Sunday, December 30, 2012

Toplumsal cesaret

Cesaretin üçüncü çeşidi de yukarıda açıkladığım duygusuzluğun karşıtıdır; bunu toplumsal cesaret olarak adlandırıyorum. Toplumsal cesaret diğer insani varlıklarla ilişkiye girme cesaretidir – kişinin anlamlı bir yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisi. Kişinin kendini, artan bir açıklığı talep eden bir ilişkiye, belli bir zaman süresi içinde yatırabilme cesaretidir.

Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir etkileşim gibi birimiz değişirse, ikimiz de değişeceğiz. Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek mi, yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye, iyisine kötüsüne, tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır.


Otantik yakınlık için gereken cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırmak, onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay – gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimi fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir ilişkinin daha “tehlikeli” olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak kısa-devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ve ona mekanik davranılabilir.
Oysa ki fiziksel düzeyde başlayan ve kalan yakınlık otantikliğini yitirmeye eğilimlidir ve az sonra kendimizi boşluktan kaçar buluruz. Otantik toplumsal cesaret, kişiliğin birçok düzeyinde aynı anda yakınlık gerektirir. Kişi ancak bunu yaparak kişisel yabancılaşmayı yenebilir. Hiç şüphesiz yeni insanların karşılaşması beklentinin coşkusuyla birlikte bir kaygı çarpıntısını da getirir; ve ilişkinin derinliğine indikçe her yeni derinlik yeni coşkular ve kaygıları da beraberinde getirecektir. Her karşılaşma, bizi bekleyen bilinmeyen bir kaderin habercisi olabileceği gibi, diğer kişiyi otantik biçimde tanımanın heyecan verici tadına doğru bir uyarıcı da olabilir.


Toplumsal cesaret iki değişik tür korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir. Bunlar ilk psikanalistlerden Otto Rank tarafından çok güzel anlatılmışlardır. Bu, özerk-olarak-yaşama-korkusudur, kendini terk edilmiş bulmak korkusu, bir başkasına dayanma gereksinimi. Bu korku, kişinin kendini, ilişkiye girilebilecek bir benliği kalmayana dek bir ilişkiye fırlatma gereksiniminde kendini gösterir. Kişi gerçekte sevdiğinin bir yansısı haline gelir – eninde sonunda eşini sıkmaya başlar. Bu, Rank’ın anlattığı gibi, kendini-gerçekleştirme korkusudur. Kadın özgürlüğünden kırk yıl önce yaşadığından, Rank, bu çeşit korkunun en tipik olarak kadınlarda bulunduğunu söylemişti. Rank bu korkunun tersini “ölüm korkusu” olarak adlandırdı. Bu, diğer tarafından tümden emilme korkusudur, kendi benliğini ve kendi özerkliğini yitirme korkusu, bağımsızlığının alınıp götürülmesi korkusu. Rank, bu korkunun, çoğunlukla ilişkinin çok yakınlaşması halinde hızlı bir ricatla sıvışıp kaçmak için arka kapıyı aralık tutmayı kollayan erkeklerde yerleşmiş olduğunu söyler.
Gerçekteyse, eğer Rank günümüze kadar yaşamış olsaydı, iki çeşit korkuyla da, şüphesiz ki değişik oranlarda, hem kadınların hem de erkeklerin yüz yüze gelmeleri gerektiğini kabul ederdi. Tüm yaşantımızda bu iki korku arasında salınır dururuz. Aslında bunlar, başkasına ilgi gösteren birini bekleyen kaygı şekilleridir. Eğer kendimizi-gerçekleştirmeye doğru ilerleyeceksek, zorunlu olan bu iki korkuyla yüzleşmek ve kişinin sadece kendisi olmasıyla değil, diğer benliklere katılımıyla da gelişeceğinin farkında olmaktır.


Albert Camus Sürgün ve Krallık’ta bu iki zıt cesaret türünü anlatan bir öykü yazmıştı. “Sanatçı İşbaşında”, karısı ve çocukları için zorlukla ekmek parası bulabilen Parisli fakir bir ressamın öyküsüdür. Sanatçı ölüm döşeğindeyken, en iyi dostu, ressamın üzerinde çalıştığı tabloyu bulur. Tablo, ortasında belirsiz bir biçimde, çok küçük harflerle yazıldığı görülen tek bir sözcük dışında boştur. Sözcük ya solitary olabilir –yalnız olma; kişinin olaylardan uzak durması, derinlerdeki benliğini dinlemesi için gerekli zihin huzurunu koruması- ya da solidary olabilir –“pazar yerinde yaşama”; dayanışma, katılma, ya da Marx’ın deyişiyle kitlelerle özdeşleşme. Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek bir eser yaratması için esastır."

Rollo May, Yaratma Cesareti, sayfa 46-48

No comments: