Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir etkileşim gibi birimiz değişirse, ikimiz de değişeceğiz. Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek mi, yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye, iyisine kötüsüne, tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır.
Otantik
yakınlık için gereken cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün
yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırmak, onu basit bir fiziksel cesaret
haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel
soyunmadan daha kolay – gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve
paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimi fantezilerimizi,
umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf
nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar,
bir ilişkinin daha “tehlikeli” olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa
atlayarak kısa-devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ve ona mekanik
davranılabilir.
Oysa ki
fiziksel düzeyde başlayan ve kalan yakınlık otantikliğini yitirmeye eğilimlidir
ve az sonra kendimizi boşluktan kaçar buluruz. Otantik toplumsal cesaret,
kişiliğin birçok düzeyinde aynı anda yakınlık gerektirir. Kişi ancak bunu
yaparak kişisel yabancılaşmayı yenebilir. Hiç şüphesiz yeni insanların
karşılaşması beklentinin coşkusuyla birlikte bir kaygı çarpıntısını da getirir;
ve ilişkinin derinliğine indikçe her yeni derinlik yeni coşkular ve kaygıları
da beraberinde getirecektir. Her karşılaşma, bizi bekleyen bilinmeyen bir
kaderin habercisi olabileceği gibi, diğer kişiyi otantik biçimde tanımanın
heyecan verici tadına doğru bir uyarıcı da olabilir.
Toplumsal
cesaret iki değişik tür korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir. Bunlar ilk
psikanalistlerden Otto Rank tarafından çok güzel anlatılmışlardır. Bu,
özerk-olarak-yaşama-korkusudur, kendini terk edilmiş bulmak korkusu, bir
başkasına dayanma gereksinimi. Bu korku, kişinin kendini, ilişkiye
girilebilecek bir benliği kalmayana dek bir ilişkiye fırlatma gereksiniminde
kendini gösterir. Kişi gerçekte sevdiğinin bir yansısı haline gelir – eninde
sonunda eşini sıkmaya başlar. Bu, Rank’ın anlattığı gibi,
kendini-gerçekleştirme korkusudur. Kadın özgürlüğünden kırk yıl önce
yaşadığından, Rank, bu çeşit korkunun en tipik olarak kadınlarda bulunduğunu
söylemişti. Rank bu korkunun tersini “ölüm korkusu” olarak adlandırdı. Bu,
diğer tarafından tümden emilme korkusudur, kendi benliğini ve kendi özerkliğini
yitirme korkusu, bağımsızlığının alınıp götürülmesi korkusu. Rank, bu korkunun,
çoğunlukla ilişkinin çok yakınlaşması halinde hızlı bir ricatla sıvışıp kaçmak
için arka kapıyı aralık tutmayı kollayan erkeklerde yerleşmiş olduğunu söyler.
Gerçekteyse,
eğer Rank günümüze kadar yaşamış olsaydı, iki çeşit korkuyla da, şüphesiz ki
değişik oranlarda, hem kadınların hem de erkeklerin yüz yüze gelmeleri
gerektiğini kabul ederdi. Tüm yaşantımızda bu iki korku arasında salınır
dururuz. Aslında bunlar, başkasına ilgi gösteren birini bekleyen kaygı
şekilleridir. Eğer kendimizi-gerçekleştirmeye doğru ilerleyeceksek, zorunlu
olan bu iki korkuyla yüzleşmek ve kişinin sadece kendisi olmasıyla değil, diğer
benliklere katılımıyla da gelişeceğinin farkında olmaktır.
Albert
Camus Sürgün ve Krallık’ta bu iki zıt cesaret türünü anlatan bir öykü yazmıştı.
“Sanatçı İşbaşında”, karısı ve çocukları için zorlukla ekmek parası bulabilen
Parisli fakir bir ressamın öyküsüdür. Sanatçı ölüm döşeğindeyken, en iyi dostu,
ressamın üzerinde çalıştığı tabloyu bulur. Tablo, ortasında belirsiz bir
biçimde, çok küçük harflerle yazıldığı görülen tek bir sözcük dışında boştur.
Sözcük ya solitary olabilir –yalnız olma;
kişinin olaylardan uzak durması, derinlerdeki benliğini dinlemesi için gerekli
zihin huzurunu koruması- ya da solidary olabilir
–“pazar yerinde yaşama”; dayanışma, katılma, ya da Marx’ın deyişiyle kitlelerle
özdeşleşme. Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının
sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek
bir eser yaratması için esastır."
Rollo
May, Yaratma Cesareti, sayfa 46-48
No comments:
Post a Comment