Wednesday, June 22, 2011

Satisfaction!

Following from this post and this one. This is why people can't walk against the wind, swim against the current even when they know that they should do it.

"Intellectual, scientific, and artistic activities belong to the province of Extremistan, where there is a severe concentration of success, with a very small number of winners claiming a large share of the pot. This seems to apply to all professional activities I find nondull and 'interesting' (I am still looking for a single counter-example, a nondull activity that belongs to Mediocristan)...

Acknowledging the role of this concentration of success, and acting accordingly, causes us to be punished twice: we live in a society where the reward mechanism is based on the illusion of the regular; our hormonal reward system also needs tangible and steady results." Black Swan, pg. 85


"You work on a project that does not deliver immediate or steady results; all the while, people around you work on projects that do. You are in trouble. Such is the lot of scientists, artists, and researchers lost in society rather than living in an insulated community or an artist colony." pg. 86


"Our intuitions are not cut out for nonlinearities. Consider our life in a primitive environment where process and result are closely connected. You are thirsty; drinking brings you adequate satisfaction. Or even in a not-so-primitive environment, when you engage in building, say, a bridge or a stone house, more work will lead to more apparent results, so your mood is propped by visible continuous feedback." pg. 87

"Researchers spent some time dealing with this notion of gratification; neurology has been enlightening us about the tension between the notions of immediate rewards and delayed ones. Would you like a massage today, or two next week? Well, the news is that the logical part of our mind, that 'higher' one, which distinguishes us from animals, can override our animal instinct, which asks for immediate rewards. So we are a little better than animals, after all-but perhaps not by much. And not all of the time." sf. 88


"It may be a banality that we need others for many things, but we need them far more than we realize, particularly for dignity and respect. Indeed, we have very few historical records of people who have achieved anything extraordinary without such peer validation-but we have the freedom to choose our peers. If we look at the history of ideas, we see schools of thought occasionally forming, producing unusual work unpopular outside the school. You hear about the Stoics, the Academic Skeptics, the Cynics, the Pyrrhonian Skeptics, the Essenes, the Surrealists, the Dadaists, the anarchists, the hippies, the fundamentalists. A school allows someone with unusual ideas with the remote possibility of a payoff to find company and create a microcosm insulated from others. The members of the group can be ostracized together-which is better than being ostracized alone." sf. 94

Saturday, June 18, 2011

Ateş topu

Geçen gün televizyonda Brahms'ın 3. senfonisini duyduk. Annem Ingrid Bergman'ın Aimez-vous Brahms? filmini hatırladı, sonra Abbas Kiarostami'nin Juliette Binoche'lu filmi Aslı Gibidir'i hatırladık ve bir kadın ve bir erkeğin mutlu bir gün boyu güzel bir şehirde dolaşıp sohbet ettiği A Brief Encounter ve Before Sunrise'ı. Annem "insanların henüz birbirinin sorumluluğunu almadığı" o devrenin ne kadar güzel olduğunu söyledi. Bense elimde bir ateş topu gibi gezdirdiğim hayatımın sorumluluğunu birine atmaya ne kadar hazır olduğumu farkettim. Halbuki beş yıl önce, bu blogu yazmaya ilk başladığımda farkındaydım insanın bunu yapmaması gerektiğinin. İnanmazsanız buyrun okuyun. Aynen şöyle yazmışım:

"Özgürlük, insanın kendi mutluluğunun sorumluluğunu taşıyabilmesiyle başlar. Pek çok insan sırf bu sorumluluğu taşımaktan korktuğu için özgürlüğünü erteler. Özgürlüğün yükünü hafifletebilmek için başka insanların ya da koşulların onlar yerine karar vermesine izin verirler. Eğer sonuçta mutsuz olurlarsa o başka insanları, koşulları, kaderi, kartları suçlarlar. Ama aslında özgürlüğünü birine terketmek, insanın kendi kararıdır. Herkesin hayatı kendi sorumluluğundadır. Benimki de..."

Mesele sadece insanın kendi mutluluğunun sorumluluğunu taşıyabilmesi de değil. Mutluluğun kendisi de bir ateş topu; onu taşıyabilmek de ayrı mesele. Bir yandan bize verilen bu hediyeyi kaybetme korkusu, bir yandan bizim kadar şanslı olmayanlara karşı duyduğumuz vicdan azabı rahat vermez. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında şöyle der:

"Mümtaz, Nuran'ı her eve bırakışında bunu sonuncu zannederek korkardı. Ona göre ruhun en az tahammül edeceği şey saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataklıktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz." (sf. 209)
Sınıf atlamak

Sergi, mağaza açılışlarının çok olduğu bir mahallede oturuyorum. Kaldırımlardan küçük, şık kalabalıklar eksik olmuyor, bazen ben de açılış davetiyelerini binanın girişinde ya da dairemde buluyorum. Bazen benim de tanıyabileceğim kadar ünlü insanlar görüyorum, bazen hangi açılışa kimin geldiğini dergilerden ya da televizyondan öğreniyorum. Ama bir açılışa gidip de insanlarla tanışmaktan korkuyorum. Yazar Elif Batuman Vogue'daki röportajında Nişantaşı'ndan korktuğunu söylemiş.

Skylife Haziran sayısına Alain de Botton'un sınıf atlamak üzerine yazdığı bir yazıyı koymuş. Diyor ki, zengin ve güçlü insanlarla tanışıp arkadaş olma çabasında bir kötülük yok, ama onların zengin ve güçlü olmayan insanlardan daha değerli olduğunu düşünüyorsanız kafanız pek çalışmıyor olabilir.

Bir yola giriyorsunuz ve o yolda tanıştığınız insanlar, o yolda daha hızlı ilerlemenizi sağlıyor. Size aklınıza gelmeyecek fikirler, duymayacağınız haberler veriyorlar. Sizi bilmediğiniz yerlere götürüyor, dikkat etmediğiniz şeyleri gösteriyorlar. Sizi iyi veya kötü kendi tanıdıklarına anlatıyorlar, sizi tanıştırıyorlar, size referans oluyorlar. Her arkadaşınız, kendinizi aşmanıza ön ayak oluyor.

Başka yollarda hiç tanışmadıklarınızla, hiç tanışamıyorsunuz ve bütün bunlardan mahrum kalıyorsunuz. O yüzden yarı yolda yol değiştirmek çok zor oluyor.

Kimlere göz koyduğunuz, hangi yolda olmak istediğinizle ilgili aslında. Ben isterdim ki, takip ettiğim gazeteci ve yazarlarla arkadaş, denk olayım. Ama bütün bunlar çaba gerektirir, her grubun bir raconu vardır. Belki günün birinde öyle şeyler yazarım ki, o da olur.

Monday, June 06, 2011

Kötülük

Yine yaz geldi ve ben kötülük üzerine düşünmeye başladım. Şöyle bir şey gördüm Suç ve Ceza'da:

"Öyle ya, bazı belirtilerden kendisinin de anladığı gibi, nikahtan sonra, ilk zamanlarda bile, Dunya ile oturması olanaksızmış. İyi yürekli adam herhangi bir biçimde bunu ona sezdirmiş olsa gerek. Ama anneciğim inanmak istemiyor buna, 'ben kabul etmeyeceğim' diyor. Öyleyse kime güveniyor? Afanasiy İvanoviç'e kırdırdığı yüz yirmi ruble emekli yıllığından geri kalanına mı? Kışlık atkı örmekten, eldiven dikmekten gözlerini harap etti zavallı. Yüz yirmi ruble yıllığına bu atkı örme işi de yılda ancak yirmi ruble ekliyor, biliyorum. Buradan şu anlaşılıyor, gene de Bay Lujin'in soyluluğuna güveniyor. 'Sanırım kendi önerecek, rica edecek.' Çok beklersin! Schiller'in güzel insanlarında hep böyledir: Son ana dek yüceltirler insanı, son dakikaya dek her şeyi iyiye yorarlar, asla kötülük beklemezler; madalyonun öteki yanını sezinler gibi olsalar bile, söylenmesi gereken sözcüğü kesinlikle söylemezler. Kötüyü düşünmek bile yılgınlığa düşürür onları. Ellerini kollarını sallayarak gerçeği uzaklaştırmaya çalışırlar. Ta ki, yücelttikleri insan burunlarını kırana dek..." sayfa 57.

Saturday, June 04, 2011

Victims of The City

Edwin Heathcote of the FT wrote an article called Liveable vs. Lovable on 6 May. Had he not announced Istanbul as the most lovable city in a later article ('Liveable, lovable and lauded'), the Turks on Facebook, and hence I, would have never become aware of his existence to start with.

Heathcote makes the point that cities like Vancouver, Copenhagen and Munich, which top the lists of "most liveable cities," are not nearly as dynamic and attractive as the likes of London, New York and Istanbul. Heathcote says that these cities are not bounded by their "beauty;" their ugliness and chaos gives them the space to constantly transform themselves. People from different ethnic and social backgrounds co-exist and interact within the realms of the city. At one point he quotes Descartes, who, "writing about 17th century Amsterdam, said that a great city should be the 'inventory of the possible.'"

So far, so good. And Heatcote is probably right that Munich or Paris are not as liveable for immigrants as they are for their bourgeoise residents. I agree that the criteria of the "most liveable" indices are too rational and too based on middle-class values of safety, beauty, comfort and predictability. They don't take into account the joy, pain and possibilities that make a city alive. A city is attractive so far as it is unpredictable and chaotic enough to allow for chance encounters with Nassim Taleb's "good black swans." Of course, the overwhelming majority of the city's residents won't make that jump on the social ladder, but the possibility and the stories of those who made it are always there.

This sounds familiar, somehow. The minute possibility of making it big.

But then Heathcote makes some awe-inspiring remarks, that show how little sympathy he has for those who lose out:


"Whether in New York's SoHo, Chelsea or Brooklyn, in Berlin's Mitte or London's Shoreditch, Hoxton and now Peckham, it is at these moments of radical change that cities begin to show potential for real transformation of lives, or for the creation of new ideas, culture, cuisine and wealth. Once gentrification has occurred, bohemians may whinge about being priced out, as they always have done but, in a big enough city they are able to move on and find the next spot."

"Yet it is proven again and again that the biggest cities are in fact the greenest. Their density, the close proximity in which people live and the minimal amount of land they occupy - compared with largely suburban Vancouver, for example, makes for a far smaller carbon footprint. Mumbai is probably the greenest big city there is - slums like the million-strong Dharavi use minimal land, energy and water. And, of course, without wishing to patronize, it is undeniable that there are happy people living surrounded by their families in Brazil's favelas and millions living lives of drudgery and lonely despair beneath northern Europe's leaden skies."

Then I suggest Mr. Heathcote move his family to Brazil's favelas, or even better, to Dharavi, where he and his family can minimize their carbon footprint?

Post-modern thinking gave a big excuse to capitalists all over the world: That we don't have to feel bad for people stricken with poverty, because those people perceive the world differently; they may even be happy within the bounds of their small worlds! Amartya Sen, on the other hand, warns against subjective accounts of happiness. "The indigent peasant who manages to build some cheer in his life should not be taken as nonpoor on grounds of his mental accomplishment."

Sen talks of empirical studies in post-famine Bengal in 1944, where widowers complained of their "indifferent health" but widows made no issue of it. Whether one feels happy and content depends on one's dreams and expectations from the world. People find ways to cope with difficulties. But this does not mean that they don't deserve better lives and chances to do bigger things (and clean water and sewage systems and public transportation, for that matter.)

I shouldn't leave you without a few comments on Istanbul, the most liveable and loveable city according to Heathcote and his readers. The Turkish government gives their gentrification projects the name "city transformation project," a name Heathcote would surely approve. On one hand, "happy bohemians" are pulled out of their neighborhoods and placed into new social buildings in the outskirts of the city. Those who try to preserve their homes and lifestyles raid the art galleries that have just been opened by the "urban sophisticates."

On the other hand, new office buildings and "residences" spring up everywhere, soaking up the capital surplus that has accumulated legally or illegally. Every other TV ad is trying to sell a real estate project. Developers take pride in "selling what's real" and "being in the business for ten years." The creative destruction of the "built environment," in David Harvey's words, is one of the most convenient ways to burn money. Banks lend to both project developers and buyers. To me, all this sounds frighteningly like the real estate bubbles in the U.S. and in Spain.

If you are an "urban sophisticate," who has the money but who is bored of the middle class values and ways of life, you would surely want some variety and dynamism around you. So that you could enjoy new ideas, culture and cuisine. But those people are not there to inspire and amuse you. Their purpose in life is not to create the most exciting city for you. A deeper analysis than airy ramblings about the beauty and possibilities of chaos would have been welcome.

Saturday, May 28, 2011

"...birden bana bütün alem, kapıları hep birbirine açılan sayısız odalı bir saraymış gibi geldi. Bir odadan diğerine hatırlayarak ve hayal ederek geçebiliyorduk ancak, ama çoğumuz tembellikten bunları çok az yapıp hep aynı odada kalıyorduk.” Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, sayfa 464

Odalar

Maida Vale'e ilk taşındığımızda emlakçının (ve eski erkek arkadaşına yakın oturmak isteyen ev arkadaşımızın) oyununa gelip asıl taşınmak istediğimiz ev boşalana kadar berbat bir evde kalmıştık. O evde geçirdiğimiz bir buçuk-iki ayı gene de mutlu hatırlıyorum. Eve Internet telefon falan bağlatmadığımızdan yakındaki Starbucks'tan bir wireless hesabı almıştık, haftasonları sırayla gidip kullanıyorduk. Sabah erkenden kalkmaya çalışıyordum, hele aklımda yazacak bir şey varsa. Maida Vale'e sonbahar çok güzel geliyordu. Hava çok güzel serinliyordu, günler kısalıyordu, yeni iş kıyafetlerimi giyip işe gidiyordum. Kırmızı apartmanlar, sararan ağaçlar, metrodan çıkınca çarpan sessizlik. Uğultuya alışınca sessizlik duyulabilen bir şey oluyordu.

Şu anda oturduğum ev çok küçük olduğu için çabucak kendimi dışarı atmak istiyorum; bugün Cafe Nero'ya giderim diye plan yapmıştım hafta içinde. Ama önce ofise gitmek gerekti ve ofiste geçirdiğim bir kaç saat o kadar canımı sıktı ki Cafe Nero'ya vardığımda içimde hiç şevk kalmamıştı. Cafe tıklım tıklımdı, tanıdıklar vardı, üstelik blogspot açılmıyordu.

Neyse demek ki Maida Vale günlerini yeniden yaşamak mümkün değil. Geçen sefer benim oralarda yaşadıklarımın burda hiç kıymeti yok yazmıştım ya. Düşündüm de, kimse bilmese, merak etmese, ben anlatamasam, belki de şu anda oralarda öğrendiklerimin, yaşadıklarımın hakkını verecek şeyler yapmasam, yaşamasam bile Washington'da, Münih'te, Londra'da geçen günler çok kıymetli. Onlar benim şehirlerim. Onları düşününce içimi bir ferahlık kaplıyor; bir süreliğine bile oralara gitmek isteyenleri çok iyi anlıyorum. Hele şu seçim öncesinde, Özgür Mumcu'nun şu yazısında çok zekice tarif ettiği aptallık çevremizi sarmış, nefes aldırmıyorken. Aptal yerine koyanlar ve koyulanlar dalga dalga üzerimize geliyorken.

Elitistim, evet. "Kendi iyiliği için" toplumu zararlı neşriyattan korumaya çalıştıklarını iddia edenler ve bunlara hak verenler hala birilerine elitist diyebiliyorlarsa, elitistim ben de. Başbakanın konuşmasında pankart açan öğrencileri, araştırmacı gazetecileri aylarca, yıllarca hapiste tutanlar demokratsa, bizim gibiler de ancak darbeci, Ergenekoncu olabilir. Hatta Silivri-Kandil hattında bir komplo kurulmuş olabilir ve YGS ile ilgili haber yapanlar da bu komplonun bir parçası olabilir. Çünkü bütün iyilikler hükümetimizden, bütün kötülükler komploculardan gelmektedir. Ama bedelini ödeyeceklerdir elbet "bakanlık listeye eşek koysa seçerim" diyen hakimlerin elinde.

İnsanları büyük, berbat fikirlere kurban etmeyelim, insan hayatı değerlidir diyecek oldu birileri. Bu temenniyi, bu hayali, bu çağrıyı bile kendilerine yontmayı bildiler. "Önce insan!," ne vadilerin önemi var, ne heykellerin, ne yer altından çıkan, ne su altında kalacak olan kap kacağın. Vasatlık imparatorluğunda güzel olan, anlamlı olan, insanın hayatına anlam katan hiç bir şeyin önemi yok.

Aslında düşünecek olursak dünyanın her yerinde birileri birilerini aptal yerine koyuyor, haksızlıklar yapılıyor. Koskoca ülkeler işgal ediliyor, başka ülkelere işkence kampları kuruluyor. Sarah Palin gibiler aday oluyor, kürtajdan falan bahsediyor, göçmenler hedef alınıyor. Bankalar kurtarılıp üniversitelerin fonları kesiliyor, BBC Türkçe kapatılıyor. Ucuza krediler verilip sonra borçlular sorumsuzlukla suçlanıyor. Stratejik senaryolar kuruluyor binlerce kilometre uzaktaki insanlar üzerine, onlara zerrece değer vermeden. Belki oralardayken de aklımız burda olduğundan farkına varmıyorduk. Ya da üstümüze alınmıyorduk olanı biteni.

Belki de özlediğim o ülkelerdeki, şehirlerdeki görüş zenginliği, ferahlığı kadar, oralardaki saf, mutlu, meraklı hallerim.

Saturday, May 14, 2011

İki gece önce Joy FM'de çaldığından beri hiç susmadı:

One

I am the biggest hypocrite
I've been undeniably jealous
I have been loud and pretentious
I have been utterly threatened
I've gotten candy for my self-interest
The sexy threadmill capitalist
Heaven forbid I be criticized
Heaven forbid I be ignored

I have abused my power forgive me
You mean we actually are all one
one one one one one one one
I've been out of reach and separatist
heaven forbid average (whatever average means)
I have compensated for my
days of powerlessness

I have abused my so-called power forgive me
you mean we actually are all one
one one one one one one one one

did you just call her amazing?
surely we both can't be amazing!
and give up my hard earned status
as fabulous freak of nature?

I have abused my power forgive me
you mean we actually are all one
one one one one one one one one
always looked good on paper
sounded good in theory

Glen Ballard, Alanis Morissette
Time

I really liked the Shipping News by Annie Proulx when I read it three years ago, because it showed that no matter how bad things go in your life, things get better in time. Quoyle moves to an island off the Canadian coast with his two little girls when his wife abandons them, but time goes by and things get gradually (tedricen) better for him and the people around him. You just have to stay in one place long enough and things will get better; this is simply the nature of things.

But how long? I feel quite tired. There are people around me who've worked in this company for five years, for ten years, they have their circle of friends whom they've known for at least that long, and they have their husbands and wives and girlfriends and boyfriends of years, they've been to each other's weddings and they've taken vacations together, and how many years would it take me to reach that level of depth and comfort with the people around me? It takes so much work and time and I feel really tired and scared.

I know this feeling, this feeling of envy of the time, simply the amount of time people have spent with each other. And when I felt it before, it was made all the worse with the knowledge that I didn't have that much time, either because I was moving or the person was moving. Now I have the time, I'm not going anywhere. But I still feel like no matter what I do, it won't be the same with me because I'm different for having spent this much time away and I'll never have the same experiences with these people. And the experiences I had, they are worthless here. The people I took road trips with and lived together and studied with and went out with and gossiped with are far away. I don't want to over-dramatize but I feel like an alien at times, a wide-eyed, naive tourist who gets excited too quickly by everything and longs for acceptance. That's probably why I'm a bundle of nerves and I don't garner much respect from the people around me.

Time... Please go by.
Motivation

Recently I often think of posts from 2007. It's like reinventing the wheel after four years. For example, when I came across a document describing professional services and was filled with a sense of contempt, I thought of this post. Then when I realised that I was acting too friendly and modest to the people in my office, and they were starting to take me for granted, I thought of this post. My work sometimes feels like a play, and I'm performing and watching myself from outside. And it is not possible to separate your work from your relationships with people at work. So my relationships will require some performing, as well, and I hope to inspire some fear and respect. I don't know if that's possible. People smell, they sense subconsciously that I'm one not to be feared. But as my friend Cécile rightly pointed out (must have been in 2008) you've got to be a lion in this wild world. Perform! And try to believe in your performance. Make it your own. And soon it won't be a performance anymore.

But I don't have the motivation to make it my own. I don't want to fight, I don't see anything worth fighting for. I wish I could make being an energy expert my true ultimate goal in life, I wish I wanted to rise high up in the company. That would justify the amount of time I spend at work, and I would enjoy my free time with the conviction that I've spent the whole day and more working towards my ultimate goal in life. I wouldn't feel like the time spent at work is procrastination. And I would be much more effective, because then my mind would work differently, I would come up with questions to find answers to, resources to look up, people to talk to. And my mind would need no outside stimulation like performance review metrics or my next catch-up conversation with my boss or the next meeting with a prospect or an approaching deadline, i.e. the fear of failure or breaking a promise or disappointing people, its only engine would be the curiosity and passion and excitement that comes from inside. And I wouldn't have to try to scare people (unsuccessfully) to inspire respect. And only then would I become a successful energy expert, because that's what it takes.

But this job is only a means to an end. It was to gain my independence back. But the requirements of this job and this company constrain me in so many ways. And I don't like the way it takes so much of my energy and time that it stands in the way between me and what I truly want to do.

Saturday, April 23, 2011

Bana doğruyu söyle doktor!

İş bulduğumu, nerde çalıştığımı bilen arkadaşlarım, çok tebrik ediyorlar. Çok güzel bir iş gibi geliyormuş kulağa. (Evet arkadaşlar artık sound ediyor dememize gerek yok, kulağa geliyor diyebiliriz.) Valla ne yalan söyleyeyim, güzel bir iş. Şikayet edeni Allah çarpar, hele altı aylık işsizlikten sonra. Çok şanslıydım, selefim de çok sağolsun, Allah ne muradı varsa versin bana referans oldu. İnşallah altından kalkacağım.

Ama benim aslında entel-dantel işler yapmak istediğimi bilen arkadaşlarım, çok da enthusiastic sound etmeyiniz! Benden gerçekleri saklamayınız! Gerçi beğenmez gözükürseniz ona da kızarım. Mesela "güzel bir iş ama senin mutlaka yazar olman lazım, çok yeteneklisin!" diyebilirsiniz.

Bu arada Ekşi Sözlük'ten öğrendim ki bir yandan (teoride) kendine güvenmek, diğer yandan (pratikte) güvenmemek durumuna "prenses sendromu" deniyormuş. Her b.ku bilen sözlükçüler bunun da teşhisini koymuşlar. Kendilerini tanımadığımız için kendilerinde ne sendromu olduğunu bilemiyoruz. Belki kendilerinde de aynısı vardır, oturup bu kadar bilmişlikle bunları yazdıklarına göre başkaları hakkında? Neyse bende kesin var bu sendromdan, gocunduğum için kızıyorum sözlükçülere.
sığınaklara

arada caddenden geçiyorum. sık değil, bir kaç haftada bir ve hep zorunluluktan. hem geçmesem o da fena.

numaranı öğrenemedim. ama numaralara bakıyorum. yokuş çıkmış, nefes nefese oluyorum. gerçi numaralar hep değişiyor. bazı kapılarda iki numara oluyor. taksicilere numara söyleyince şaşırıyor.

aslında erkekler kızların caddelerine gelmeli. hele sen! karşılaşsak tesadüf olmayacak. seni görünce nasıl tersleyeceğim. nasıl buldum, kurdum her şeyi sıfırdan. ama bulmak kolay, sevmek zor.

belki sen beni çoktan gördün de görmezlikten geldin. belki masanda kırmızı küçük bir alarm var, caddenden her geçişimde çalan. sığınaklara!

Kabullenmişlik

Neden acaba 23 Nisan'da çocuklar koltuklara oturtuluyor da 19 Mayıs'ta gençler koltuklara oturtulmuyor? Yoksa oturtuluyor da ben mi unuttum? Emin olamadım şimdi. Hem de Genç Siviller falan değil, Dev Genç üyesi gençler falan oturtulsa işte o zaman ileri demokrasi olurduk. Gerçi bugün Milli Eğitim Bakanı koltuğuna oturtulan kızın performansını beğendim valla. Zaten akıllı (çok bilmiş değil, akıllı) bir şey olduğu suratından belli.

Allah'ım ortada ne kadar çok çocuk ve genç anne ve hamile kadın var. İşe başladığımdan beri bizim odada ve yan odada iki "bayan" doğurdu. Gerçi geçen seferki işimde de başladığım gün bir kadın doğurmuştu. Ben işten çıkana kadar ikincisini de doğurdu. Senin benim gibi görünen bir kız bir ceketini çıkarıyor, hop hamile. İkisi üçü bir araya geliyor, hastane, sezeryan, epidürel muhabbetleri. Bu kadar sık ve herkese olan bir hadisenin insanın kendi başına gelince bu kadar biricik ve özel gözükmesi için çok, pek çok hormon gerekiyor olmalı. Ama olaya mikro açıdan bakacak olursak insanın kendi içinden çıkan bir küçük insanı gittikçe tanıması da heyecanlı bir şey olmalı. (Genç sosyetik annelerin röportajları gibi oldu. Ha bu arada sosyetik insanların çocukları nasıl bu kadar güzel olabiliyor!? Nişantaşı'ndaki her çocuk ayrı güzel. İnsan panik oluyor ben nasıl böyle güzel bir çocuk doğuracağım diye.) Ama bunun için biraz büyümeleri gerek. Neyse küçükken de kişiliksizliklerini şirinlikle tamamlıyorlar herhalde.

Bu kadar sıkıcı bir gün olmasına rağmen yine de kutlanmaya devam eden 23 Nisan'ı da atlatıyoruz hayırlısıyla. Cüneyt Özdemir gibi konuştum Allah korusun, ama benimki çok pratik bir gözlem: Çocukların çıplak dizleri tir tir titredi stadyumlarda. NTV'de amazon gibi giydirilmiş, saçlarına barbi bebekler gibi elektrik verilmiş kızlar bir oğlan çocuğunu havaya kaldırdı. Artık memleketçek bu kadar saf ve masum değiliz maalesef. Bütün bunlar çok saçma görünüyor. Hatta Bal'da küçük Yusuf'un akvaryumun içindeki küçük kurdeleye hasretle bakışı gibi acınası geliyor.

İki hafta önce Kazuo Ishiguro'nun romanından uyarlama Never Let Me Go filmini gördüm. Filmi anlatacağım haberiniz olsun: Filmde böyle 12-13 yaşında çocukların olduğu güzel bir İngiliz yatılı okulu var. Çocuklar okul bahçesinden çıkamıyorlar, çıkanların başına gelen felaketlere dair hikayelerle büyüyorlar, birbirleriyle her konuda rekabet ediyorlar, öğretmenlerinin gözüne girmeye çalışıyorlar vesaire. Sonra günün birinde bir öğretmenleri dayanamayıp onlara gerçeği anlatıyor: Meğer onlar zamanı geldiğinde normal insanlara organ bağışlamaları için "yaratılmış" klonlarmışlar. Çocuklar bu durumu kabulleniyorlar, hiç kaçmaya, isyan etmeye kalkmıyorlar. Hayatlarını uzatmayı gerçekten istedikleri zaman bile sadece öğretmenlerine yaranmaya çalışıyorlar, olmayınca da razı oluyorlar. Filmin sonunda sevgilisini kaybetmiş, kendisi de bir kaç hafta sonra ilk bağışını yapacak kız, "tamam bizim durumumuz fena, birbirimizi geç bulduk çabuk kaybettik, ama sizin de bizden çok farkınız olmayabilir, haberiniz olsun" mealinden uyarıyor seyirciyi.

Etrafıma bakıyorum da, ne çok şeyi kabullendiğimize. O yatılı okuldaki çocuklar gibi. Yusuf gibi. Acınacak halimiz var. Bizim kabullenemediğimizi kabullenmeye hazır bir sürü insan var dışarda. Aman canım, kabulleniyorlarsa sorun onlarda!.. Bardağın dolu tarafını görmek lazım. Bardağın boş halini bilen dolu tarafını görür. Hem herkesin bir fiyatı vardır. Hiç farkına varmadan bir bakmışsın almışsın eline bardağı, döküp saçmamaya uğraşıyorsun.

Mutluluk değil, kendini gerçekleştirmek demişti bir arkadaş. Geçen gün oturup düşündüm de, mutluluk çok izafi, kendini gerçekleştirmek gerçek gözüktü gözüme. Kendini mutlu bilmek kolay. Ama şöyle ağzın dolu dolu "kendimi gerçekleştirdim" demek zor.

İnsan tabii iyi bir mirası da mutlulukla kabulleniyor, onu hak ettiğine de kendini çabucak inandırıyor. Ne güzel yazmışım zamanında "how to become a bobo" diye. Buna İngilizler entitlement diyorlar efendim. Yaşlandığımdan mıdır nedir, ne kendini ince zevkli, asil asil yapan insanlara, ne görgüsüzlere kızıyorum, hipster'lara kızdığım kadar. Geçen gün IKSV Salon'a gittim. Bizim de hipster nüfusunda Londra'dan eksiğimiz yok, fazlamız var. Bunlarda para var ama orta sınıf hayatını beğenmezler. Bohem hayatlar isterler, çağdaş sanat severler, açık fikirlidirler. Yaşama sevinciyle gezerler ortada sarhoş gibi. Ama sonuçta sen ne yaptın arkadaş, oturduğun mahalledeki kiraları yükseltmekten başka elle tutulur ne yaptın? Bunların bir de sözde vicdanlı, duyarlılıkları yüksek versiyonları var, benim de kendimi içinde saydığım. Levent Kırca'nın mutlu ve mutsuz sarhoş tiplemesi gibi eğlenenler ve ağlananlar olarak iki çeşittirler. Tabii ağlananlar da geceleri eğlenirler. Kitap yazarsam adı idiotloji olacak.

Ha güzellik var mı, var. Ama çok çalışmak gerekiyor güzel bir şeyler yapmak için de, güzel olanı görmek, anlamak için de.

Wednesday, April 13, 2011

Sözlerine bir karaoke gecesinde iyice hakim olduğum şu şarkıyı paylaşmasam olmaz:


ali desidero
arkadaşları ali derler hani oturur bizim kahvede
yakmış abayı bir dilbere nefaset bir şey fidan boylu
bizim ali pişpirik oynar mfö dinler maç seyreder
dedim ki abayı yakmış kıza bundan haberi yok kızın ama
ali desidero aliiiiii ali desidero

kız çok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
venüs mü desem afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su
elbette ki feminist bir kız metafiziğe de inanmakta
bir kusuru var yalnız kızın biraz entel takılmakta
optimist hem de pesimist biraz idealizmi de savunmakta
ali desidero aliiii ali desidero

teoride desen zehir gibi pratik dersen sallanmakta
bazen ben hümanistim diyor bazen rasyonalist oluyor
değişik bir psikoloji bir felsefe idiotloji
idiot idiot idiotloji

bizim ali kahvede aynen kız oradan gelip geçerken
gözüne kestirip kafasına takıyor
bu benim diyor dokunanı yakarım
ne yapmalı ne etmeli bir oyunbazlık bir şeytanlık
kıza dalavere mi çevirmeli bu beraberlik nasıl olacak
ikise de ayrı telden çalıyor
centilmence mi yaklaşmalı familyasıyla mı tanışmalı
bir bilene mi danışmalı
bu kız sanki bir buzdolabı
ali desidero aliiii ali desidero

ali kahvede oturup duruyor kızın geçmesini bekliyor
hatun kişi görününce köşeden mfö başlıyor aynen kasetten
aliiii ali desidero
matmazel mfö'yü duyar duymaz bir an kendinden geçiyor
ha bayıldı bayılacak derken ali kızın elinden tutuyor
ali kıza bir klark çekiyor kahvedekiler ıNıNıN diyor
ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN ıNıNıN
ali desidero ali aliii desidero
kız pardon diyor başım döndü mfö yakar gönlümü
rica ederim gelebilir her genç kızın başına
yardım edeyim size isterseniz
evinize götüreyim icabında
ay nasıl olur ben sizi hiç tanımıyorum ama
hem konu komşu ne der sonra merci giderim tek başıma
olur mu ne önemi var diyor oğlan
yürüyelim işte ne çıkar bundan
hem sizinle de tanışmış oluruz hem konuşuruz şurdan burdan
ne kibar çocuk diyor kız içinden hem samimi hem vefalı yani
bir imtihan çekeyim şuna diyor serseri mi yoksa bir dahi mi
diyor felsefeyi sever misiniz ali diyor biz hep dönerciyiz
luther diyor kız makyavelli
şampiyon biziz diyor ali attığımız gollerden belli
ali desidero aliiii ali desidero

kız anlıyor ki dünyalar ayrı aliye kibarca bir bye bye
ali diyor hay hay
gözü parlıyor aniden kızın şeytan tüyü var bu hınzırın
ali anlıyor ki doğru yolda hazırım diyor buluşmaya
kız diyor ki bu işler narin bugün olmaz ali belki yarın
ali desidero aliiii ali desidero

Saturday, April 09, 2011

Derin suların peşinde

Kaç haftadır yazamadım, ama Frida'nın tablosundaki o hayatın içinde kendimi kaybetmiş falan değilim. İşler güçler yüzünden hep. Enis Batur'un Haneberduş kitabında Takipçilik Üzerine diye bir denemesi vardı. Batur takipçiliğin iyi, vazgeçilmemesi gereken bir şey olduğunu falan iddia etmese de, insanların farkına bile varmadan nasıl pistin dışına çıktıklarını anlatıyordu. Bir çeşit vazgeçmekti bu da, ama o kadar meşguldünüz ki farketmiyordunuz. Önce kendiniz bir şeyler yapmaktan vazgeçersiniz, sonra yapılanları takip etmekten vazgeçersiniz. Ayıptır söylemesi ot gibi yaşarsınız artık.

Teyzem iki hafta önce burdaydı, dedi ki bir kaç insanın üretimi herkesin hayatını daha yaşanır, daha anlamlı kılıyor. Aslında insanlığın kaç bin yıllık üretimi, bunun bizim ulaşabileceğimiz kadarı bile o kadar zengin ki. Düşününce bile hem seviniyorum, hem de yetişemiyorum diye panik oluyorum.

Bırakın büyük eserleri, düşünceleri, insan haberleri bile takip edemiyor. Bir yandan da kafası rahatlıyor, kişisel sorumluluk hissetmediği, değiştiremeyeceği şeye güzel kafasını yormamış oluyor. Ağır kişisel sorumluluklar, insanın dünyaya karşı sorumluluk hissetmemek için en büyük bahanesi haline geliyor. Bir komplo teorisi gibi gelecek, ama belki de dünyada ne olup bittiğini bilmemek için üzerimize ağır kişisel yükler alıyoruz, sözler veriyoruz.

İnsanlığın bize bıraktığı binlerce yıllık miras, şaşırtacak kadar güzel olduğu kadar çirkin ve ağır. Görülmemiş o kadar hesap var ki. Güzelliğini yaşamak için kendimizde bu kadar hak görürken, çirkinliğinden kaçınmayı bu kadar doğal karşılamak ikiyüzlülük değil mi? İğrenç bir klişeyle bitirmek istemiyorum ama bunun bir adım ötesinde de bizim geriye ne bırakacağımız sorusu var.

Bu yazı biraz ilkokul kompozisyonu gibi oldu ama ısınacağım tekrar yazmaya inşallah! Kendime bir uyarı bu aslında: Açıl kızım biraz! Hayatın bir sürü katmanı var. Bunların farkına varanlar öyle duvar gibi suratlarıyla tırışkadan değil, gerçekten sofistike insanlar oluyorlar. Tabii amaç olmak değil yapmaktır, yapmadan nasıl olunabilir gerçek anlamda? Her şeyin şifresi çözüldü, her şeyin farkına varıldı. Hepimiz tanımı çoktan yapılmış, adı konulmuş birer "tip"iz dışardan bakanlar için. Belki gerçekten öyleyiz de her şeyin, herkesin ne mal olduğunun farkındayken kendimizin farkında değiliz. Determinizm var bütün bunlarda. Dışına çıkmak lazım.

Saturday, March 19, 2011

Frida Kahlo, The Bride Frightened at Seeing Life Opened. 1943.
Frida Kahlo, Hayatı Açılmış Görmekten Korkmuş Gelin. 1943.
"Düşünüyordu:

'Sandal geriliyor, iki adım ileri, bir adım geri gidiyor, ama kürekçiler inatçı insanlar, yorulmadan kürek çekiyorlar, yüksek dalgalardan korkmuyorlar. Sandal ileri, hep ileri gidiyor, işte artık görünmüyor; yarım saat sonra kürekçiler vapurun ışıklarını açıkça görecekler, bir saat sonra da vapurun iskelesinde olacaklar. Hayatta da böyle... İnsanlar hakikat peşinde iki adım ileri, bir adım geri giderler. Hayatın acıları, yanılmaları, sıkıntıları onları geriye atar ama hakikat sevgisi, azim, irade, ileri, boyuna ileri sürer. Hem kim bilir? Belki de asıl gerçeğe ulaşacaklardır...'"

Anton Çehov, Sayfiyede, Zeki Baştımar çevirisi. Sayfa 124.

Wednesday, March 09, 2011

Yanılmışım

Geçen Eylül ayında gazetecileri eleştiren bir post yazmış, Türkiye'de gerçek anlamıyla araştırmacı gazetecilerin azlığından yakınmıştım. Meğer böyle gazeteciler varmış, ben de Türkiye'ye paraşütle indiğim için yeni tanıyorum onları. Nedim Şener'i, Hanefi Avcı'nın hapse atılmasından sonra sık sık televizyon programlarında görmüştüm. Cengiz Çandar'ı Tayyip Erdoğan'ın İsviçre'de hesabı olmadığına ikna eden, o gerçeği bilen ve haksızlığa tahammül edemeyen insanlara özgü hal vardı üzerinde. Sürekli bildiklerini anlatıp karşısındakini ikna etmeye uğraşıyordu. Tabii ne kadar anlatsan, karşındakinin işine geldiği kadar. Ahmet Şık'ın kim olduğunu ise yeni öğrendim. Radikal'in o ezilenin yanındaki imajını oluşturmasını sağlayan pek çok haber yapmış. Sonra Radikal bordrolarda maaşları düşük gösteriyor, fazla mesaileri vermiyor diye dava açınca işinden kovulmuş. Daha sonra Nokta dergisine girmiş, darbe günlüklerini yayınlayan ekipte yer almış. Ertuğrul Mavioğlu'yla birlikte Ergenekon üzerine kitap yazmışlar.

Şimdi bu iki düzgün gazeteci Silivri'de.

Her İstanbul'a gidişimde, şiddetle akan ışıl ışıl bir nehir görüyor gibi oluyorum. Daha önce gördüğüm şeye yine şaşırıyorum. Her yerde ışıklar, yollar, arabalar, yeni inşaatlar var. Bu nehirle birlikte akmak ne kadar kolay, ne kadar zevkli olurdu diye düşünüyorum. Rüzgarı arkana alınca ilerlemek ne kolay. Ama bu nehir nereye akıyor? Bunu sadece muhafazakarlar aşırı güç kazanıyor, bundan sadece bir çemberin içindekiler nemalanıyor diye söylemiyorum. Bu pırıltının arkasında karanlık bir taraf var, fakirlik var, pislik var. Çöpler var bir yerlere yığılan. Zehirli gazlar var, zehirli kimyasallar var yediklerimize karışan. Tüketilen kaynaklar var. Anlamsız hayatlar var.

Bir de bunları görüp o nehre karşı yüzmeye çalışanlar var.

Tuesday, March 08, 2011

Sıra geldi emeği geçenlere...

İşler biraz düzgün gitti mi çok sevinip aradaki zorlukları unutmak biz fanilere özgü bir kusurdur. Hatta zorluklar ve sıkıntılar ne kadar büyük olursa, onları aşmaktan duyulan sevinç de kötü hatıralara o derece baskın çıkabilir. Son durumdan memnunsanız o zorlukları çıkaranları "bugüne gelmeme katkısı oldu" diye affedebilirsiniz bile. Ama benim hafızam güçlü olduğu için zorlukları ve onların bana yaşattığı duyguları unutmam, şu anda bile aynen yaşayabilirim. Hem şu son altı aydır yaşadıklarımı buraya yazmak istiyorum, ibret olsun da boşa gitmesin diye.

* İlk mülakatımı, Türkiye'ye döndükten iki gün sonra, işverenlerin kurduğu bir sivil toplum kuruluşunda çalışmak için, A. şirketinin Şişli ofisindeki N. Hanım'la yaptım. Görüşme sırasında az daha uyuyakalan bu hanım, telaffuz ettiğim rakamı "müdürlerin bile almadığını" söyledi. Bu lafını şimdi muhabbetle anıyorum. Ne kadar iyi yalan söyleyebildiğinizi ölçen klasik mülakat sorularını sordu: "En büyük zayıflığınız nedir? İnisiyatif alıp çözdüğünüz bir problemi anlatın."

Ayrıca yakın zamanda bu STK'nın hazırladığı bazı görüşleri, değerlendirmeleri yakından inceleme fırsatım oldu. Fikirlerimi kendime saklamayı tercih ediyorum.

Şirket ofisinin karşı köşesindeki tabldot restoranında çalışan garson ve aşçı beylerin anlattıklarına göre, bu şirkete bankaların mülakatlarına girmek için onlarca genç gelir, öğleden sonraki aşamaya geçebilenler bu restoranda yemek yerler, sonuçları orada beklerlermiş. Garsonla aşçı kafa kafaya verip bu gençlerin haline tavrına bakıp karar verse, ortaya daha sağlıklı sonuçlar çıkar.

* R. haber ajansı, "senior correspondent" arıyormuş. Türkiye büro şefi olan bey, ilana senior correspondent yazmış olmasına rağmen asıl aradığının, mesela bir şirketin finansal sonuçlarını çok çabuk yazabilecek acar finans muhabirleri olduğunu söyledi. B. haber ajansıyla yoğun rekabet halindeymişler. Benim gibi iyi okullardan mezun pek çok muhabir geçmiş ellerinden, bunların kusuru "çok düşünmeleriymiş." Mülakatın üzerinden üç ay geçtikten sonra editoryal teste girdim, meğer henüz açılmamış bir pozisyon içinmiş. Bir daha da kendisinden haber alamadım.

* T. isimli demokrasi savaşçısı düşünce kuruluşunun iyi yönetişim bölümüyle de görüştüm. Daha önce bu blogda eleştirdiğin yerde çalışmayı neden istiyorsun diye sormayın, zaten ağzımın payını aldım. Benimle temasa geçen Ö. Hanım, işe alım sürecini hızlandırdıklarını, bayramdan önceki Cuma günü görüşme için beni beklediklerini söyledi. Aptal aptal fahiş THY biletlerimi aldım, görüşmeye gittim. Ö. Hanım'ın patronu kendisine tam yetki vermiş, sıcak bir görüşme yaptık.

Kasım'da yaptığım görüşmenin sonucunu, Ö. Hanım'ın "sayın başvuru sahibi" diye başlayan E-maili ile Şubat ayında öğrendim. Bu pozisyon için fazla senior'muşum. İyi yönetiştik hep birlikte.

* Bir sonraki İstanbul seyahatimi, R. gazetesinin ekonomi müdürü J. Hanım'la görüşmek için yaptım. R. gazetesi henüz R. gazetesiyle birleşmemişken, şu anda kapanan R. gazetesinin yazı işleri müdürü olan beyle görüşmüştüm. Kendisi muhabir olmamam gerektiğini lisan-ı münasiple anlatmıştı. Neredeyse üç yıl sonra kendisine yine yazınca, akıllanmadığımı söyledi ama E-mailimi J. Hanım'a yolladı. J. Hanım açık pozisyon olduğunu söyleyerek beni görüşmeye çağırdı.

Elimde yapmak istediğim haberlerin listesi, bir süre bir muhabirin masasında J. Hanım'ın yuvarlak masa toplantısından dönüşünü bekledim. Yapmak istediklerimi anlattım, bana bir-iki ay ücretsiz staj yapmam gerektiğini söyledi, İstanbul'da kalacağım yer olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince stajı İzmir bürosunda yapabileceğimi, büro şefiyle konuşacağını söyledi.

Bir kaç gün sonra İzmir büro şefinin kendisinin haberi olmadan değiştiğini, evden yazı gönderebileceksem göndermemi, yoksa açık pozisyon olmadığını söyleyen bir E-mail attı.

* N. Hanım'ın röportajlarını okumuştum; sponsoru, patronu olmadan bağımsız gazetecilik yapabilme özleminden bahsediyordu. Ancak hazırladıkları tablet gazetede henüz kendi haberlerini yapmıyorlardı, yalnızca gün içinde ajanslardan gelen haberleri derliyorlardı. İnşallah yaza doğru freelance çalışan yazarların, muhabirlerin işlerini satın almaya başlayacaklardı.

N. Hanım yazılı basında benim gibi pek çok insanın öğütüldüğünü, müdürlerin kendilerini gölgede bırakır diye iyi muhabirleri işe almadıklarını, kötü dönemlerde pek çok muhabir çıkartılırken, donanımsız olduğu halde daha kıdemli olanların pozisyonlarını koruduklarını anlattı.

* Son olarak, aklıma ana muhalefet partimizde araştırmacı olarak çalışma fikri geldi. Geçen yıl bir konferansta tanıştığım, yeni parti meclisine seçilen beyefendiye güzel bir E-mail yazdım. Seçimlerden önce de, sonra da genç bir araştırmacı grubunun ne kadar işlerine yarayabileceğini anlattım. Kendisi Ar-Ge işlerine bakan sosyolog S. Bey'e yollamış E-mailimi. Bir aydan fazla oldu, S. Bey'den bir yanıt gelmedi. Öyle tahmin ediyorum ki iktidar partimize aynı başvuruyu yapmış olsaydım, çok daha fazla ilgi görürdüm.

Thursday, March 03, 2011

Siyah Kuğu

Herkesin artık bildiği gibi Nina, Kuğu Gölü balesinde kuğu kraliçesi rolünü oynaması için seçilmiş bir balerindir. Hayatı aşırı müdahaleci annesiyle birlikte yaşadığı eviyle bale stüdyoları arasında geçmektedir. Nina bu hayatın ne kadar çorak olduğunun farkında değildir; bildiği tek mutluluk balede daha iyi bir performans sergileyebilmektir. Gösterinin kareografı başrolü ona verince bu şansı yakalar, ancak bu rolün hakkını verebilmek için şimdiye kadar görmezden geldiği, bastırdığı "karanlık taraf"ını ortaya çıkarması gerekmektedir.

Nina her taraftan ezilmektedir: Onun için çok fedakarlık yapmış annesi onun bir an için bile sözünden çıkmasına tahammül edemez, kareograf tutkularını açığa çıkarması için "baskı yapar" ve önüne Nina'nın zıttı kişilikte (ve rahatlıkta) Lily'i rakip olarak koyar, eski baş balerin (ve kareografın eski sevgilisi) Beth Nina'yı kareografı baştan çıkarmakla suçlar ve kendini bir arabanın önüne atar, Lily bir yandan Nina'ya dostane davranırken diğer yandan kareografın kendisine gösterdiği ilgiyi kabul etmekten çekinmez... Yani Nina, bir Mahsun Kırmızıgül filmi karakteri (ya da bir laboratuvar faresi) gibi dünyadaki tüm dertlerden muzdariptir.

Dünyayı Nina'nın gözünden izlediğimiz için, bir yerden sonra gerçek halüsinasyonlara karışıyor. Mesela Lily, annesi ya da kareograf aslında Nina'nın düşündüğü kadar Nina'ya düşman mı bilemiyoruz. Gerçi filmde neyin gerçek, neyin sanrı olduğu eninde sonunda açığa çıkıyor, dolayısıyla gerçek olmadığı açıkça belli olmayan bir sahne de acaba sanrı mıydı diye paranoya yapmaya gerek yok. Film bize düşündürmek istediği kadar derin değil bence. Hatta bütün o şüpheyle ve efektlerle olmadığı kadar derinmiş gibi gözükmeye çalıştığı için, filmin dürüst olmayan bir yanı var. Delilik, subjektifliği ve anlaşılmazlığıyla izleyiciyi hem korkutan, hem merakla kendine çeken karanlık bir çekim alanı ve yönetmen Darren Aronofsky, bu etkiyi kötüye kullanmış.

Filmde kuşkusuz gerçek bir yan da var ve filmi izleyen bütün kadınlar ve genç kızlar Nina'yı (değişik derecelerde) anlayabilirler. Mesela Nina'nın gittikleri barda Lily'nin rahatlığına hayretle baktığı gibi ben de bazı hemcinslerimin gamsızlığına hayret ve kıskançlıkla bakmışımdır. Nina'nın etrafındaki herkes kişiliğini özgürce (ve düşüncesizce) yaşar ve zavallı Nina'ya yaşatırken, Nina mükemmel performansı gösterebilmek için mükemmel olmayan tarafını açığa çıkarmaya "zorlanıyor." (Buradaki ironi, daha önceki bir postta yazdığım "belki de en mantıklı olan insanın duygusal tarafını hesaba katması" tespitiyle paralellik taşıyor.) Sanki Nina, dünyadaki kötülüklerin ve düşüncesizliklerin altında ezilmektedir, bir türlü onlara karşılık verememektedir. Kimse Nina'nın niye böyle olduğunu ve kendisinin bu durumdaki payını düşünmüyor, Nina'yı anlamaya çalışmıyor. Ece Temelkuran'ın şu yazısında söylediği gibi, belki de Nina'nın ihtiyacı olan şey sevgi ve kimse Nina'yı onun ihtiyaç duyduğu kadar çok ve koşulsuz sevmiyor.

Filmde annenin ve kareografın Nina üzerinde kurduğu tahakküm, bana Çoğunluk'ta babanın oğlu üzerinde kurduğu tahakkümü hatırlattı. İlişkilerde bir tarafın diğeri üzerinde kayıtsız şartsız tahakküm kurması, bunu hakkı bilmesi haksızlık. Hiç bir ilişkinin doğası, bu haksızlığı haklı çıkarmaz. Buna popüler kültürde gittikçe daha çok dikkat çekilmesi olumlu. Ancak bize sözünü dinleten herkesten nefret etmeden önce şunları düşünmekte yarar var: Birincisi, bir tarafın diğerinden güçlü bir konum almasını haklı çıkaran nedenler, durumlar olabilir. Her ilişkinin her zaman demokratik olması beklenemez. İkincisi, güçlünün güçlülüğü, aynı zamanda zayıfın zayıflığı demektir. Gönül ister ki her ilişki pür sevgi ve saygı çerçevesinde yürüsün, reel olarak güçlü olan zayıfın haklarına saygı göstersin. Ancak maalesef dünya böyle bir dünya değil. Dolayısıyla zayıf olan taraf ya güçlenmek, kişiliğini ve haklarını savunmak, ya da ilişkiyi terketmek durumunda. Bazen böyle bir seçenek olmadığını biliyorum, ama bazen de var. Önemli olan zayıfın bunu farketmesi.

Monday, February 21, 2011

The Enigma of Capital - 2

"Sermayenin Gizemi"

Sermaye Pazara Çıkıyor
Sermayenin önündeki son engel, bir ürün ya da hizmetin pazara çıkarıldığında alıcı bulup bulamayacağı sorusu. Büyük insan gruplarının isteklerini, ihtiyaçlarını ve arzularını "oluşturmak" için büyük bir çaba harcanıyor. Ancak bunu reklam sektörü tek başına başaramaz. Asıl önemli olan, sürdürülebilmesi için belli bir ürün ve hizmetler topluluğuna gereksinme duyan bir günlük hayatın koşullarının oluşturulmasıdır. Söz konusu olan sadece arabalar, evler, benzin, yollar ve alışveriş merkezleri değil, aynı zamanda çim biçme makinaları, buzdolapları, klimalar, perdeler, mobilyalar, elektronik cihazlar ve tüm bunların bakımıdır. Banliyö hayatı pek çok isteği ihtiyaca dönüştürerek sonsuz sermaye birikimi için alan yaratmıştır. Tüketicinin ruh hali ve güveni, kapitalizmin sürdürülebilmesi için hayati önemdedir.

Düşük maaşlar nedeniyle iç talebin yeterli olmadığı yerde sömürgeleşme gibi yöntemlerle dış pazarları kontrol etmek, talep yaratmak için önemli bir çıkış yolu oldu. Ancak 1970'lerden bu yana bu gittikçe daha zor hale geldi. Artık Çin ekonomisi, Amerika'daki talep sayesinde ayakta duruyor. Talep probleminin bir başka çözümü ise fazla üretimin kapitalistlerce yeniden yatırıma dönüştürülmesi. Yani üretim çalışanların tüketimi, kapitalistlerin kişisel tüketimi ve kapitalistlerin yapacağı yeni yatırımlarda kullanılıyor.

Kapitalistlerin dünün üretimiyle bugünün yatırımını yapabilmeleri için kredi almaları gerek. Yani kredi, sermaye birikiminin ve kapitalizmin devamını sağlamak için anahtar rol oynuyor.
Üretimin yeni yatırımlarda değerlendirilebilmesi için üretimin genişleyebileceği yeni üretim alanlarının mevcut olması gerek. Amerika nasıl İngiltere'den sermaye çektiyse, Çin de Amerika'dan sermaye çekiyor. Bu sermaye de yeni fabrikaların açılması için kullanılıyor. Ancak beklentilerdeki bozulmalar ve kredi sistemindeki krizler sermaye dolaşımını sekteye uğratabilir. Temel sorun, yatırım yapılabilecek yeni alanların kısıtlı oluşudur.

Bu bölümde ve bir önceki bölümde anlatılan bariyerlerin birini atlamak için yapılan bir hamle, sermayenin bir başka bariyere çarpmasına yol açabilir. Maaşların düşüklüğünden kaynaklanan talep problemini çözmek için kredi sistemini yaygınlaştırırsınız, sonra kredi krizi çıkar. Sorun çözülmez, yalnızca yer değiştirir.

Sermaye evrimleşiyor

Harvey bir coğrafi bölgedeki insanlık "faaliyetinin" yedi alanda açıklanabileceğini söylüyor.

Bunlar:

1- Teknolojik gelişme

2- Zihniyet algılamaları

3- Doğayla ilişki

4- Üretim ilişkileri

5- Günlük hayat ve türün çoğalması

6- Sosyal ilişkiler

7- Kurumsal yapı/yönetim kurumları

Harvey diyor ki dünyayı anlamak istiyorsanız bunlardan birinin/bir kaçının diğerlerinin belirleyicisi olduğunu düşünmeyin, bunların hepsi aynı anda birbirlerini etkilemekte, değişmekte, dönüşmektedir. Sermaye de dolaşımı sırasında bu alanların hepsine etki eder. Köklü bir değişimin ortaya çıkabilmesi içinse bu alanların hepsinde değişikliklere ihtiyaç vardır. Birbirinden etkilenerek aynı anda evrimleşen bu değişik alanlar göz önüne alınmazsa, iyi niyetli politikalar bile başarıya ulaşamayabilir. İyi haberse değişimi başlatmak için bir alanın tamamen reforme edilmesini beklemek zorunluluğunun olmayışıdır.

İşin coğrafyası
Peki coğrafyalar arasındaki farkların nedeni nedir? Değişik coğrafyalarda kurulan sistemler neden birbirlerinden farklı gelişiyor? Harvey, Jared Diamond'un Guns, Germs and Steel'de ya da Jeffrey Sachs'in The End of Poverty'de yaptığı gibi coğrafi determinizme ya da devletler arasındaki jeopolitik egemenlik savaşlarına inanmıyor. Bunun yerine, kapitalizmin coğrafi gelişimini anlamak için bazı prensipler öne sürüyor: Birincisi, sermaye birikiminin önündeki coğrafi engellerin aşılması gerek. Büyük mesafeler hızla katedilebilmeli ve büyük alanlara, doğaya, pazarlara hükmedilebilmeli. Sermaye dolaşımının daha büyük alanlara yayılabilmesi ve hızlanabilmesi için özellikle ulaşım ve iletişim alanında pek çok teknolojik yenilik yapıldı. Finans merkezlerini bağlayan ağlar üzerinden bir kaç milisaniye içinde devasa miktarda bilgi ve para akabiliyor.

İkincisi, doğal kaynaklara, üretim araçlarına, ucuz iş gücüne ve tüketici piyasalarına yakınlık, kapitalist için büyük önem taşıyor. Kapitalizm, kapitalistlerin bireysel özgürlüğü ve girişimciliği sayesinde sürdürülebiliyor ve hangi girişimin nerede başarılı olacağını önceden tahmin etmenin imkanı yok. Bir girişim bir bölgede başarılı olduktan sonra onu destekleyecek altyapı ve başka şirketler kuruluyor, ancak onun başarısını başından planlamak bir hayli zor. Bu yüzden değişik coğrafyalarda binlerce deneme yapılıyor ve en uygun coğrafyada yapılmış olanı, başarıya ulaşıyor. Rekabet ve krizler, üretim için hep daha uygun, daha karlı coğrafyalar bulunmasını sağlıyor.

...Devam edecek