The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Wednesday, December 29, 2010
While looking for articles for my PhD applications, I came upon this book chapter by Roberto Mangabeira Unger, a professor at Harvard Law School. The essay is about passions, i.e. emotions. Unger first lays out the competing theories of emotion as a destructive vs. constructive force, one that blinds reason vs. one that empowers and directs reason and one that strengthens compliance with social order vs. one that spurs rebellion to it. Then he explains his own theory that views emotions as arising out of social alliance. Relationships that involve passion (as opposed to instrumental relationships, where the sides view each other as means to achieve their goals) help people to feel accepted in one hand, and transcend their "characters" on the other. Face-to-face relationships invariably blend passion with instrumentality.
Transcending one's character through relationships may appear as cheesy as the line "you make me want to become a better person," but overcoming the determinism of one's character is surely an appealing possibility. This is perhaps the discovery of the possibilities of one's character by putting oneself in various situations and various relationships. Or perhaps it is indeed a genuine transformation of character. In any case, the space in which we operate expands, but this is far from a certainty. Any social alliance, be it a romantic partnership, the family, the workplace or the community, carries the risk of rejection of, or disregard for the individual's character and its shrinking. Others can be our heaven or hell.
So entering into any alliance requires trust in others' good faith. Trust basically amounts to not expecting reciprocity immediately for every contribution one makes to the alliance. One views the alliance as positive overall, disregarding (for a while, at least) the short-term calculation of gains and losses. Trust can be viewed as courageous suspension of self-interest or stupid naivete. On the other hand, distrust may be called selfishness at times, and enlightenment at others.
Unger admits that accepting, loving, transforming relationships are not the only source of happiness. People can derive real happiness without making themselves vulnerable in social alliances from the personal enjoyment of luxury, art and (paradoxically) sex. But that's mainly the subject of the next chapter, which I haven't read yet.
A few thoughts to close 2010. Happy new year!
Wednesday, December 08, 2010
New Yorker dergisinden Raffi Khatchadourian'ın 7 Haziran 2010 tarihli No secrets makalesi, Julian Assange ve ekibinin, Amerikan askerlerinin Irak'ta sivilleri öldürdüğü iki ayrı saldırının video görüntülerini yayına hazırlayışlarını anlatıyor. Assange görüntüleri Paskalya tatilinin ertesi günü Washington'daki Milli Basın Kulübü'nde gösterdikten sonra, Khatchadourian'a şöyle diyor: "Bizim gerçeğin böylesine tarafsız bir hakemi olarak görülmemiz beni şaşırttı; bu yaptığımız şeyin iyi olduğunu gösteriyor." Ancak sonra ekliyor: "Tamamen tarafsız olmak aptallıktır. Bu sokaktaki tozla öldürülen insanların hayatlarını aynı kefeye koymak anlamına gelir."
Yuvarlak masa
Daha evvel yazmıştım ki, bir kere taraf olduktan sonra düşünmeyi bırakmış olmaları Taraf gazetesini gülünç durumlara sokuyor. Ama haklarını yememek lazım, düşünmek gerçekten de taraf olmaktır. Bu gazete, tutarlılık içinde doğru bildiği yolda ilerlediği için düşük tirajına rağmen etkili olabildi. Yayınladığı darbe iddiaları, belgeler iddianamelere dönüştü, düşman bildiği pek çok insan hapiste. Kamuoyunda da bu gazetenin yazdıklarını makul bulan bir kesim var.
Amerikalı hukukçu Stanley Fish, The Trouble with Principle ("Prensiple İlgili Sorun") kitabında, liberal düşüncenin savunduğu prensiplerin içinin boş olduğunu iddia eder. Örneğin, "ifade özgürlüğü" siyaseten içi boşaltılmış bir prensiptir. Liberaller, bu prensibe bağlılıkları yüzünden asla hak vermedikleri fikirlerin, su götürür iddiaların seslendirilmesine göz yummak zorunda kalırlar. "Mutlak doğru"nun yokluğunu kabullenecek kadar aşmış olduklarından, çoğu zaman değer yargılarına varmaktan bile çekinirler. Karşılarındakilerin ise hiç öyle bir derdi yoktur, beğenmediklerini kaba kuvvetle susturmakta beis görmezler.
Fish liberalleri eleştiriyor, ama muhafazakar değil. Aslında liberallerin görüşlerini paylaşıyor. Örneğin Amerika'da siyah öğrencilerin daha düşük not ortalamalarıyla üniversitelere girebilmesini sağlayan pozitif ayrımcılık ("affirmative action") politikalarını destekliyor. Ama liberallerin metodlarını eleştiriyor, onları biraz daha gerçekçi olmaya çağırıyor: Diyor ki, siz bu kadar hoşgörülü, bu kadar "siyaseten doğrucu", bu kadar tereddütlü olursanız hiç bir şey yapamazsınız, hiç bir şeyi değiştiremezsiniz. Dünyada iyi ya da kötü, kıymet-i harbiyesi olan ne yapılıyorsa, hala onu yapanın gücü yettiği için yapılıyor. Mücadele ederek yapılıyor. Siz de önce şu köşeye bir oturun da, sizin için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bir karar verin. Sonra da bir şeyleri değiştirmek için güç toplamaya, mücadele etmeye başlayın. İfade özgürlüğü için bile mücadele vermeniz gerekiyor.
Bütün bunlar Eyüp Can'ın bugünkü yazısını ve ona yapılan yorumları okuyunca yeniden aklıma geldi. Dünkü yazısında Can, başbakanın rektörlerle buluşmasını protesto etmek üzere yola çıkan gençlerin, Dolmabahçe'ye varmadan çok önce durdurulup şiddet görmesinden hareketle, sadece orantısız güce değil, "orantısız eylem"e de karşı çıkıyor. Okurlar da haklı olarak soruyorlar: Dayak yiyen bir kızın resmini tam sayfa basıp "ne hakla?" diye sorarken mi samimiydin, yoksa "öyle de olabülür, böyle de olabülür" mealinden bu satırları yazarken mi? Yazdığın hiç bir şey, hiç bir işe yaramadı.
Bugünse Can, "yuvarlak masalarındaki" yazı işleri toplantısı sırasında, arkadaşlarının dünkü yazısını nasıl eleştirdiklerini anlatıyor. Radikal'de de sorun bu işte: Her görüşe saygılı olacağız diye, "saygılı" olmaktan başka bir vasfı, duruşu olmayan, "yuvarlak", tanımlanamayan bir gazete. Karşıt görüşler birbirini götürüyor. Belki de amaçları buydu başından beri.
İtiraf ediyorum, hamile bir öğrencinin dayak yediğini okuduğumda ilk tepkim, "o kızın orda ne işi varmış" oldu. Ama arayacak olsak kurbana kabahat, suçluya bahane bulabiliriz rahatça. Sadece hamile kızın değil, öğrencilerden herhangi birinin neden evinden çıktığını sorabiliriz. Ama o suçun orada işlenmiş olmasının aslında tek nedeni vardır: Suçlu, suçun işlendiği yerde ve anda kurbana zarar verebilecek kadar güçlüdür ve bunu seçmiştir. Bu gerçeği sulandırmak suçluyu daha güçlü, kurbanı daha zayıf kılar. Bu tavır, bir gazeteciye yakışmaz.
Tuesday, November 30, 2010
Kelimeler lodosun karıştırdığı deniz durulunca dibe çöken kumlar gibi. Rüzgar durunca yere inen tozlar gibi. Cadının fokur fokur kaynayan kazanında gördüğü işaretler gibi. Kelimeler dibe çöktüğünde, yüzeye çıktığında, geriye ne kalıyorsa berraklaşıyor, hafifliyor. En kötüsü onları görememek, ne olduklarını, nerede olduklarını bilememek.
Wednesday, November 17, 2010
Friday, November 05, 2010
Küçükken yazları teyzemin evine giderdim. Önce Akçay'da oturuyorlardı, sonra Altınoluk'a taşındılar. Mesela okuduğum kitapları hatırlıyorum, Baby Sitter's Club, Walk Two Moons, Jane Eyre, Sofi'nin Dünyası'nı Akçay'da, Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı Altınoluk'ta okumuştum. İngilizce kitapları bizim lisenin kütüphanesinden alırdım. Akçay'da kocaman bir balkon vardı ve Akçay'ın denizi çok temiz olmadığından gene Altınoluk'a giderdik denize. Teyzem börekler, tereyağ ve yoğurt soslu makarnalar yapardı, harika kahvaltılar hazırlardı. Akşamları Akçay'ın kordonunda gezer, incik boncuk satan sergilere bakar, tulumba tatlısı ya da dondurma yerdik. Levent Yüksel'in ilk kasedini de o sergilerden almıştım. Altınoluk'ta taşındıkları evin misafir odasında denize bakan küçük ama çok güzel bir pencere vardır. Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı üniversite ikinci sınıfın yazında okuduğuma göre Altınoluk'ta en son o zaman kalmışım, ama yanlış hatırlıyor olabilirim.
Bu Cumhuriyet Bayramı'nda Cunda'ya gittik. Cunda'nın güzel ve tombul kedilerin mesken tuttuğu yokuşlarından tırmanıp Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'na çıkıyorsunuz. Kitaplık, değirmeni de olan eski bir şapelin içine kurulmuş. Önce yapının etrafını dolaşıp etrafa bakmak gerek: Keçileri, kümesleri, basket sahasında bağıra çağıra futbol oynayan çocuklarıyla güneş altında pırıl pırıl parlayan bir köy burası. Köyün ötesindeyse sakin, parça parça deniz. Sonra içeriye, loş ve serin kitaplığa giriyorsunuz. Küçük, renkli camlı pencerelerin bazıları açık. Oturup raflara dizili, insanı içlerindeki harika sırlarla telaşa düşüren romanlardan birini okumaya fırsat yok - hele ziyaretçisinin çok olduğu tatil günlerinde, burası yaşayan bir kitaplıktan çok, bir müze ve mesire yeri gibi. İnsanlar kitaplığı şöyle bir dolaştıktan sonra dışarda kahvaltı ediyor.
Annem "Unutulmayan Manşetler" diye büyük bir albüm buldu. Ankara Ticaret Odası, 1930'lu yıllardan itibaren değişik gazetelerin ön sayfalarını derlemiş. Atatürk'ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı (kah Hollanda, kah Polonya Alman taarruzuna mukavemet ediyor... birbiri ardına açılan cepheler... Pearl Harbor... Türkiye'nin çevresini saran savaşın ortasında herkesin gönlünü hoş tutma, görünmez olma çabası), atom bombaları, Varlık Vergisi'ni ödeyemeyince çalışma kamplarına gönderilenler ("çok şıktılar, tren hareket ederken 'parayı denkleştirebilirsek belki Ankara'dan dönerim!' diyenler duyuldu"), Sovyetler'in notası, Kore Savaşı ve Nato'ya girişimiz, Demokrat Parti'nin ezici seçim zaferleri, Kıbrıs'ta olaylar ("Türk kadınlarına tecavüz ediliyor!"), Atatürk'ün Selanik'teki evine saldırı, 6-7 Eylül olayları, "ihtilal kışkırtıcılığı" yapmakla suçlanan muhalefet, kapatılan halkevleri, mecliste muhalefete karşı açılan Tahkikat Komisyonları, Menderes'in mucize eseri kurtulduğu uçak kazası, Said Nursi ve en sonunda 1960 darbesi ile hakim olan "mutlak huzur". Darbenin hemen ardından "düşük" hükümet üyelerine karşı gazeteleri saran yolsuzluk iddiaları ve Yassıada duruşmaları. Celal Bayar'ın kemeriyle intihar teşebbüsü ve Adnan Menderes'in asılmadan önceki son sağlık kontrolleri. Daha küçük haberler de var tabii: Aşk cinayetleri, hırsızlık olayları, güzellik kraliçeleri, kraliyet ailelerinin düğünleri ve prenseslerin hayatları, yeni icatlar ("gebeliği önleyen hap icat edildi"), üniversitede klikleşme iddiaları ("Edebiyat Fakültesi diğer fakülteler arasında sükunetiyle bilinir"), kayıp çocuk Ayla. İlhan Selçuk şakayla karışık yüksek kurbanlık fiyatlarından şikayet ediyor, şu anda adını hatırlamadığım bir yazar gazetelerdeki renkli resimlerin zevksizliğinden. Demirel ve Ecevit'in ("Avusturya da işçilerimizi istiyor!") suretleri görünmeye başlamıştı ki, dışarda parlayan güneşe (ve kitaplığın gittikçe kalabalıklaşmasına) dayanamayıp çıktık dışarı. Bir dahaki sefere...
Bu gazetelere bakmak, insanı daha büyük bir şeyin parçası gibi hissettiriyor, sanki büyük bir akışın içinde gibi. Bir yandan bu akışı etkilemenin imkansızlığı karşısında çaresizlik duyuyorsun, bir yandan ılık, tatlı bir aidiyet duygusu. Bir yandan o dönemin gerçekliğine yaklaşmışsın gibi geliyor, bir yandan bazı haberlerin hangi etkiler altında, hangi karanlık saiklerle yazılmış olabileceği hakkında fikir yürütüyorsun.
***
Cunda ve çevresinde görülmesi, yapılması gerekenler: Kitaplığın biraz aşağısında yıkılmak üzereymiş gibi duran büyük hayalet kilise, Mevlana Parkı'nın karşısındaki yine yıkılmaya yüz tutmuş büyük ev, Taş Kahve'de oturup çay ya da Uludağ gazozu içmek, Karadeniz Pastanesi'nde sakızlı Türk kahvesi eşliğinde su böreği ya da sakızlı kurabiyelerden yemek, Ayvalık'ın sahil şeridinde yürüyüş yapıp güzel köşklere bakmak. Bir de, Edremit'teki Cumhuriyet Lokantası'nda paça çorbası, karnıyarık, kuzu furun ve irmik helvası! (Hepsini aynı anda değil tabii.)
Bana yazı yazdırmak isteyen havayolu dergileri, lütfen temasa geçiniz!
Thursday, October 28, 2010
Dün akşam Seren Yüce'nin Çoğunluk filmini izledikten sonra yönetmenle yapılmış bir kaç röportajı ve Ekşi Sözlük'teki bazı yorumları okudum. Ben de filmin gerçekliğine hayran kaldım. Peki gerçeği olduğu gibi görmek niye insanı bu kadar çarpıyor? Çünkü biz, günlük hayatımızda gerçekten kaçmak için elimizden geleni yapıyoruz. Popüler sinema da çoğunlukla bu ihtiyacımıza cevap veriyor. Gerçeği olduğu gibi görüp gösteren bir eser ise, kendimize karşı yeterince dürüstsek, hem bir uçurumdan bakmak kadar çarpıcı, hem de korkutucu.
Bir yorumcu "hissizlik"ten bahsetmiş. Aslında Mertkan hissiz değil ama korkuyor. Acıma, üzüntü, öfke, sevgi hep bu korkuya yenik düşüyor. Mertkan korku dışında başka bir şey hissetmekten bile korkuyor. Kız arkadaşından ayrılmasını isteyen babasından dert yandığında, annesi ona kendisinin ne istediğini soruyor. Mertkan tereddütlü cevap verince de sabırsızlıkla "ben senin hayatta hiç bir şeyi istediğini görmedim, vardır babanın bir bildiği" diyor.
Gerçek aslında ölü bir gezegenin çorak toprakları da, biz dünyalılar gözlerini ufka dikmiş, hikayelerle oyalanan hayalperestler miyiz? Gerçekten kaçmakla onunla yüzleşip, yine de daha iyisini hayal edebilmek, bunun için çalışabilmek arasında bir fark var. Anlamlı olan, bu çaba.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, sayfa 81-82.
Tuesday, October 19, 2010
Pek çok insanın pek çok şekilde hakkı yeniyor. Evde, trafikte, merkezi sınavlarda, atamalarda, kamu ihalelerinde, mahkemelerde. Sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz işçi çalıştıran iş yerlerinde. Tabii bunlar hala yadırgayabildiklerimiz. Bazılarını haksızlık olarak bile görmüyoruz, sistemin doğal işleyişi sayıyoruz. Bu hep böyleydi, ama benim aklım şimdi erdiği için şimdi öfkeleniyorum.
Aleni fauller
Bugünün iki haberi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinde Adalet Bakanlığı'nın istediği adayların seçilmesi ve KCK davası. Bu iki haber aslında tek haber: KCK gibi davalar, hükümetin yargıyı dilediğince yönlendirmesinin sonucu.
Murat Yetkin'in bugünkü yazısından öğrendik ki, biz Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK'da yer almasından şikayet ederken, üç bakanlık bürokratı HSYK'na girmiş. Dedikodulara göre, eski müsteşar yardımcısı hakim ve savcıların atama, nakil, yetki gibi işlerine bakacak olan dairenin başına geçecekmiş. Eski personel müdürü mesleğe kabul, terfi ve disiplin işlerine bakan dairenin başkanı olacakmış. Denetim ve soruşturma izni işlerinden sorumlu üçüncü dairenin başkanlığına ise eski Adalet Akademisi Merkez Eğitim Müdürü'nün yerleştirilmesi düşünülüyormuş. Ahmet İnsel'in bugünkü yazısına göre Müsteşar Ahmet Kahraman bürokratların seçilmesiyle birlikte "bakanlıktaki hafızanın kurula taşınmasını" olumlu buluyormuş.
Kurumların değiştirilmesiyle yargının bağımsız ve tarafsız olamayacağını Koşullar ve Formüller adlı yazımda anlatmıştım. İyileşmeyi bir yana bırakın, işler daha da kötüye gitti. Eskiden hiç değilse HSYK ve hükümet yargı üzerinde zıt yönlü baskı uyguluyordu. Artık birbirlerini tamamlayacaklar. Kimse hakimler ve savcıların seçimlerde serbest iradeleriyle karar verdiklerini iddia etmesin. "Ne olur ne olmaz" diye düşünenlerin sayısı az değildir. Ne de olsa yerin kulağı, duvarların gözü vardır, oylarının hesabı kendilerine sorulabilir.
KCK davasının ise şu anda sürmekte olan onlarca benzeri gibi siyasi bir dava olduğu duruşmalar başlayınca meydana çıktı. İddianame 7578 sayfaymış, ekleriyle 130 bin sayfayı buluyormuş. Aralarında eski DTP yöneticileri ile BDP'li belediye başkanlarının, il genel meclisi başkanlarının ve belediye meclisi üyelerinin bulunduğu sanıklar “devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma”, “terör örgütü üyesi ve yöneticisi olma”, “terör örgütüne yardım ve yataklık etme” suçlarından yargılanıyormuş. 151 sanıktan 103'ü tutukluymuş. Anladığım kadarıyla geçen yılın Aralık ayındaki operasyonlardan beri tutuklular.
Tribünlerin sevinci, korkusu
Ortalıkta dolaşan iki hikaye var. Birincisi, ya "cahilliğin talih olduğu yerde bilginin aptallık olduğunun" idrakine varmış, ya hayat meşgalesinden (çalışmak da hayat meşgalesidir, keyif sürmek de) etrafına bakmaya mecali kalmamış, ya da rüzgarı arkasına almış mutlu çoğunluğa anlatılıyor. Tabii bir de yabancılara. Bu hikaye "demokratikleşme, normalleşme, Alevi-Kürt-Roman açılımı, ekonomik büyüme, ordunun tasviyesi, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri, rezidanslar" diyor.
İkinci hikayeyi ise öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler anlatıyor. O hikaye, HSYK'na seçilen bakanlık bürokratlarının ve KCK gibi nice davadan hüküm giymeden, hüküm giyerek yıllarını hapiste geçirenlerin hikayesi. Bu, yüzeydeki ışıltının, boş sözlerin ve inşaatların altında süregitmekte olan haksızlıkların hikayesi. Bu hikayenin anlatılmasından hiç şikayetçi değil hükümet, hiç bir şeyi gizlemeye çalışmıyor. Sorulunca usulen diyor "hakimlerimizin iradesidir, yargının takdiridir" diye ama, aslında ibret-i alem olsun istiyor. Biliyor ki çoğunluğun zaten umurunda değil bu hikaye. Anlatılanlara kulak verip durduk yere öfkelenen basiretsiz azınlığa gelince... Bırakınız dinlesinler, görsünler, iyice anlasınlar. Hiç bir kuralın, kanunun, kurumun önemi olmadığını, önemli olan tek şeyin güç olduğunu. Gücün bizde olduğunu.
Friday, September 24, 2010
İki gece önce NTV'de Basın Odası programında Ruşen Çakır, Nuray Mert, Nazlı Ilıcak ve Okay Gönensin Bekir Coşkun'un Haber Türk gazetesindeki işinden atılmasını tartışıyorlardı. Hepsi, Doğan Holding olayının medya patronlarını tedirgin eden bir hava yarattığı konusunda hemfikirdiler. Bu tedirginlik sayesinde artık hükümetin doğrudan baskı yapmak zorunda kalmadığını, Turgay Ciner gibilerin kendiliklerinden hükümetin dümen suyuna gittiğini söylediler.
Ancak Gönensin, çok önemli bir şey daha söyledi: Medyanın iktidar karşısındaki zayıflığının, biraz da gazetecilerin iyi gazetecilik yapmamasından, gazetecilik refleksinin zayıflığından kaynaklandığını. Bana öyle geliyor ki gazete ve haber kanallarının "ciddi" içeriğinin yüzde doksanı köşe yazarlarının ya da uzmanların görüşlerini ifade etmesinden ibaret. En son ne zaman popüler bir gazete, dergi ya da televizyon kanalı bir skandalı ortaya çıkardı? Hangi araştırmacı gazeteci ya da muhabirin adını biliyoruz? Ortaya ne çıkıyorsa yasa dışı yollardan belge ve görüntü-ses kayıtlarının Internet'te yayınlanmasından ya da gazetelere "servis edilmesinden" çıkıyor. Gazeteciler bilgiyi bulmak yerine onu herkesle birlikte öğrendiklerinden, haberin kapsamı, içeriği ve zamanlaması ile ilgili inisiyatif kullanamıyorlar. Belki de böyle bir dertleri yok. Olsaydı, herhalde Ruşen Çakır'ın dediği gibi Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddiaları araştırırlardı.
Nazlı Ilıcak'a göre "alternatif medya"dan her şeyi öğreniyormuşuz, merak etmemize gerek yokmuş. Bundan emin olmamız mümkün değil çünkü neyi bilmediğimizi maalesef bilmiyoruz.
Gazetecilik sadece gizli, bomba haberleri ortaya çıkarmak da değildir. İnsanların gözden kaçırdığını, görmezden geldiğini ama önemli olanı gündeme getirmektir. Örneğin bu sabah NTV Haber'de evlerinden Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında uzaklaştırılıp yerleştikleri TOKİ evlerinde mutlu olamayan Sulukuleliler ile ilgili bir haber vardı. Gerçi bu haber de gazetecinin kendiliğinden bulduğu bir şey değildi -- bir mahallenin suni olarak aniden değerlenmesinin, çehresinin değişmesinin yarattığı sıkıntılar Tophane'deki galerilere yapılan saldırıları anlamaya çalışırken gündeme geldi. Marifet bir madende ya da tersanede meydana gelen kazadan sonra taşeronluk ve iş güvenliği üzerine haber yapmak değil, kimsenin o anda üzerinde konuşmadığı sorunları ve riskleri önceden görmek.
Türkiye'de gazeteciler mesleklerinin değerinin, öneminin farkında değiller. Maaş alıp kısa yoldan bir köşe kapmaya çalışmaktan daha fazlası olmalı.
Tuesday, September 21, 2010
Thursday, September 16, 2010
Friday, September 10, 2010
Bir kaç yıl önce, Avrupa Birliği reformlarına "ülkemizin koşulları" yüzünden karşı çıkanlara kızardım, işi "koşul" argümanıyla yokuşa sürüyorlar diye. Artık onlara hak veriyorum. Çünkü biliyorum ki Anayasa Mahkemesi ve HSYK, Avrupa Birliği'ndeki benzerleriyle aynı yapıya da "kavuşsa," hakimler ve savcılar işlerini düzgün yapıp yapmadıklarına göre değil, birilerinin çıkarına göre atanacak. Anayasa Mahkemesi'nin işlevi, güç dengesinin hükümet lehine değişmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkacak. Günün birinde başbakanımız ya da bakanlarımız Yüce Divan'da yargılanacak olsalar, davaya kendilerine sempati duyan mahkeme üyeleri bakacak. Bu iki kurumun üyelik yapısı, paketin kabul edilmesi durumunda daha referandumun ertesi günü değişecek. Üstelik hükümet referandumda zafer kazanırsa, genel seçimlerdeki şansı da artacak.
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Serap Yazıcı, TESEV için anayasa değişikliklerini değerlendiren bir rapor hazırlamış. Rapor, belli "demokratikleşme" kriterlerini tam olarak sağlamasa da, mevcut sisteme kıyasla o kriterlere daha yakın olduğu için değişiklikleri olumlu buluyor. Yazıcı'ya göre tüm maddeler demokratikleşmeye katkı sağladığı için kendi içlerinde bir bütünlükleri varmış, bu nedenle de hep birlikte referanduma sunulmalarında bir sakınca yokmuş. Bir sosyal bilimcinin anayasa değişikliklerini pratik sonuçlarına hiç aldırış etmeden, sanki bir makinenin kalite kontrolünü yapıyormuşçasına teorik bir "check list"e göre değerlendirmesi bence ahlaki değil. Bu yöntem, bir "demokratikleşme" formülü hangi topluma uygulanırsa uygulansın aynı sonucu verirmiş gibi yapıyor. Aynı sorun, Avrupa Birliği'nin yaklaşımında da mevcut.
Kısacası bu toplumdaki insanların büyük bölümü, hükümetimiz başta olmak üzere, demokratik ve ahlaki değerleri içlerine sindirmiş değiller. Kararlarını ya çıkarlarına göre alıyorlar, ya başka değerlere göre. Bazıları milliyetçi, bazıları dinci, bazıları cemaatçi, bazıları hizipçi, bazıları devletçi. Yani sanki hükümetimiz ve toplumumuzdaki bireylerin çoğu evrensel ölçüde demokrat, adil, ahlaklı, vicdanlıymış gibi, bu anayasa değişikliklerini evrensel formüllere göre ölçmek, bu değişiklikler kabul edilir edilmez bir batı Avrupa ülkesi kadar demokrat olacakmışız gibi yapmak ya aptallık, ya ikiyüzlülük. (İnsan bunu farkettiğinde, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne bazı değerleri içselleştiremediği için girmemesi gerektiğini iddia eden Avrupalılara da hak veriyor ister istemez.)
Demokratikleşme, ancak "koşulların" iyileşmesiyle sağlanabilir. Bu da eğitim sisteminin daha adil hale getirilmesiyle, ekonomik kalkınmayla, kayıtdışı ekonominin kayıt içine alınmasıyla, sosyal hakların sağlanmasıyla, kadınların maddi-manevi bağımsızlığıyla... İnsanların birey olabilmesiyle, özgür düşünebilmesiyle, kararlarının, hayatının sorumluluğunu alabilmesiyle. Anayasa değişiklikleri bizi daha demokratik ve ahlaklı kılmayacağına göre, böyle bir amacı olmadığı gibi, böyle bir sonucu da olmayacaksa, vereceğimiz karar AKP'yi destekleyip desteklemediğimize bağlı. AKP koşulları iyileştirmek için hiç bir şey yapmadığı gibi, sistemdeki çarpıklıkları, adaletsizlikleri kendi çıkarı için kullanıyor.
Pazar günü hayatımda ilk defa oy kullanacağım. Hayır diyeceğim.
Tuesday, August 31, 2010
When you rent a car with a GPS, but don’t follow its directions, the woman who is usually quite gentle with her direction-telling pauses and declares with a hint of annoyance: “Recalculate!” So that the device comes up with a new route, given the road you are now on, that will take you to your destination. My brain feels like the GPS-woman nowadays, recalculating the route to something more.
Monday, August 30, 2010
Friday, August 20, 2010
Thursday, August 19, 2010
About a month or so ago I made a decision. Long term considerations drove that decision, and although it appeared sudden and emotional to people whom I haven't shared my thoughts with, it had been on my mind for a long time. Since then, I often fell back on a state of mental weakness and strong emotions. I had to calmly and consciously remind myself all the reasons that led to my decision to pull myself out of a well of fear and loss. It was like hiking down the hill in the Lake District -- pangs of fear ran through me, but turning back was not an option.
I am realizing every day with increasing urgency that NOT THINKING is our default state of being, and it takes a lot of energy and strength to rise above emotional traps. (And meanwhile, reading the Black Swan by Nassim Nicholas Taleb is helping me to conceptualize my experience.) It is because of our mental weakness that the value we give to rejection and confirmation is independent of the properties of the person, group or entity that rejects or confirms us. That is why we can't foresake the small rewards that go with confirmation of the mediocre today in order to seek bigger and better things for tomorrow.
And those bigger and better things may never come. They usually do not come. We envy those writers and artists that make it big, but we don't see the misery of those who have never made it. If we throughly thought about the odds of becoming successful in a creative or intellectual field, we would probably have never attempted them. But the paradox is that the only way to become successful is to hang on to an irrational hope that we may some day become successful. So the strength that allows us to run away from the emotional traps that push us into mediocrity flows from yet another emotional trap -- hope and over-optimism. Being possessed by a (usually baseless) idea that something out of the ordinary may just be possible.
I have yet to decide which one is better.
Thursday, July 22, 2010
Sürekli her konuda fikrimi değiştirdiğimi söylediğimde, bir arkadaşım “o zaman temelimin oturmadığını” söyledi. Ben de bütün görüşlerimin kendisiyle tutarlı olması gereken bir temel ilke bulmaya ve bunu açık seçik tarif etmeye karar verdim.
Günümüzde “ilerici,” sol görüş, özgürlük alanlarını genişletmeye çalışırken, kendi kafasındaki sınırların kurbanı oluyor. Değişik kültürlere, geleneklere, inanışlara ve “kişisel tercih”lere, başkaları üzerinde baskı kurulmadığı sürece (o kültürün dışında olan batılılar mı bu “başkaları”?!) özgürlük bahşetmeye çalışıyor. Bu tavır, kuşkusuz “baskıyla değiştirme”ye duyulan tepkinin sonucu. Tarihteki baskıyla değiştirme projelerinin genelde bir grubun diğeri üzerine tahakküm kurması amacını taşıdığını, “ilerici” niyetlerle yapılanların bile başarıya ulaşamadığını, ancak toplumda bölünmelere ve kine yol açtığını göz önüne alırsak, bu tepkinin şaşırtıcı bir yanı yok.
Ancak günümüzde “sol”un bu tavrı, baskıyla hiç bir şey değiştirilemiyor, işler ancak kötüye gidiyor diye her şeyi kendi haline bırakma vurdumduymazlığına dönüşmüş durumda. Bu tavır, kendilerine “sol”cu, demokrat deyip de vicdanlarını rahatlatanların iki büyük gerçeği gözden kaçırmalarına yol açıyor. Birincisi toplumda, zaman geçtikçe daha da katlanarak süren fırsat eşitsizlikleri. Amartya Sen’in kapitalizmin ideolojik temeli “özgürlük” dogmasını ters yüz eden deyişiyle, ancak hayal edebildikleriniz, mümkün bulduklarınız kadar özgürsünüz. Eğer bir şeyi gerçekleştirme ihtimalinizin olmadığını düşünüyorsanız, onu hayal etme hakkını bile tanımıyorsunuz kendinize. İşsiz ya da sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz çalışmak zorunda olan biri ne kadar özgür olabilir? Kalkınma merdiveninde tırmanabilmek için ödenmesi gereken bir bedel diye hoşgörülüyor kapitalizmin kuralsızlığı. Başlangıç noktaları birbirinden fersah fersah uzakta, bazıları dağlar tırmanırken bazıları düz yoldan giden rakiplerin çekişmesi mi serbest piyasa?
Solcular, “özgürlüğü”nü savundukları kültürlerin ve inançların kendi içindeki baskı öğelerini de tatlı bir kayıtsızlıkla görmezden geliyorlar. Böylece gericileri destekleyen ilericiler ile karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü onlar gericiye gerici demeye bile cesaret edemiyorlar. Bunun da ceremesini yine kimliklerinin dayatmasıyla daha iyisini hayal etme hakkı ellerinden alınan kadınlar, gençler çekiyor.
Solcuların bu kayıtsızlığı, çözümü yıllar sürecek mücadele, emek ve işbirliği isteyen sorunlara eğilmek zor geldiği için. Kimse eğitim, kayıtdışı ekonomi, kadın hakları gibi en temeldeki sorunları gündeme getirmek istemiyor. Herkes bir ideolojiyle, bir hikayeyle oyalanmak, insanları oyalamak derdinde: Din, milliyetçilik, zenginlik, magazin ve en son olarak da herkesin kendi amacı için kullanabildiği o kutsal sözcük, “özgürlük”. İlerici birinin amacı bir kimliğin, bir inanışın ya da ideolojinin özgürlüğünü değil, bireyin özgürlüğünü sağlamak olmalıdır. Bireyin ayaklarına, ellerine, düşüncesine dolaşan tüm bağları koparmak olmalıdır.
Peki kültürel haklar, örneğin türban ya da ana dilde eğitim? Yukarıda bahsettiğim temel sorunların üstünü örtmedikleri sürece evet. Hatta temel sorunlardan dikkatleri kendi üzerlerine çektikleri, politikacılar tarafından suistimal edildikleri için kültürel haklar ne kadar çabuk verilirse o kadar iyi.
Wednesday, July 07, 2010
Eski moda
“Yaşam peşinde koşuyoruz muhafazakarca; muhafazakarlığın bir yaşam biçimi değil, bir ölüm biçimi olduğu gün gibi açıkken,” yazmış Ozan Yaşadığımız Zamanlar’da.
Bense Yanlış Dala Tutunmak’ta yazmıştım: “Her şey kutsallığını kaybetse, tüm dinlerin, ideolojilerin yalanlığı kanıtlanmış olsa, tek tutunacak dalımız sevgi, arkadaşlık, aile. Ama sevgi için kapı paspası olmanın da lüzumu yok.”
Sonra Radikal’de bir kızın yazısını okuyordum bir ara. Ailesiyle fazla “yüz göz olmamayı” öğrendiğinden beri özgürleştiğini yazıyordu. Haklı. Aile muhafazakarlığın en büyük kalesi değil midir? Dinlerin, ideolojilerin, neyin doğru, neyin yanlış, neyin nasıl olması gerektiğine dair yargıların, mevcut düzen her neyse, onun sonsuza kadar yaşayabileceği bol ışıklı, ılık bir sera gibi: Sevgi, onaylanmanın, uyuşmanın verdiği sıcaklık, fedakarlık, alışkanlık, tanıdıklık, özlem, borçluluk, sorumluluk, cehalet ve biraz başkalaştığımızda, başka olmaya cesaret ettiğimizde yakamızı bırakmayan suçluluk. Çünkü ailemiz çok fedakarlık yapmıştır, onca fedakarlığın karşılığı bu mu olacaktır? Şöyle onların içini rahat ettirecek, eşlerine dostlarına gururla, hiç olmazsa rahatlıkla anlatabilecekleri bir düzen kuruversek ya? Çok uzaklaşmayalım onların limanından, yüzlerine vurmayalım. Sonra üzülürler, alınırlar. Biz de o kaleye kapanalım, o kaleyi koruyalım. Kim hangi cüretle bizim inançlarımıza, geleneklerimize laf edecekmiş?
Çünkü kuru laf geçmez o kalenin kalın, bal peteği gibi örülmüş çeperlerinden. Dinlemeyiz. Dinleyip, anlayıp, hak bile versek, çoğu kez bir şey değişmez.
Amerikan dizilerini izleyenler bilir oysa: “Arkadaşlar”ın aileleri yoktur meydanda. Arkadaşlar büyük şehirlerde, başka arkadaşlarla yaşamaktadırlar. Kendilerini ne bir yere, birilerine bağlı, ne borçlu, ne suçlu hissederler. İstedikleri yere gider, oralarda çalışırlar. Aileler hikayeye dahil oluyorsa, mutlaka görülecek bir hesap vardır; çünkü küresel dünyada ayak bağıdır aile.
Tamam da, hayatlarını “aile”ye ya da bir yere göre yaşamıyorlar, ayaklarına dolanan hiç bir şey yok diye pek bir özgür, benzersiz mi onlar? Her sabah işlerine uygun şeyler giyiyor, ofislerine gidiyor, işlerini yapıyor, aynı gazeteleri okuyor, akşamları aynı konserlere, aynı oyunlara, haftasonları aynı şehirlere gidiyorlar. Hayat onları büyük sınavlara sokmuyor, bir şey için savaşmıyorlar, kendi üstlerine gitmiyorlar hiç, suçlamıyorlar kendilerini inançlarına göre yaşayamamakla. Okudukları kitaplar, izledikleri filmler gibi bir şeyler yaratmayı umut ediyorlar günün birinde. Belki de etmiyorlar, memnunlar hayatlarından.
Belki bir benim memnun olmayan, eski moda.
Wednesday, June 23, 2010
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden