Sunday, December 16, 2012

Yağmurlu bir gün

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Ödevi:

Başlangıç ve son kimi zaman aynı noktada buluşur.

Kahramanımız yeni bir şehirde yeni bir hayata başlıyor. Tanıştığı insanlar onu şaşırtıcı bir çabuklukla aralarına alıyorlar. Geçici bir süre için de olsa yalnız olmamanın keyfini çıkaran kahramanımız çok yakın bir gelecekte her şeyin tersine döneceğini biliyor. Daha önce olduğu gibi... Sonra başka bir şehirde yeniden başlayacağını da biliyor... Buna rağmen içinde bir umut var.

Bu kahramanın öyküsünü yazarak onun kaderini değiştirebilir misiniz?
1.
Kapıyı açıp da kararsızca yağan yağmurla, ıslak sokakla karşılaşınca şemsiyemi evde bıraktığımı farkettim. Zaten geç kaldığım için bu durum bir an dünyanın sonu gibi geldi. Bu hep başıma geliyordu; o kadar aceleyle hazırlanıyordum, aklımda unutmamam gereken o kadar çok şey oluyordu ki, şemsiyeyi hep unutuyordum. Yukarı koşup ayakkabılarımı çıkarmamak için upuzun bir adım atarak şemsiyeye uzandım.
Sokakta hızlı hızlı yürümeye başladım. Sokaktaki tek renk inşaat halindeki iki binada çalışan işçilerin üzerindeki fosforlu yeleklerle sokağın sonundaki binaların balkonlarından, sokak lambalarının direklerinden sarkan çiçeklerdi. İskelelerin altından geçip sola döndüm: Şarapevi, güzellik salonu, kuru temizlemecim. Buradan da ilk sağa dönülüyordu ve bu yolun ana caddeyle kesiştiği köşede Baker Street istasyonu vardı. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin önünden koşar adım geçiyordum. Daha şimdiden alnımda, sırtımda, koltukaltlarımda bir ter buğusunun oluştuğunu hissediyor, bugünün, bütün bir günün bu hisle nasıl geçeceğini kara kara düşünüyordum. Yağmurla karşılaşınca duraklayıp şemsiyelerini açmaya çalışan insanların arasından aşağıya indim. Çantamın içinden cüzdanımı çıkarıp turnikenin yanındaki okuyucuya uzattım. Turnike neşeli bir ses verip yeşile döneceği yerde bozuk bir zöööt sesi çıkardı. Tekrar denedim, değişen bir şey yok. Kartımın kredisi bitmişti ve yeni kredi yükleyebileceğim makineler caddenin öte yanındaydı. Yüzümden ateş çıkıyordu artık; yağmurluğumun altında gömleğimin, ayakkabılarımın içinde çoraplarımın ıslaklığını hissedebiliyordum. Söylene söylene  şemsiyelerini kapatmaya çalışan insanların arasından yeryüzüne çıktım. Yağmur biraz daha hızlanmıştı sanki, kırmızı ışıkta bekleyen araçlar hareket etmek üzereydi. Hiç sevmediğim halde alt geçitten geçmeye karar verdim. Alt geçitte su birikintileri, keskin bir sidik kokusu ve yere serdiği kartonların üzerine yığdığı bir sürü çanta ve torbanın arasında kendinden geçmiş gibi duran evsiz bir adam vardı, tam ben geçerken homurdandı. İstemeden adımlarımı hızlandırdım.
Platform da, trenler de o kadar kalabalıktı ki öbek öbek insan arasından ancak ikinci trene binebildim. Camlar buğulanmış, su damlaları buğunun içinde yollar yapmıştı. Kayan kapılar arkamdan zar zor kapandı. Vagonun sıcak, nemli havasında değil kıpırdanmak, soluk alıp vermek bile güçtü. Tren gıcırtılar içinde yavaşlıyor, sık sık tünellerde duruyor, sonsuzluk gibi gelen birkaç dakika sonra yola devam ediyordu. Acele etmenin faydası yoktu, teslim olmuştum. Ne yağmurluğumu çıkardım, ne de çantamdan kitabımı. Kapıya yaslanmış halde etrafıma bakmaya başladım. Koltuklarda oturmuş ya da demirlere tutunmuş gazete okuyan, cep telefonlarıyla uğraşan, benim gibi kıpırdayacak yeri olmadığı için gözleri koltukların üzerindeki reklamlara takılmış, gövdesi bir yerlere asılmış ya da yaslanmış duran insanlara baktım. Bütün bu yaptıklarımızda, koşturmacamızda hiç bir mana göremedim. Acaba onlar görebiliyorlar mı, arıyorlar mı diye merak ettim. Belki de şu vagondaki herkesin kafasının içinde binbir tilki dolaşıyordu da, gizli ajanlar gibi hiç birimiz belli etmiyorduk.
Vazgeçmedim, düşünmeye devam ettim. Şu vagondakiler, platformlardakiler ve sokaktakiler, hepimiz aynı gemideydik. Yapabileceğimiz tek şey birbirimizin, birilerinin hayatını kolaylaştırmak olabilirdi. Bana anlamlı gelen tek ihtimal bu oldu.
2.

Kız Kulesi manzaralı toplantı odasının önünde iki sekreter oturur. Elimde çantam, şemsiyem, binaya giriş kartım, üzerimde iri yağmur damlalarıyla lekelenmiş pardesüm, ter ve yağmurdan sönüp başıma yapışmış saçlarımla kapıdan girince acıyarak baktılar. Bu görüntüye alışkındılar. Daha görmüş geçirmiş olanı eliyle bir işaret yapıp yanına çağırdı.
“Elindekileri bırak istersen,” dedi.
Tabii ya der gibi hak verdim. Şemsiyemi, pardesümü onlara verdim. Çantamın içinden küçük not defterimle kartlarımı çıkardım, ama kalem bulamadım. Bana kalem verdiler. Genç olanı  teklifsizce ufak, sarı plastik çerçeveli bir el aynası uzattı. Yüzüme gözüme baktım, kaşlarımı düzelttim. Biraz da onları memnun etmek için abartılı hareketlerle ceketimi çekiştirdim, hafifçe yana dönmüş eteğimi çevirdim. Memnun olup gülümsediler.
Gözlerimin toplantı odasının karanlığına alışması vakit aldı. Jaluziler indirilmişti, dışarının gri ışığı içeriye ancak parlak şeritler halinde girebiliyordu. Şirketimizin ortakları Selim ile Ahmet Beyler sırtları kapıya dönük oturmuşlar, geniş pencerelerin önünde oturan misafirlerimizin yüzlerini ise karanlıkta seçmek kolay değil. Patronlarıma selam verip misafirlere yöneldim, yerlerinden doğruldular. İki genç adam; birisi ufak tefek, küçük kare suratlı, renkli gözlü, diğeri daha iri yarı, kel ve yüzünde öbürüne kıyasla saf bir ifade var. El sıkışıp kart değiş tokuş ederken en sevimli gülümsememi takındım.
Toplantı masalarında önemli olan genelde kimin haklı, kimin haksız olduğu değil, kimin güçlü, kimin güçsüz olduğudur. Karşımızda oturan çocuklar haklıydılar, yazdığımız raporda onların bankalarından bahsetmeyip halihazırda müşterimiz olan rakiplerine övgüler sıralamamız pek hakkaniyetli olmamıştı. Ama telefonda bana en kurumsal sesiyle yaptığımız yanlışı telafi etmek zorunda olduğumuzu söyleyen adam, şimdi karşımızda süt dökmüş kedi gibi oturuyordu. Endişeye mahal yoktu.
“Nereden buldun bilgileri sen Pelinciğim? “ diye konuya girdi Selim Bey.
“Aslında ben değil, asistan arkadaşımız bulmuştu. Kendisi ayrıldı ama ayrılmadan önce bütün kaynaklarını bir dosyada toplayıp bize bıraktı. İtimat Bankası’nın yayınladığı bilgiler herhalde bunlar…”
“Bak iyi araştırma yapmıyoruz. Bereket Bankası’nın da raporlarına bakmak lazım. Ama beyler, şimdi siz hazır buradayken bize biraz kendinizden bahsedin.”
Beni telefonda azarlayan Kağan Buğra bey sanki iş mülakatındaymış gibi anlatmaya koyuldu. Basında gördüğümüz en önemli projelerin finansmanını onlar sağlıyorlarmış. Bazı verilere göre lider kendileriymiş, bazı verilere göre İtimat Bankası. Selim Bey bir el hareketiyle çocuğu susturdu.
“Bakın, ben şimdi bu piyasada bir boşluk, bir ihtiyaç görüyorum. Güvenilir veri yok. Gelin biz bir rapor yayınlayalım. Sizden rakamlarınızı alalım, İtimat’tan alalım, diğerlerinden alalım…”
Kel çocuk ta göğsünden yükselir gibi görünen bir heyecanla gülümsedi.
“Bilemezsiniz bu bizim için ne kadar önemli,” dedi. “Biz kendimizi anlatmaya çalışıyoruz ama sizin gibi bağımsız bir kuruluşun yayını çok faydalı olacaktır.”
Bu çocuğun işvereni bu gönülden bağlılığı hangi prim paketiyle, hangi yan haklarla elde etti acaba? Bana kalırsa işin sırrı işverende değil, şu çocuklarda. Profesyonellik performans göstermekle, rol yapmakla alakalıdır. Ama bu aslında sadece asgari standartların sağlanmasına yönelik bir son çaredir. Elbette her işveren çalışanlarının içten gelen bir coşku ve bağlılıkla çalışmasını tercih eder.
“Şu son zamanlarda çeşitli konferanslara katılıyorum. Fırsattan istifade onlardan da biraz bahsedeyim…” Selim Bey konuyu değiştirmişti. “Stirling Bankası’nın sunumlarına rastlıyorum. Çok ilerici projelerden bahsediyorlar. Akıllı şehir konsepti mesela… Önümüzdeki yirmi yıl içinde şehirlerde yaşayan nüfus çok daha artacak. İnsanlar kendi elektriklerini kendileri üretecek, şebekeye satacak. Sizin bu alanda çalışmalarınız var mı?”
“Biraz erken Türkiye’de bunları konuşmak için…”
“Hayır, hayır, öyle demeyin. Dünyayı takip etmek, bu konulara kafa yormak çok önemli…” 

3.
Her yanı camla kaplı restoran ufak bir meydana bakıyor. Biz gelirken yağmur durmuştu, şemsiye açmamıza gerek kalmadı. Şimdi tekrar çiselemeye başladı. Öğle arasına çıkmış insanlar hızlı hızlı geçiyorlar şimdi. Karşımdaki adam aynı Abdülcanbaz gibi köşeli bir insan. Yüzü köşeli, siyah takım elbisesi içindeki vücudu köşeli, hareketleri keskin ve köşeli. Kucağından mendilini alıp ağzını sildi, mendili masaya koydu, halinden memnun bir gülümsemeyle sandalyesinde kaykıldı.
“Ben sana kartvizitimi vermiş miydim?” dedi elini cebine atarak. Cüzdanından bir kartvizit çıkardı. “Bak ş harfini s diye yazmışlardı. Hepsini geri gönderdim, yeniden bastılar.”
“Çok şıkmış. Bu pütürlü kağıtlar güzel oluyor. Benim yanımda yok maalesef.” Cüzdanıma koydum kartviziti.
Kısa bir sessizlik oldu. Ben hala balığımı ve haşlanmış patateslerimi yiyordum.
“Geçenlerde bir filme gittim, Köprüdekiler diye, film festivalinde.”
“Aa, ben de gittim ona,” dedim sınavda bildiği yerden soru çıkan öğrencinin mutlu heyecanıyla.
“Beğendin mi?”
“Evet, fena değildi.”
“Hiçbir şeyden rahatsız olmadın mı?”
Düşündüm biraz. “Çocukların hayatlarını iyileştirmek için hiçbir şansları yoktu. Çaresizlikleri moral bozucuydu.”
“Ben neden rahatsız oldum biliyor musun? Dakikalarca Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını gösterdiler. Geçit törenini, havai fişekleri. Sanki gereksiz bir şeymiş, şikayet ediyorlar. Karakterler de bir kenardan seyrediyor. Alın size cumhuriyetiniz der gibi.”
“Belki de o parıltıyla fakirliğin zıtlığını göstermek istemişlerdir.”
“Başka parıltı bulamamışlar mı? Her milletin böyle kutlamaları vardır.”
Bir şey demedim. Yine kısa bir sessizlik oldu. Mendilimi masaya koydum ben de, suyumdan bir yudum aldım, camdan dışarı baktım.
“Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musun?”
“Ne? Ben mi? Daha yeni oturma izni aldım.”
“Ben önümüzdeki yaz dönmeyi planlıyorum.” 

4.
Meyhanenin önünde oturanlar elimde kırık şemsiyem, topuklu botlarımla daha yeni kazılmış sokağın taşı, çamuru ve su birikintileri içindeki halime bakıp dostça gülümsediler. Şemsiyemi güç bela kapatıp doğruca terasa çıktım. Arkadaşlarım oturmuşlar, ısmarladıkları mezelerden atıştırıyorlardı. Teras çepeçevre açıktı ama etrafımızdaki sobalar ortalığı kavurmuştu. Montumu çıkarırken heyecanla neden geç kaldığımı anlattım: İşten geç çıkabilmiş, Beşiktaş’ta uzunca süre taksi bulamamış, Nişantaşı’na çıkan hayırsever bir hanımın taksisine binmiş, kadın indikten sonra aynı hayırseverliği bu sefer Kurtuluş’a giden genç bir kız için göstermek zorunda kalmış, en sonunda Tarlabaşı üzerinden Odakule’ye vasıl olabilmiştim. Çok zaman kaybetmiş, yemeğe geç kalmıştım, ama hiç değilse yeni yerler görmüş, tanımadığım insanlarla dayanışmanın tadına varmıştım. Meğer taksi dolmuşçuluk taksicilerin yağmurlu havalarda insanları kazıklamak için kullandığı bilindik bir yöntemmiş.

Arkadaşlarım doğma büyüme İstanbullu. Nilay doktora araştırması için gidip geliyor, Yavuz da tatile gelmiş. Taşındığımdan beri ilk defa hep bir araya gelebildik.
Biraz yiyip içtikten sonra Nilay yeşil gözlerini gözlerime dikip sordu: “Hani senin bir çocuk vardı, Murat mıydı neydi adı, ona ne oldu? Görüşüyor musunuz?”
“Tek tük görüşüyoruz ama son bir aydır görüşmedik…”
“Ne zaman buluşsak aynı hikaye,” dedi Yavuz. “Bırak bu adamı artık, vazgeç… Senin sorunun ne biliyor musun? Çok açık sözlüsün, sabırsızsın. İnsan öyle her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeli. Biraz ‘subtle’ olman lazım.”
Nilay’ın sevgilisi Serkan’la pek samimi değildim, onun önünde böyle masaya yatırılmak utandırdı, kızdırdı beni. Hem insanın kendini sevdirmeye çalışması bayağı bir çabaydı. Cevap yetiştirmeye çalışmak da. Sarhoş olmaya başlamıştım, düşüncelerimi toparlayamadım.
“Amaaan,” dedim, “rakı sofrasına meze yaptınız beni. Bırakın artık.” 

5.
Haftaiçleri geç saatte eve dönerken sokaklar, tren, istasyonlar tenha olurdu. Hava soğuktu, her yer rutubet kokuyordu. Hem sarhoş, hem de çok yorgundum. Trende kitabımı açıp okur gibi yaptım ama dikkatimi veremedim, uyukladım. Trenden inince ne kadar sarhoş olursam olayım birden ayılır, eve kadar hızlı, kararlı adımlarla yürürdüm.

Bu saatte sadece istasyonun ana girişi açık olurdu. Girişteki büfenin kepengi indirilmişti, evsiz bir adam köpeğiyle oturuyordu. Bu yağmurda, soğukta nasıl hayatta kalabiliyordu? Evine dönmeye çalışan saçı yağlanmış, yüzü sararıp solmuş profesyoneller olurdu bu saatte, fosforlu yelekleriyle metro çalışanları, gürültücü sarhoş adamlar, bu soğukta bile etli bacaklarına giydikleri mini eteklerinden, topuklu ayakkabılarından vazgeçmeyen genç kadınlar. Geniş caddeden geçmek için trafik ışıklarında bekledim. Soğuktan gözlerim sulandı, arabaların farlarını bir an çift gördüm. Işık yanınca karşıya geçtim, sokağıma saptım. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin önünden koşar adım yürüdüm. Benden başka kimse yoktu, sokak ıslaktı, ışıl ışıl parlıyordu. Direklere asılı saksılardan sular damlıyordu.
Yürürken düşündüm: Bu yorgunluk niyeydi? Bu böyle tek başıma yürüdüğüm kaçıncı geceydi?
Belki de ben artık eve dönmeliydim, yeni bir hayat kurmalıydım.

***

No comments: