Başlangıç
ve son kimi zaman aynı noktada buluşur.
Kahramanımız
yeni bir şehirde yeni bir hayata başlıyor. Tanıştığı insanlar onu şaşırtıcı bir
çabuklukla aralarına alıyorlar. Geçici bir süre için de olsa yalnız olmamanın
keyfini çıkaran kahramanımız çok yakın bir gelecekte her şeyin tersine
döneceğini biliyor. Daha önce olduğu gibi... Sonra başka bir şehirde yeniden
başlayacağını da biliyor... Buna rağmen içinde bir umut var.
Bu
kahramanın öyküsünü yazarak onun kaderini değiştirebilir misiniz?
1.
Kapıyı
açıp da kararsızca yağan yağmurla, ıslak sokakla karşılaşınca şemsiyemi evde
bıraktığımı farkettim. Zaten geç kaldığım için bu durum bir an dünyanın sonu
gibi geldi. Bu hep başıma geliyordu; o kadar aceleyle hazırlanıyordum, aklımda
unutmamam gereken o kadar çok şey oluyordu ki, şemsiyeyi hep unutuyordum. Yukarı
koşup ayakkabılarımı çıkarmamak için upuzun bir adım atarak şemsiyeye uzandım.
Sokakta
hızlı hızlı yürümeye başladım. Sokaktaki tek renk inşaat halindeki iki binada
çalışan işçilerin üzerindeki fosforlu yeleklerle sokağın sonundaki binaların
balkonlarından, sokak lambalarının direklerinden sarkan çiçeklerdi. İskelelerin
altından geçip sola döndüm: Şarapevi, güzellik salonu, kuru temizlemecim.
Buradan da ilk sağa dönülüyordu ve bu yolun ana caddeyle kesiştiği köşede Baker
Street istasyonu vardı. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin
önünden koşar adım geçiyordum. Daha şimdiden alnımda, sırtımda,
koltukaltlarımda bir ter buğusunun oluştuğunu hissediyor, bugünün, bütün bir
günün bu hisle nasıl geçeceğini kara kara düşünüyordum. Yağmurla karşılaşınca
duraklayıp şemsiyelerini açmaya çalışan insanların arasından aşağıya indim.
Çantamın içinden cüzdanımı çıkarıp turnikenin yanındaki okuyucuya uzattım.
Turnike neşeli bir ses verip yeşile döneceği yerde bozuk bir zöööt sesi
çıkardı. Tekrar denedim, değişen bir şey yok. Kartımın kredisi bitmişti ve yeni
kredi yükleyebileceğim makineler caddenin öte yanındaydı. Yüzümden ateş
çıkıyordu artık; yağmurluğumun altında gömleğimin, ayakkabılarımın içinde
çoraplarımın ıslaklığını hissedebiliyordum. Söylene söylene şemsiyelerini kapatmaya çalışan insanların
arasından yeryüzüne çıktım. Yağmur biraz daha hızlanmıştı sanki, kırmızı ışıkta
bekleyen araçlar hareket etmek üzereydi. Hiç sevmediğim halde alt geçitten
geçmeye karar verdim. Alt geçitte su birikintileri, keskin bir sidik kokusu ve
yere serdiği kartonların üzerine yığdığı bir sürü çanta ve torbanın arasında kendinden
geçmiş gibi duran evsiz bir adam vardı, tam ben geçerken homurdandı. İstemeden
adımlarımı hızlandırdım.
Platform
da, trenler de o kadar kalabalıktı ki öbek öbek insan arasından ancak ikinci
trene binebildim. Camlar buğulanmış, su damlaları buğunun içinde yollar
yapmıştı. Kayan kapılar arkamdan zar zor kapandı. Vagonun sıcak, nemli
havasında değil kıpırdanmak, soluk alıp vermek bile güçtü. Tren gıcırtılar içinde
yavaşlıyor, sık sık tünellerde duruyor, sonsuzluk gibi gelen birkaç dakika
sonra yola devam ediyordu. Acele etmenin faydası yoktu, teslim olmuştum. Ne
yağmurluğumu çıkardım, ne de çantamdan kitabımı. Kapıya yaslanmış halde
etrafıma bakmaya başladım. Koltuklarda oturmuş ya da demirlere tutunmuş gazete
okuyan, cep telefonlarıyla uğraşan, benim gibi kıpırdayacak yeri olmadığı için
gözleri koltukların üzerindeki reklamlara takılmış, gövdesi bir yerlere asılmış
ya da yaslanmış duran insanlara baktım. Bütün bu yaptıklarımızda,
koşturmacamızda hiç bir mana göremedim. Acaba onlar görebiliyorlar mı,
arıyorlar mı diye merak ettim. Belki de şu vagondaki herkesin kafasının içinde
binbir tilki dolaşıyordu da, gizli ajanlar gibi hiç birimiz belli etmiyorduk.
Vazgeçmedim,
düşünmeye devam ettim. Şu vagondakiler, platformlardakiler ve sokaktakiler,
hepimiz aynı gemideydik. Yapabileceğimiz tek şey birbirimizin, birilerinin
hayatını kolaylaştırmak olabilirdi. Bana anlamlı gelen tek ihtimal bu oldu.
2.
Kız
Kulesi manzaralı toplantı odasının önünde iki sekreter oturur. Elimde çantam,
şemsiyem, binaya giriş kartım, üzerimde iri yağmur damlalarıyla lekelenmiş
pardesüm, ter ve yağmurdan sönüp başıma yapışmış saçlarımla kapıdan girince
acıyarak baktılar. Bu görüntüye alışkındılar. Daha görmüş geçirmiş olanı eliyle
bir işaret yapıp yanına çağırdı.
“Elindekileri
bırak istersen,” dedi.
Tabii
ya der gibi hak verdim. Şemsiyemi, pardesümü onlara verdim. Çantamın içinden
küçük not defterimle kartlarımı çıkardım, ama kalem bulamadım. Bana kalem
verdiler. Genç olanı teklifsizce ufak,
sarı plastik çerçeveli bir el aynası uzattı. Yüzüme gözüme baktım, kaşlarımı
düzelttim. Biraz da onları memnun etmek için abartılı hareketlerle ceketimi
çekiştirdim, hafifçe yana dönmüş eteğimi çevirdim. Memnun olup gülümsediler.
Gözlerimin
toplantı odasının karanlığına alışması vakit aldı. Jaluziler indirilmişti,
dışarının gri ışığı içeriye ancak parlak şeritler halinde girebiliyordu.
Şirketimizin ortakları Selim ile Ahmet Beyler sırtları kapıya dönük oturmuşlar,
geniş pencerelerin önünde oturan misafirlerimizin yüzlerini ise karanlıkta
seçmek kolay değil. Patronlarıma selam verip misafirlere yöneldim, yerlerinden
doğruldular. İki genç adam; birisi ufak tefek, küçük kare suratlı, renkli
gözlü, diğeri daha iri yarı, kel ve yüzünde öbürüne kıyasla saf bir ifade var. El
sıkışıp kart değiş tokuş ederken en sevimli gülümsememi takındım.
Toplantı
masalarında önemli olan genelde kimin haklı, kimin haksız olduğu değil, kimin
güçlü, kimin güçsüz olduğudur. Karşımızda oturan çocuklar haklıydılar,
yazdığımız raporda onların bankalarından bahsetmeyip halihazırda müşterimiz
olan rakiplerine övgüler sıralamamız pek hakkaniyetli olmamıştı. Ama telefonda bana en kurumsal sesiyle yaptığımız yanlışı
telafi etmek zorunda olduğumuzu söyleyen adam, şimdi karşımızda süt dökmüş kedi
gibi oturuyordu. Endişeye mahal yoktu.
“Nereden
buldun bilgileri sen Pelinciğim? “ diye konuya girdi Selim Bey.
“Aslında
ben değil, asistan arkadaşımız bulmuştu. Kendisi ayrıldı ama ayrılmadan önce
bütün kaynaklarını bir dosyada toplayıp bize bıraktı. İtimat Bankası’nın
yayınladığı bilgiler herhalde bunlar…”
“Bak
iyi araştırma yapmıyoruz. Bereket Bankası’nın da raporlarına bakmak lazım. Ama
beyler, şimdi siz hazır buradayken bize biraz kendinizden bahsedin.”
Beni
telefonda azarlayan Kağan Buğra bey sanki iş mülakatındaymış gibi anlatmaya
koyuldu. Basında gördüğümüz en önemli projelerin finansmanını onlar
sağlıyorlarmış. Bazı verilere göre lider kendileriymiş, bazı verilere göre
İtimat Bankası. Selim Bey bir el hareketiyle çocuğu susturdu.
“Bakın,
ben şimdi bu piyasada bir boşluk, bir ihtiyaç görüyorum. Güvenilir veri yok.
Gelin biz bir rapor yayınlayalım. Sizden rakamlarınızı alalım, İtimat’tan alalım,
diğerlerinden alalım…”
Kel
çocuk ta göğsünden yükselir gibi görünen bir heyecanla gülümsedi.
“Bilemezsiniz
bu bizim için ne kadar önemli,” dedi. “Biz kendimizi anlatmaya çalışıyoruz ama
sizin gibi bağımsız bir kuruluşun yayını çok faydalı olacaktır.”
Bu
çocuğun işvereni bu gönülden bağlılığı hangi prim paketiyle, hangi yan haklarla
elde etti acaba? Bana kalırsa işin sırrı işverende değil, şu çocuklarda. Profesyonellik
performans göstermekle, rol yapmakla alakalıdır. Ama bu aslında sadece asgari
standartların sağlanmasına yönelik bir son çaredir. Elbette her işveren
çalışanlarının içten gelen bir coşku ve bağlılıkla çalışmasını tercih eder.
“Şu
son zamanlarda çeşitli konferanslara katılıyorum. Fırsattan istifade onlardan
da biraz bahsedeyim…” Selim Bey konuyu değiştirmişti. “Stirling Bankası’nın
sunumlarına rastlıyorum. Çok ilerici projelerden bahsediyorlar. Akıllı şehir
konsepti mesela… Önümüzdeki yirmi yıl içinde şehirlerde yaşayan nüfus çok daha
artacak. İnsanlar kendi elektriklerini kendileri üretecek, şebekeye satacak.
Sizin bu alanda çalışmalarınız var mı?”
“Biraz
erken Türkiye’de bunları konuşmak için…”
“Hayır,
hayır, öyle demeyin. Dünyayı takip etmek, bu konulara kafa yormak çok önemli…”
3.
Her
yanı camla kaplı restoran ufak bir meydana bakıyor. Biz gelirken yağmur
durmuştu, şemsiye açmamıza gerek kalmadı. Şimdi tekrar çiselemeye başladı. Öğle
arasına çıkmış insanlar hızlı hızlı geçiyorlar şimdi. Karşımdaki adam aynı
Abdülcanbaz gibi köşeli bir insan. Yüzü köşeli, siyah takım elbisesi içindeki
vücudu köşeli, hareketleri keskin ve köşeli. Kucağından mendilini alıp ağzını
sildi, mendili masaya koydu, halinden memnun bir gülümsemeyle sandalyesinde
kaykıldı.
“Ben
sana kartvizitimi vermiş miydim?” dedi elini cebine atarak. Cüzdanından bir
kartvizit çıkardı. “Bak ş harfini s diye yazmışlardı. Hepsini geri gönderdim,
yeniden bastılar.”
“Çok
şıkmış. Bu pütürlü kağıtlar güzel oluyor. Benim yanımda yok maalesef.”
Cüzdanıma koydum kartviziti.
Kısa
bir sessizlik oldu. Ben hala balığımı ve haşlanmış patateslerimi yiyordum.
“Geçenlerde
bir filme gittim, Köprüdekiler diye,
film festivalinde.”
“Aa,
ben de gittim ona,” dedim sınavda bildiği yerden soru çıkan öğrencinin mutlu
heyecanıyla.
“Beğendin
mi?”
“Evet,
fena değildi.”
“Hiçbir
şeyden rahatsız olmadın mı?”
Düşündüm
biraz. “Çocukların hayatlarını iyileştirmek için hiçbir şansları yoktu. Çaresizlikleri
moral bozucuydu.”
“Ben
neden rahatsız oldum biliyor musun? Dakikalarca Cumhuriyet Bayramı
kutlamalarını gösterdiler. Geçit törenini, havai fişekleri. Sanki gereksiz bir
şeymiş, şikayet ediyorlar. Karakterler de bir kenardan seyrediyor. Alın size cumhuriyetiniz
der gibi.”
“Belki
de o parıltıyla fakirliğin zıtlığını göstermek istemişlerdir.”
“Başka
parıltı bulamamışlar mı? Her milletin böyle kutlamaları vardır.”
Bir
şey demedim. Yine kısa bir sessizlik oldu. Mendilimi masaya koydum ben de,
suyumdan bir yudum aldım, camdan dışarı baktım.
“Türkiye’ye
dönmeyi düşünüyor musun?”
“Ne?
Ben mi? Daha yeni oturma izni aldım.”
“Ben
önümüzdeki yaz dönmeyi planlıyorum.”
4.
Meyhanenin
önünde oturanlar elimde kırık şemsiyem, topuklu botlarımla daha yeni kazılmış sokağın
taşı, çamuru ve su birikintileri içindeki halime bakıp dostça gülümsediler.
Şemsiyemi güç bela kapatıp doğruca terasa çıktım. Arkadaşlarım oturmuşlar,
ısmarladıkları mezelerden atıştırıyorlardı. Teras çepeçevre açıktı ama etrafımızdaki
sobalar ortalığı kavurmuştu. Montumu çıkarırken heyecanla neden geç kaldığımı
anlattım: İşten geç çıkabilmiş, Beşiktaş’ta uzunca süre taksi bulamamış, Nişantaşı’na
çıkan hayırsever bir hanımın taksisine binmiş, kadın indikten sonra aynı
hayırseverliği bu sefer Kurtuluş’a giden genç bir kız için göstermek zorunda
kalmış, en sonunda Tarlabaşı üzerinden Odakule’ye vasıl olabilmiştim. Çok zaman
kaybetmiş, yemeğe geç kalmıştım, ama hiç değilse yeni yerler görmüş,
tanımadığım insanlarla dayanışmanın tadına varmıştım. Meğer taksi dolmuşçuluk
taksicilerin yağmurlu havalarda insanları kazıklamak için kullandığı bilindik
bir yöntemmiş.
Arkadaşlarım
doğma büyüme İstanbullu. Nilay doktora araştırması için gidip geliyor, Yavuz da
tatile gelmiş. Taşındığımdan beri ilk defa hep bir araya gelebildik.
Biraz
yiyip içtikten sonra Nilay yeşil gözlerini gözlerime dikip sordu: “Hani senin
bir çocuk vardı, Murat mıydı neydi adı, ona ne oldu? Görüşüyor musunuz?”
“Tek
tük görüşüyoruz ama son bir aydır görüşmedik…”
“Ne
zaman buluşsak aynı hikaye,” dedi Yavuz. “Bırak bu adamı artık, vazgeç… Senin
sorunun ne biliyor musun? Çok açık sözlüsün, sabırsızsın. İnsan öyle her şeyi
pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeli. Biraz ‘subtle’ olman
lazım.”
Nilay’ın
sevgilisi Serkan’la pek samimi değildim, onun önünde böyle masaya yatırılmak
utandırdı, kızdırdı beni. Hem insanın kendini sevdirmeye çalışması bayağı bir
çabaydı. Cevap yetiştirmeye çalışmak da. Sarhoş olmaya başlamıştım, düşüncelerimi
toparlayamadım.
“Amaaan,”
dedim, “rakı sofrasına meze yaptınız beni. Bırakın artık.”
5.
Haftaiçleri
geç saatte eve dönerken sokaklar, tren, istasyonlar tenha olurdu. Hava soğuktu,
her yer rutubet kokuyordu. Hem sarhoş, hem de çok yorgundum. Trende kitabımı
açıp okur gibi yaptım ama dikkatimi veremedim, uyukladım. Trenden inince ne
kadar sarhoş olursam olayım birden ayılır, eve kadar hızlı, kararlı adımlarla
yürürdüm.
Bu
saatte sadece istasyonun ana girişi açık olurdu. Girişteki büfenin kepengi
indirilmişti, evsiz bir adam köpeğiyle oturuyordu. Bu yağmurda, soğukta nasıl
hayatta kalabiliyordu? Evine dönmeye çalışan saçı yağlanmış, yüzü sararıp
solmuş profesyoneller olurdu bu saatte, fosforlu yelekleriyle metro
çalışanları, gürültücü sarhoş adamlar, bu soğukta bile etli bacaklarına
giydikleri mini eteklerinden, topuklu ayakkabılarından vazgeçmeyen genç
kadınlar. Geniş caddeden geçmek için trafik ışıklarında bekledim. Soğuktan
gözlerim sulandı, arabaların farlarını bir an çift gördüm. Işık yanınca karşıya
geçtim, sokağıma saptım. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin
önünden koşar adım yürüdüm. Benden başka kimse yoktu, sokak ıslaktı, ışıl ışıl
parlıyordu. Direklere asılı saksılardan sular damlıyordu.
Yürürken
düşündüm: Bu yorgunluk niyeydi? Bu böyle tek başıma yürüdüğüm kaçıncı geceydi?
Belki
de ben artık eve dönmeliydim, yeni bir hayat kurmalıydım.
***
No comments:
Post a Comment