aç istersen.”
Kahvaltılarını ederken televizyondaki borsacıları izlediler. Sarışın genç bir kadın canlı ama tekdüze bir ses tonuyla konuşuyor, programın sunucusu adam dalgın bilgisayarına bakıyor, ekranda grafikler beliriyordu. Avrupa Merkez Bankası’nın, FED’in kararlarından, açıklanan ve açıklanacak endekslerden bahsediyorlardı. Pınar kafasını verdiğinde olanı biteni anlıyordu, vermesi gerektiğini de hissediyordu, ama sınav biter bitmez her şeyi unutan öğrenciler gibi finans konularıyla pek ilgilenmiyordu. Kaya koluyla gözlerini ovuşturdu.
“Haftaya böyle başlamak ne kötü,” dedi.
Pınar bir şey söylemedi. Eskiden olsa bozulacağı lafları duymazdan gelmeyi öğrenmişti, bunlara anlam yüklemek yersizdi. Çayını içip masadan kalktı. “Sen hazırlan, ben toplarım,” dedi Kaya.
“Nesrin de toplar,” dedi Pınar, mutfaktan çıktı.
Hızla duş aldı, yüzünü, vücudunu kremledi. Kaşlarının etrafında çıkan bir kaç tüyü cımbızla aldı. Evde geçirdiği aylardan sonra bu hazırlanma rituelinin kıymetini daha çok bilir olmuştu. Eskiden ağır ağır yaptığı işleri artık çabucak yapabiliyor, bir işi yaparken bir sonraki işi kafasında planlayabiliyordu. Saçını kuruttu, gözlerini, yanaklarını, dudaklarını boyadı, bunları yaparken ne giyeceğine karar verdi: Siyah kalem etek, kurdeleli kırmızı bluz, gri ceket. Parfümünü sürdü. Yatak odasına girdiğinde Kaya’yı hazırlanmış buldu, hatta yatağı da toplamış, ucuna oturmuş çoraplarını giyiyordu. Kapı çalındı, Kaya bakmaya gitti. Pınar giyindi. En zoru naylon çoraplardı, naylon çoraplar olmasa insan çok daha hızlı hazırlanabilirdi. Saatini, küçük pırlanta küpelerini taktı.
Nesrin çoktan bebeğin odasındaydı, bebeği kucağına almış seviyordu.
“Hoşgeldin Nesrin. Nasıl geçti haftasonu?”
“Güzeldi Pınar Hanım. Çocukları dolaştırdık biraz, iyi oldu.”
Nesrin’in çocuklarına annesi bakıyordu.
“Hiç uyutmadı bizi akşam,” dedi Pınar. “Fazla uyumasın, n’olur. Yemekle falan uğraşma sen, ben gelince yaparım.”
“Tamam Pınar Hanım, merak etme sen. Hayırlı işler sana.”
Pınar, eğilip Nesrin’in kucağındaki bebeğini öptü, Nesrin’e baktı. “Sağol, kolay gelsin sana da.”
Kaya paltosunu giymiş, kapının önünde Pınar’ı bekliyordu. Pınar mutfaktan yana bir bakış atıp masanın toplanmış olduğunu gördü. Kocasına gülümsedi. Uzun siyah mantosunu, topuklu çizmelerini giydi, atkısını, evrak çantasını aldı. Güzeldi, kendini güzel hissetmek, yakışıklı kocasıyla evden çıkıyor olmak güzeldi. Asansörle aşağı indiler. Karanlık holden geçip gri, kirli apartman blokları arasındaki gri sokağa çıktılar. Sanki sokaktaki tek ışık biraz ilerdeki inşaattan sokağa sıçrayan kıvılcımlardı; bir işçi sabahın bu saatinde kaynak yapıyordu. Birkaç yüz metre yürüyüp büyük bir apartman bloğunun altındaki otoparktan Kaya’nın arabasını aldılar.
Köprüde trafik tıkalıydı mutlaka, araçlar büyük bir sel kütlesi gibi ağır ağır akıyorlardı. Kaya radyoyu açtı.
“Tutuklu gazeteciler Adil Tekin ile Selim Paksoy’un 16. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaları bugün Çağlayan Adliyesi’nde görülecek. Tekin ile Paksoy EKPZ örgütünün propagandasını yaptıkları iddiasıyla geçen Mart ayında tutuklanmışlardı...”
Kaya kanalı değiştirdi, yabancı pop şarkıları çalan bir kanalın Amerikan aksanıyla konuşan DJ’inin sesi duyuldu. Adam Türkiye’ye bir reklam çekimi için gelmiş olan manken Lara Taylor’dan bahsediyordu.
“Tutuklandıklarında Ece yeni doğmuştu,” dedi Pınar. “On aydır içerdeler.”
“Kolay kolay çıkarmazlar onları.”
Şimdi programa işine gitmekte olan bir kadın bağlanmıştı. Erkeklerin Lara Taylor’un nesini beğendiklerini anlayamadığını söylüyordu. Bir defa kadının salak bir hali vardı. Bunun üzerine DJ görmüş geçirmiş bir edayla kadınlarla erkeklerin kadınlar konusundaki zevklerinin ne kadar farklı olduğunu anlatmaya başladı.
“Adamlar EKPZ hakkında araştırma yapıyorlardı, şimdi EKPZ’den yargılanıyorlar,” dedi Pınar. “Artık kimseden korkuları kalmadı, her şeyi göstere göstere yapıyorlar. Sanki kasten saçmalıyorlar ki bir şeylerin farkında olan, düşünen insanlar iyice korksunlar. Nasıl karşısında duracağız bilemiyorum.”
“Karşısında durmak gibi bir mecburiyetimiz yok.”
“Var çünkü haksızlık olduğunu görüyoruz.”
“Pınar sürekli aynı şeyleri konuşuyoruz. Başka sorumluluklarımız var.”
“Benim demeye çalıştığım da o zaten.”
Pınar başını tekrar pencereden yana çevirdi ama manzarayı görmüyordu. Birden yandaki minibüsün şoförüyle göz göze gelince önüne döndü.
“Sen bir şeylerin karşısında durmayı bırak,” diye söylendi Kaya, “ayakta durabilelim de.”
Kaya radyonun sesini açtı. Ucuz bir hip hop şarkısı arabayı doldurdu. Köprüden geçiyorlardı, trafik biraz rahatlamıştı. Kaya ne zaman sinirlense yaptığı gibi sık sık şerit değiştirmeye, önündeki arabaları sıkıştırmaya başladı. Pınar kollarını kavuşturmuş, sinirden dudaklarını yiyordu şimdi. Çalıştığı binanın önüne gelinceye kadar bir daha konuşmadılar.
“Öğleden sonra karşıda müşteriye gideceğim,” dedi Kaya. “Ordan eve geçerim.”
“Tamam.”
Pınar arabadan indi, yüzlerinde hoşnutsuz, acı ifadelerle sigara içenlerin arasından binaya girdi. Aklına Twitter’da okuduğu o laf geldi: Acılık, nereden geldiğini unutmuş öfkeden başka bir şey değildi. Güvenlikten geçti, onuncu kattaki odasına çıktı. Bina hamam gibi ısıtılmıştı, hemen mantosuyla ceketini çıkarıp astı, pencereyi araladı. Pencereden binanın etrafındaki yollar, yüksekli alçaklı binalar ve inşaatlar, reklam panoları görünüyordu. Hayat akıyordu ve bu akışın karşısında durmak çok zordu. Oda arkadaşı henüz gelmemişti. Bilgisayarını açtı, önce kişisel E-maillerine ve üyesi olduğu bilumum sosyal paylaşım sitelerine baktı. Bunlar gün boyu açık kalacak, sık sık kontrol edileceklerdi. Susamıştı, gidip sürahisine su doldurdu. Döndüğünde Duygu’nun gelmiş olduğunu gördü, gülümsedi.
“Naptınız haftasonu?,” diye sordu Duygu. Bir yandan da büyük bir şevkle elindeki meyveli yoğurdu yiyordu.
“Napalım, evdeydik. Ece’yle oynadık bol bol, biraz evi toparladık.”
“Napıyor cadı?”
“Bi yerlere tutunup kendini yukarı çekmeye çalışıyor ama daha dizlerini bükemiyor çok komik,” Pınar’la Duygu kıkırdadılar. “Sen naptın?”
“Spa promosyonu almıştım biliyorsun Kumpanya’dan. Cumartesi günü spaya gittim Nişantaşı’nda. Ya bir iyi geldi ki sorma. Bak cildimde bir değişiklik var mı?”
Pınar bir şey göremedi ama uydurdu: “Evet tazelenmişsin sanki, bir parıltı var.”
“Bana da öyle geliyor. Sonra dün Ekin’le Rumeli Kavağı’na gidip balık yedik. Çok güzeldi.”
Pınar gülümseyerek aşık arkadaşına baktı, o ilk günleri özledi. Doğanın insana bir oyunuydu bütün bunlar, bir bakmışsın büyük sorumlulukların altına girmişsin. Telefon çaldı, Pınar’ın içi buruldu. Arayan patronu Erkan Bey’di. Çok nadir doğrudan arardı.
“Buyrun Erkan Bey.”
“Pınar, müşteriden bir soru geldi, akaryakıt istasyonlarının kontrolü ile ilgili. Yeni bir model kurmak istiyorlar. Bir sunum hazırlamışlar, şimdi sana onu göndereceğim, mevzuat açısından sakınca var mı diye bakacaksın. Öğleden sonra üçte toplantıya gideceğim, o zamana kadar sonuçlandıralım bu konuyu.”
“Tamam Erkan Bey, öğlene kadar dönmüş olurum size.”
Pınar bu sabah yapmayı planladığı angarya işleri biraz daha erteleyebileceğine sevindi. Araştırmasını, düşünmesini gerektiren sorular hoşuna gidiyor, ona bulmaca gibi geliyordu. Kendini bir kaptırdığında böyle soruların cevabını en iyi o bulabilirdi, asla vazgeçmezdi. Plaza çalışanlarına acıyanlara birisi analitik işlerin zevklerinden bahsetmeliydi. Gerçi bir yandan da kendini tenis topunun peşinden koşturan bir köpek yavrusu gibi hissediyordu. Hayatın akışına bir katkıydı işte bu da. Bu iş, sorulan sorular, verilen görüşler, bu görüşler doğrultusunda yapılan işler, hatta evliliği ve Ece bile.
İyi bir öğrenci gibi mevzuatı okudu, son değişikliklerle ne yapılmaya çalışıldığını öğrenmek için tanıdığı bir bürokratla konuştu, hedeflenen tam da müşterinin kurmak istediği yapıydı. Erkan Bey için bir yazı hazırladı, sekreteri Ayça’yı aradı. Erkan Bey şimdi bir başkasıyla görüşüyordu, müsait olur olmaz Ayça ona haber verecekti. Pınar Ayça’nın telefonunu beklerken Twitter’a baktı. Takip ettiği hemen herkes duruşmadan bahsediyordu. Duruşma salonunun içine girebilmiş olanlar Adil Tekin’in savunmasını cümle cümle yazıyor, diğerleri adliye dışında bir kalabalık oluşturmak için çağrı yapıyorlardı. Hatta artık pek sık görüşmediği, üniversiteden arkadaşı Güneş de oradaydı. Birden Pınar’ın aklına bir fikir geldi: Kendisi de gidebilirdi. Hatta bu fikir bir kere aklına gelmiş olduğuna göre gitmesi şarttı, gitmezse kendi kendine çok fena mahcup olacaktı. Ama nasıl izin alacaktı? Telefon çaldı.
“Pınarcım Erkan Bey öğle yemeğine çıktı,” dedi Ayça. “Döner dönmez görmek istiyor seni.”
Pınar telefonu kapadı. Duygu kendisine bakıyordu:
“İlhanlar öğle yemeğine Kale’ye gidiyorlarmış. Biz de gidelim mi?”
“Olur,” dedi Pınar. Bilgisayarının ekranını kapadı. Giyindiler, Pınar çantasını aldı, masasının üstünde cep telefonunu aradı. Yoktu. Bu sefer çantasına baktı, bulamadı. Birden hatırladı. Komodinin üstünden almayı unutmuştu.
“Hay yarabbim Allah’ım! Telefonu evde bırakmışım!”
“Akşam Kaya’yla buluşacak mıydınız?”
“Yok, o doğrudan eve gidecek.”
Pınar’la Duygu tıklım tıklım dolu asansörle aşağıya indiler, asansörde babacan bir sekreter Pınar’ın nasıl da hemen kilo verdiğini söyledi. Pınar omzunun üstünden kadını görmeye çalışıp güç bela teşekkür etti. Binanın girişinde arkadaşlarıyla buluştular, biraz yürüyüp Kale lokantasına gittiler. Burası lüks bir esnaf lokantasıydı. Pınar burayı çok severdi, ama şimdi içi kıpır kıpırdı, çeşit çeşit sebze, et yemeklerini görmüyor, kokularını almıyordu. Alışkanlıkla patlıcan musakkayla pilav aldı. İlhan’la Özgür çok geçmeden futbol muhabbetine daldılar. Galatasaray’ın dün geceki maçından, transferlerden, unutulmaz gollerden, şike iddialarından konuştular. Pınar nasıl kendilerini böyle kaptırabildiklerine şaştı. Gerçek, saf bir ilgiydi bu. Duygu da ilgiyle dinliyordu şimdi, hatta arada sırada lafa giriyordu. Ekin için, diye düşündü Pınar.
Peki ya kendisi? Adliyeye gitmeli miydi? Adliyeye gitmesi kimse için bir şeyi değiştirir miydi? Herkes böyle düşünse kimse gitmez, oradakiler yalnız, sahipsiz kalırdı. Hem gidecekse kendisi için gidecekti, kendi iç rahatlığı için. Böyle bir insan olmak istiyordu Pınar. Kendini kendi hayatına kaptırmaktan, hayatının bununla kalmasından korkuyordu. Kafasında bir plan kurdu. Arkadaşlarına baktı, nasıl da her şeyden habersiz, kaygısızca çay içiyorlar, bir bilgi yarışmasındaki kör cahil yarışmacıdan bahsediyorlardı. Kendi masaları gibi en az yirmi masa vardı etraflarında. Bu lokanta gibi yüzlerce lokanta. Bu hesaba göre kendisi gibi özel olduğunu düşünen milyonlarca insan olmalıydı.
“Bugün sende bir şey var. İyi misin?” diye sordu İlhan.
“Baydınız kızı futbol muhabbetinizle,” dedi Duygu.
“İyiyim iyiyim. Ece dün gece hiç uyutmadı da sersem gibiyim o yüzden.”
Ofise döndüklerinde Pınar ne yapacağını planlamıştı. Erkan Bey’in huzuruna çıktı, müşterinin önerdiği yapılanmanın mevzuat açısından neden sakıncalı olmadığını anlattı. Sonra yüzüne endişeli bir hal vererek:
“Erkan Bey, biraz önce kızımın bakıcısı aradı. Ateşi çıkmış, gidip bakabilir miyim?”
Erkan Bey müşterinin planına bir mani çıkmadığına sevinmişti. Bu, kendileri için yeni bir iş anlamına geliyordu. Pınar’ın verdiği yazıdan gözünü ayırmadan:
“Tabii tabii,” dedi. “Gidebilirsin.”
Pınar odasına döndü, Kaya’yı aradı.
“Nerdesin?”
“Yoldayım, toplantıya gidiyorum,” dedi Kaya.
“Kaç gibi evde olursun?”
“Toplantıdan sonra gideceğim işte. En geç beş gibi olurum herhalde. Noldu?”
“Erkan Bey’le Avcılar tarafında bir toplantıya gideceğiz şimdi. İlla sen de gel diye tutturdu. Dönüşte o beni merkezi bir yere bırakır, oradan gelirim. Geç kalırsam dolapta süt var.”
“İyi peki,” dedi Kaya hoşnutsuz bir sesle.
“Haa Kaya... Telefonumu evde bırakmışım canım. Ararsan merak etme.”
“Tam gününü bulmuşsun.”
“Şimdi çıkıyorum, kolay gelsin sana.”
“Sana da,” deyip kapattı Kaya.
Pınar bilgisayarını kapattı, giyindi. Duygu sanki sorar gözlerle bakıyordu ona, onun karşısında bir tiyatro oyunu oynuyormuş gibi sıkıldı.
“Bak şikayet ediyordun Erkan Bey beni müşteri toplantılarına götürmüyor diye.”
“Evet ama bunun da yeri biraz ters kaçtı,” dedi Pınar. “Neyse bekletmeyeyim Erkan Bey’i. Görüşürüz.”
Pınar telaşla çıktı binadan. Bir taksi tuttu. Bir pop şarkısı çalıyordu:
“Ben senin o değişmeyen kaderin
Ay yanıyor baştan aşağı her yerim
Bildiğin o malum günahlara yine girelim, girelim...”
Bu saatte yol açıktı. Arabanın içi sigara kokuyor, taksici bir hızlanıp bir yavaşlıyordu. Pınar’ın midesi kalktı. Keşke daha çok yeseydim diye düşündü. Dikkatini çevredeki binalara, binaların üzerindeki reklamlara, E-5’e bağlanan yollara vermeye çalıştı. Akşam karşıya metrobüsle geçmeye karar verdi. Acaba Güneş’i bulabilecek miydi? Güneş onu görünce ne yapacaktı? Belki de kızın işi başından aşkındı, Pınar’la uğraşacak hali yoktu. Sonra birden adliye binasını gördü. Bina kocaman bir uzay gemisine benziyordu. Ya da kocaman bir balinaya. Ama en çok içi boşalmış bir deniz kabuğuna.
Pınar adliye binasının önündeki meydanda indi. Etrafta televizyon kameraları, muhabirler vardı. İçinde tanıdığı, takip ettiği gazetecilerin, akademisyenlerin de olduğu bir grubun önünde ünlü bir köşe yazarı demeç veriyordu. Pınar grubun açığından geçip biraz ötede sigara içen, ellerindeki cep telefonlarına bakan başka bir gruba sokuldu. Güneş’i kıvırcık kumral saçlarından tanıdı. Güneş de kendisine bakıldığını hissetmiş gibi büyük yeşil gözlerini kaldırdı, Pınar’la göz göze geldiler.
“A a! Pınar?!”
Pınar bir şey demeden gülümsedi, Güneş’in yanına gitti, öpüştüler.
“Ne işin var senin burda?”
“Çağırıp duruyorsunuz ya!”
Gruptakiler şimdi sevecenlikle Pınar’a baktılar.
“Çok iyi yaptın,” dedi Güneş. “Tanıştırayım muhabir arkadaşlar Sinem, Ali, Sinan... Pınar benim okuldan arkadaşım.” Pınar’ın koluna girdi, “Gel seni şu on milyon dolarlık kafeteryaya götürüp bir çay içireyim.”
“Ben sizi işinizden alıkoymayayım?”
“Bekliyoruz biz de hakim ara verdi. Tutuksuz yargılanma taleplerini değerlendireceklermiş. Gel bir çay içelim, sonra yine çıkarız.”
Güneş Pınar’ı geniş koridorlardan geçirip giriş katındaki büyük kafeteryaya götürdü. Çayla Burçak bisküvi aldılar.
“Okuldaymışız gibi!” diye güldü Güneş, çay bardağıyla elini ısıttı.
“Duruşma nasıl gidiyor?”
“Nasıl olsun, bol bol gülüp eğleniyoruz. Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış. Sahte mail adresinden gelen dosyalar delil kabul ediliyor. Adam kendi genel yayın yönetmeniyle görüşmüş, kaynaklarıyla görüşmüş, hepsi iddianameye girmiş. Kırk klasör dosya var.”
“Hakim ne diyor?”
“Hakimimiz çok babacan, gülüyor bizimle beraber.”
“Sence bırakır mı onları?”
Güneş ciddileşti: “Sanmıyorum. Önce dosyaları okumak zaman alıyor diyecek.” Durdu, Pınar’ın arkasında bir noktaya bakıp bir an düşündü. “Kendimi onların yerine koymaya çalışıyorum bazen. Bu okuduklarını öyle algılayabilir ki, gerçekten suç olarak görür, ortada bir örgüt görür, tehdit görür. Böyle düşününce gerçekten umutsuzluğa kapılıyorum. O zaman diyorum ki yapılabilecek hiçbir şey yok. Ya yanlış yerdeyiz ya yanlış zamandayız.”
“Ya o kafada değilse?”
“O zaman da korkar.”
Pınar bir şey demedi, bisküvilerini çaya batırıp yediler. Güneş gülümseyerek baktı:
“Aman bırakalım bunları… Sen nasılsın? Ece nasıl, kimbilir nasıl büyüdü? Hiç gelemedim arada.”
“İyiler iyiler. Büyüyor galiba. Ben de hep gördüğüm için anlamıyorum ama her hafta yeni bir şey buluyor… Sen nasılsın?”
“Amaaan, uğraşıyoruz işte bunlarla. Yüzlerce sayfa iddianame okuyoruz, duruşmalara geliyoruz. Sonra da gene bir şey yazarken on defa düşünüyoruz, yayın yönetmeniyle papaz oluyoruz. Bu aralar Onur’u bile göremiyorum.”
“Onur nasıl, iyi mi?”
“İyi iyi. Bir karma sergiye hazırlanıyorlar şimdi, Galata’da bir galeride olacak. Açılışı olacağı zaman haber veririm.”
Güneş çayını bitirdi, kalktılar. Pınar’ın gülümsemesi sahteydi şimdi. Güneş sanki övünüyor gibi gelmişti ona, şikayet ederken bile övünüyormuş gibi. Ama belki de böyle hissetmesinin sebebi Güneş’e imrenmesiydi. Ah bunları bir kafaya takmayabilseydi, kimseye imrenmeseydi, kendini kaptırabilseydi…
Dışarıda bir grup öğrenci toplanmış, ellerinde pankartlarla slogan atıyorlardı. Hatta şarkı söyleyenler, halay çekenler bile vardı. Televizyoncular gitmişti, Güneş’in genç muhabir arkadaşları öğrencilerin resimlerini çekiyorlardı. Pınar’ın neşesi yerine geldi. Etraftaki hareketi, öğrencileri, ünlü ve ünsüz gazetecileri izlemeye koyuldu. Güneş oradakiler hakkında hikayeler anlattı. Kim kiminle beraberdi, kim kiminle takılırdı, kim kiminle neden geçinemezdi. Hava iyiden iyiye kararmıştı artık. Birden kapıya doğru bir hareketlenme oldu. Kulaktan kulağa yayılan habere göre hakim sanık avukatlarını huzuruna çağırmıştı, kararını açıklayacaktı. Herkes sessizleşti, on beş dakika boyunca birbirleriyle fısıltıyla konuşup beklediler. Sonra avukatlardan biri gazetecilerin yakınlarıyla birlikte kapıda göründü. “Tahliye yok arkadaşlar!” diye seslendi. “Tahliye yok” sözü bir çakıl taşının suyun üzerinde sekmesi gibi topluluğun üzerinden seke seke Pınar’a kadar geldi. Cep telefonlarının beyaz ışığıyla yüzleri aydınlandı, orada olmayanlara haber verdiler. Bir kaç slogan daha attılar. Sonra yavaş yavaş çözülmeye başladılar. Parça parça koptular, dağıldılar. Pınar’ın şaşkın bakındığını gören Güneş gülümsedi.
“Maalesef bu kadar,” dedi. “Biz gazeteye döneceğiz şimdi. Sen eve mi?”
“Evet, geç olmadan gideyim.”
Güneş’le Pınar “mutlaka görüşmeye” söz vererek metrobüs durağında vedalaştılar.Metrobüs tıklım tıklım doluydu. Pınar oturacak yer bulamadı ama bunu çok dert etmedi. Bir yandan kendine mahcup olmadığı, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptığı için seviniyordu. Ama yorulmuştu. Gün boyunca hissedip düşündüğü her şey tortusunu bırakmıştı sanki, insanın hangi kaygıdan, hangi pişmanlıktan doğduğunu unuttuğu halde kurtulamadığı sıkıntı gibi kötü bir duygu. Ece’yle Kaya’nın yanına döneceği için çok sevindi. Eve gidip güzel bir yemek hazırlayacaktı. Belki tavuk suyuna çorba? Kızıyla oynayacaktı, onu yatırdıktan sonra sıcak bir duş alacaktı. Sonra kimbilir nasıl derin bir uyku...
Anahtarıyla kapıyı açtı. Salondan ışık geliyordu, Pınar çizmelerini çıkardığı gibi salon kapısına gitti, içeriye baktı. Kaya sessizce oturmuş bir kitaba bakıyordu, Ece’yi de halının üzerine oturtmuş, oyuncaklarını çıkarmıştı. Başını kaldırıp Pınar’a baktı ama acayip bir bakıştı bu. Gözlerini yine kitaba indirdi. Pınar bir şey olduğunu anladı. Mantosunu astı, salona gitti. Ece’yi kucağına aldı, Kaya’nın yanına oturdu.
“Ay benim güzel kızım, kocaman olmuş benim kızım,” diye sevdi, öptü kızını.
“Vakitlice bitmiş toplantınız.”
Kaya’ya döndü: “Ne oldu?”
Kaya başını kitaptan kaldırmadan: “Erkan Bey aradı.”
İçi buruldu.
“Ne dedin?”
“Müsait olmadığını söyledim. Yarın konuşuruz o zaman, dedi. Toplantıda kafasına bir şey takılmış.”
Pınar Kaya’ya baktı. Zihinlerinin içinde yaşayan insanların somut ve kendilerinkinden farklı bir gerçeklikle karşılaştıklarında hissettikleri şaşkınlıkla sarsıldı. Böyle durumlarda insan karşısındakinden bir şey istemekten ya da ona bir şey söylemekten vazgeçerdi. Oysa Pınar konuşmak zorundaydı. Ece’yi halının üzerine bıraktı.
“Adliye’ye gittim.”
“Adliyeye?”
“Evet. Gazetecilerin duruşmasına gittim. Güneş de oradaydı.”
“Güneş?”
“Hani üniversiteden arkadaşım, Ece ilk doğduğunda ziyarete gelmişlerdi.”
“Girebildin mi duruşmaya?”
“Hayır, ben gittiğimde ara vermişlerdi.”
“E ne yaptın?”
“Güneş’le kafeteryada oturduk. Sonra dışarıda kararın açıklanmasını bekledik.”
“Karar ne oldu?”
“Tahliye yok.”
Kaya kitabını deri koltuğun üzerine koydu.
“Peki ben sana artık nasıl güveneceğim?”
“Anlamazsın, önem vermezsin diye öyle söyledim.”
“Pınar Allah aşkına haklı değil miyim? Gittin de ne oldu? Ne değişti?”
“İşte bu yüzden,” dedi Pınar. “Ben kendim için gittim. Sana da bir daha gitmeyeceğim diye söz veremem.”
Kaya bir şey demeden odadan çıktı. Holün ışığı yandı. Pınar Kaya’nın paltosunu, ayakkabılarını giydiğini, evin kapısının açıldığını ve çok geçmeden kapandığını duydu. Kapının kapanırken çıkardığı ses sanki evin içinde büyümüş, yankılanmıştı. Kapı kapanmıştı ama Kaya elbette birazdan dönecekti. Bunu bildiği halde içinde bir sıkıntı duydu. Daha önce de Kaya’nın böyle evden çıkıp gittiği olmuştu, gerçi Ece doğduğundan beri ilk kez. Dolaşır, belki bir arkadaşıyla buluşur, yemek yer, dönerdi. Kaya’nın koltuğun üzerinde bıraktığı kitap çarptı gözüne. Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı. Daha ilişkilerinin başında kendisi hediye etmişti ona. Ayraçla ayrılmış sayfayı açtı, şu cümleyi okudu: “…Ama bir üçüncüsü, esrarlı, kaygı verici bir sınıf kadın daha vardır. Bunlar, hiçbir şey yapamadığımız, bir şeyler elde etmeyi bilmediğimiz kadınlardır. Hoşumuza giderler, biz de onların hoşuna gideriz, ama aynı zamanda çabucak onları elde edemeyeceğimizi anlarız, çünkü onlara göre sınırın öteki yanında’yızdır.” Kaya’ya karşı, ilişkilerine karşı içinde büyük bir sevgi, acıma yükseldi. Sınırı geçen kendisi değil, oydu aslında. Kendisini bekliyor, çağırıyordu.
Pınar belki bir on dakika kitabı karıştırdı, eskiden okuyup çok sevdiği cümleleri buldu. Sonra kızını kucağına aldı, onunla konuşa konuşa odadan çıktı.

Sunday, December 25, 2011

Sürenin sonu

(Turgut Uyar'ın "Bir İntihar Akşamı Üzerine Söylenti" şiirinden esinlenmiş hikaye.)

Mehmet Galata’daki apartmanın döner merdivenlerinden tırmandı. Basamaklar bazı yerlerde yumuşak bir hamur gibi çökmüş, duvarlar nemden yaprak yaprak soyulmuştu. Rutubetli, gölgeli bir sokaktaki karanlık, eski bir apartmandı burası. Sahanlıktaki sarı ışıklar merdivenleri tam aydınlatmıyor, Mehmet Ayşe’nin en üst kattaki küçük evine çıkamadan sönüyorlardı. Yine öyle oldu, merdiven boşluğu daha üst katlardaki bir pencereden sızan sokak lambasının ışığıyla aydınlandı. Duvara vuran beyaz ışık, atıştıran karın, rüzgarda titreşen dalların gölgeleriyle yer yer soluyordu.
Mehmet Ayşe’nin kapısını çaldı. İçeriden kısık sesle müzik sesi geliyordu, sakin, güzel bir müzik. Mehmet sabırsızlandı; şimdi içerisi sıcak olacaktı, bütün ışıklar yanıyor olacaktı, Ayşe önce sitem edecekti sonra yumuşayacaktı, ışıkları söndürüp sevişeceklerdi, sessizce manzarayı seyredeceklerdi. Lamba yine söndü. Mehmet yakmayıp kapının altından sızan solgun ışığa baktı. Bütün ışıklar yanmıyordu. Tekrar zili çaldı, zil susunca bu sefer de kendi aralarındaki şifreli ritmle kapıyı tıklattı. Alışkın olduğu adım sesleri duyulmuyordu.
Ayşe belki tuvalette ya da duştaydı. Keşke geleceğimi haber verseydim diye düşündü. Ama Ayşe’yi böyle hazırlıksız yakalamayı severdi, düşünmesine fırsat vermemek gerekiyordu. Ayşe karşısında Mehmet’i görüverince şaşırır ama sevinir, biraz surat asıp söylenmeye çalışır ama neye kızdığını, üzüldüğünü bile hatırlayamayıp gülümserdi. Mehmet meşgul adamdı. İşleri vardı, sık sık seyahatlere çıkması gerekiyordu, görüşmesi gereken eşi dostu vardı. Ayşe bunların dışında bir şeydi, evindeki koltuk gibi üzerinde düşünülmesi gerekmeyen, onu hep bekleyen bir şey. Mehmet öyle kalmasını istiyordu, bunun yolunun da Ayşe’ye hep merak ettiğinden daha azını söylemek, istediğinden daha azını vermek olduğuna karar vermişti. Ayşe her görüşmelerinin sonuncusu olabileceğini sansın, sonra onu karşısında görünce kaybedip de bulmuş gibi sevinsin. Mehmet bu sefer arayı açmıştı, ne kadar zaman olduğunu düşündü. Bir ayı geçmişti herhalde.
Bir kaç kez üst üste zili çaldı. İlk defa aklına bir ihtimal geldi: Ayşe’nin yanında birisi olabilir miydi? Kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinledi. Ne su sesi, ne de bir fısıldaşma duyabildi. En sonunda Ayşe’yi aramaya karar verdi. Cep telefonunun sentetik melodisi içeride uzun uzun çaldı, açan olmadı.
***
Ayşe bir süre önce Tanzanya’da geçen bir belgesel izlemişti. Bir çitanın sürüsünden ayrı düşmüş hamile bir zürafayı nasıl avladığını görmüştü. Zebraların hepsi aynı zamanda yavrularlarmış ki, yavrulardan bazıları aslanlardan kurtulabilsinler. Ama Zanzibar’daki köle pazarının hikayesi, Ayşe’ye en korkunç av sahnelerinden daha korkunç, acımasız gelmişti.
Ayşe umardı ki zayıflıklarını, şüphelerini, sevgisini insanlardan saklamak zorunda kalmasın. Sürekli güçlü gözükmeye çalışmak, meraklı insanlara resmi açıklamalar hazırlamak onun için çok zordu. İsterdi ki kendisi göstermeye uğraşmadığı halde insanlar onun iyi yönlerini, başardıklarını görsünler, ona kendiliklerinden sevgi, saygı göstersinler. İnsanlar kendilerini değil birbirlerini düşünsünler, birbirlerine nezaket göstersinler. Ama onlar, başkalarının zaafları üzerinden kendilerine güç devşirirlerdi. Hayatları sanki dört dörtlük, tam istedikleri gibi gidiyormuş, hiç bir eksikleri, kusurları yokmuş gibi davranırlar, karşılarındakinden de inanmış gibi yapmasını beklerlerdi. Ayşe bunun böyle olduğunu bilirdi de, yine de başından ipleri sıkı tutmayı beceremez, karşısındaki üste çıktığında ise kontrol edemediği bir hayal kırıklığı ve öfkeye kapılırdı. Kimse onun iyiliğini düşünmeyecek miydi bu dünyada, onun kendilerinin iyiliğini düşünmesine izin vermeyecekler miydi?
Ayşe bütün gün evinde kaldı. Dışarısı soğuktu, yağmur karla karışık yağıyordu. Gökyüzü, boğaz ve yukarıdan baktığı çatılarla tüten bacalar gri bir buğunun altında birleşmiş gibiydiler. Terası sırılsıklamdı, sigara içmeye bile çıkmadı. Dün gece uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla dışarı çıkmıştı, hepsinin yanında sevgilisi, eşi vardı. Çabucak sarhoş oldu. Ona Mehmet’i sordular. Ne diyeceğini, anlatacağını bilemedi. Bir aydır görmediğini, haber almadığını söylediğinde ona acıyarak baktılar. Bu adamın aylardır aynı şeyi yaptığını, kendisinin değerini anlamadığını, artık ondan vazgeçmesi gerektiğini söylediler. Çaresiz hak verdi. Sonra Ayşe’nin sorununun ne olduğunu tartışmaya başladılar. Çok açık sözlü, sabırsız olmaktı belki de. İnsan her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeliydi. Böylesi bir çaba Ayşe’ye çok bayağı gözüktü.
Ayşe falında okumuştu halbuki, bu haftasonu çok güzel geçecekti. Ama kuşkusuz herkes için aynı şey geçerli olamazdı. Nasıl kendi burcundan bazı insanlar bu haftasonu ölecekse, söz konusu Mehmet ve kendisi olduğunda iyi falların çıkması mümkün değildi.
Ayşe Tom Waits'in Alice parçasını açtı, salondaki ayaklı lambayı yaktı. Ekmek, eski kaşar ve kırmızı şarap çıkardı, biraz karnını doyurup çokça içti. Acaba Mehmet’in kendisini ciddiye almasını nasıl sağlayabilirdi? Onun müşterisi olsa şu işi şu tarihe kadar istiyorum diyebilirdi, Mehmet de yapmak zorunda kalırdı. Bir müşteri kadar bile mi değeri yoktu? Kendi kendine karar verebilseydi, şu tarihe kadar haber alamazsam, tamam, bitti artık diye. Ondan sonra Mehmet artık ne yapsa kabul etmeseydi. Pek bağlayıcılığı olmayan bir fikirdi bu.
Şarap yüzünden yüzü, elleri yanıyordu şimdi. Pencerelerde kendini, odasını görüyor, hiç beğenmiyordu. Terasa çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Kalın hırkasını, çoraplarının üzerine terliklerini giydi. Kapıyı açar açmaz yüzüne çarpan soğuk hava, tatlı kar kokusu iyi geldi. Kar atıştırmaya devam ediyordu, terasın üstü biraz tutmuştu. Düşmemeye çalışarak yavaş yavaş yürüdü, tırabzana tutunup manzaraya baktı. Gözleri sulandı. Karşı yakanın, tarihi yarımadanın ışıkları aynı gri buğunun içinde titreşiyorlardı. Bir fotoğrafın negatifine bakar gibi karanlık gemilere, beyazlayan çatılara baktı. Bir yerlerde birileri mutlu olmalıydı. Şarkı söyleyenler, sevişenler vardı bir yerlerde. Birilerini sevindirecek mektuplar damgalanıyordu postanelerde. O birileri ne yapıyorlardı şimdi? Sigarasını yaktı, tırabzana dayanıp genzini yakan derin bir nefes çekti.
***
Mehmet şimdi Ayşe’nin kapısına yüklenmişti, ama sıkıca kilitlenmiş kapı aman vermiyordu. Sokağın başından bir siren sesi duyuldu, merdiven boşluğundaki pencereden içeri mavi kırmızı ışıklar girdi. Mehmet döndü, çaresizlik içindeki yüzü aydınlandı. Polis arabası binanın önünde durmuştu. Olanın bitenin Ayşe’yle ilgili olduğunu ve bunun başını ağrıtacağını sezdi. Işığı yakmadan hızla merdivenlerden inmeye başladı.
Bir kat inmişti ki aşağıdaki dairelerden birinin kapısının açıldığını işitti, ışıklar yandı. Birisi büyük demir kapıyı açtı, polisleri içeri aldı. Mehmet duymak ve belki o anda duyulmamak isteyerek durdu. Gece yarısı merdiven boşluğunda erkekler konuştuğunda sesleri hep kocaman, yankılı, boğuk çıkardı. Adam “arka bahçede,” dedi, sesler uzaklaşırken aynı adamın “kötü durumda, ambulans çağırdık” dediğini duydu. Polisler giriş katındaki daireye girmiş olmalıydılar.
Mehmet yavaş, sessiz adımlarla giriş katına kadar indi. Tam o sırada şiddetli bir hava akımıyla dairenin kapısı kapandı. Mehmet istese demir kapıdan çıkıp gidebileceğini düşündü. Bu kadar kolay olurdu bu, buraya bu gece hiç gelmemiş gibi. Ama yapamadı. Uzun uzun dairenin zilini çaldı, kapıya vurdu. En sonunda kapıyı orta yaşlı bir adam açtı, biraz gerisinde polislerden biri duruyordu. Mehmet’in ince bir ter buğusuyla kaplanmış bembeyaz yüzüne soğuk hava çarptı.
“Ayşe’yi görmeye gelmiştim,” dedi.

Tuesday, December 20, 2011

Takıntı

(Yaratıcı Yazarlık Kursu, konusu verilmiş hikaye, 11 Aralık.)

Üzerine siyah uzun bir manto giymiş, siyah güneş gözlükleri takmış genç kadın, karakola girdi. Gözlüklerini çıkardı, gördüğü manzara karşısında somurttu: Devlet binalarına girmek zorunda kaldığında hep içi kararırdı. Karakol arı kovanı gibiydi. Herkes bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Karşıdan gelmekte olan polise sordu: “Metin Komiser’in odası nerede?”
Polis bir an şaşalayıp güldü:
“Bu koridoru takip edin, soldan üçüncü kapı Berna Hanım.”
Berna kibarlıktan gülümsedi ama tanındığına sevinecek hali yoktu. Hızlı hızlı yürüyüp soldan üçüncü kapıdan girdi.
“Ooo Bernacığım hoşgeldin,” diye ayağa kalktı komiser, masasının arkasından çıkıp Berna’yı yanaklarından öptü. Ellilerinde, orta boylu, göbekliydi. Hayatın akışına uymuş, olana bitene çözüm üretmeyi öğrenmiş bir adamın rahatlığı içindeydi. Yuvarlak bir yüzü, gür kır saçları vardı. “Gel gel otur. Ne içersin?”
“Çay alayım Metin Amca.” Berna mantosunu çıkarıp oturdu.
Komiser telefonla iki çay istedi. Gülümseyerek Berna’ya baktı:
“Söyle bakalım hangi rüzgar attı seni buraya!”
“Size de mahcubum Metin Amca. Sevil Teyze, Onur, Aslı nasıl?”
“İyiler iyiler. Onur üniversiteyi kazandı biliyorsun, Aslı’yı da tanıyamazsın, çok büyüdü. Geçen gün Sevil Teyze’nle yeni filmine gittik. Sevil Teyzen ağladı o çocuk ne kadar üzdü benim kızımı diye!”
Eskiden olsa gülüp geçeceği bu havadis Berna’nın karnına yeni bir ağrı girmesine sebep oldu. Gözleri doldu. Komiser dikkatlice kadının yüzüne baktı. O sırada hizmetli kadın çayları getirdi, servis yaptı. Komiser onun odadan çıkışını gözleriyle takip edip Berna’ya döndü, masasına doğru eğilerek:
“N’oldu kızım sana?”
Berna göz yaşlarına hakim olmaya çalışarak: “Peşimde biri var Metin Amca.”
“Ha.”
“Tekin diye birisi. Beni eski sevgilisi sanıyor. On sene önce ayrılmışlar. Filmimi görmüş geçen yıl, sonra takmış kafayı röportajlarımı okumuş, E-mail adresimi bulmuş. Sürekli mektuplar gönderiyor. O kadar sıkıldım ki anlatamam. Laf anlatamıyorum.”
“Cevap veriyorsun yani?”
“Veriyorum ya, diyorum anlatıyorum ben senin eski sevgilin değilim, hiç tanışmadık, aynı okullara gitmedik, bırak peşimi artık sana da yazık diyorum, karına da yazık diyorum, bir ay geçiyor yine yazıyor sanki ben bunların hiç birini yazmamışım gibi, dönmüşüz başa.”
“Hiç buluştunuz mu?”
Berna suçlu suçlu baktı:
“Sete geldi bir gün.”
“Nereden bulmuş seti?”
“Ben çağırdım.”
Komiser “Eh yani” deyip arkasına yaslandı, kollarını başının arkasında birleştirip kaykıldı.
“E ne yapayım Metin Amca, korkuyorum, hiç aklımdan çıkmıyor, yüz yüze konuşursak ikna edebilirim diye düşündüm. Hem yüzünü görmek istedim.”
“Eski sevgilin miymiş?”
“Of Metin Amca!”
“Tamam tamam, anlat sen.”
“Geldi, bak dedim artık canlı canlı gördün beni, sesimi duydun, ben senin eski sevgilin değilim. Arkadaş olalım.”
“Bu kadar mı konuştunuz?”
“Hayır çay içtik, bir sürü sorular sordu bana, röportaj gibi bir şey. Ben de ona sordum, daha iyi tanıyabilmek için, zararlı mı zararsız mı.”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra bunu yazdı.”
Berna çantasından katlı bir kağıt çıkardı, komisere uzattı. Komiser kıpırdamadı, “Sen oku, ben dinleyeyim,” dedi, çayından son yudumu alıp pencereden dışarı bakmaya başladı. Berna titrek bir sesle okudu:
“Sevgili Berna,
Nasılsın? Çekimlerin bitti mi? Biraz önce bir röportajını okudum, resimlerde hüzünlü çıkmışsın. Sakın hüzünlenme meleğim, benim her zaman yanında olduğumu bil. Setteki tanışmamızdan sonra ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. Allah’ım, diyorum, iyi ki on sene önce Meral’le karşılaşmışım, beni sana o getirdi. Kader bizi birbirimizle karşılaştırdı. Artık bunu iyice anladığım için Selin’le konuştum. Bunun basit bir hayranlık olmadığını, tanıştığımızı anlattım ona...”
Kapı tıklatıldı, bir polis aralıktan Berna’ya ve komisere baktı. Berna sustu, mektubu okurken kıpkırmızı olmuştu, titriyordu. Elindeki kağıdı katlayıp kollarını kavuşturdu.
“Komiserim bakabilecek misin?”
Komiser eliyle işaret etti, çocuk kapıyı kapattı.
“Bernacığım, bu çocuk bu işi nasıl takıntı haline getirmişse sen de öyle getirmişsin,” dedi. “Sen sürekli onu ikna etmeye çalışmasan iş bu raddeye gelmeyecekti.”
“Ama yaptığının ne kadar mantıksız olduğunu anlamasını istedim, ona yardım etmeye çalıştım...”
“Bu senin elinde değil. Bak şimdi, insanlar kurallar ararlar ki karşılarındakinin nasıl hareket edeceğini tahmin edebilsinler. Mantık kuralları, hukuk kuralları... Bunları bulamadıkları yerde korkarlar. Her şey mümkündür artık, kontrol edemezler. Bu sınırları aşan karşısındakini korkutur, onun üzerinde tahakküm kurar.”
“Aynen öyle oldu Metin Amca. Peki şimdi ne yapmalıyım?”
“Hiç bir şey yapma. Seni tekrar rahatsız ederse biz burdayız, toplar getiririz.”
“Koruma falan vermeyecek misiniz?”
“Gerek yok şimdi.”
Komiserin kendinden emin hali Berna’ya ferahlatıcı geldi, titremesi kesildi. Kavuşturduğu kollarını açtı, ayağa kalkıp komiserin elini sıktı.
“Sağol Metin Amca. Seni de işinden alıkoydum.”
Komiser Berna’yı yolcu etti, işinin başına, teorisini uygulamaya döndü.