The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting. Milan Kundera.
Saturday, April 23, 2011
Wednesday, April 13, 2011
ali desidero
Saturday, April 09, 2011
Saturday, March 19, 2011

Wednesday, March 09, 2011
Geçen Eylül ayında gazetecileri eleştiren bir post yazmış, Türkiye'de gerçek anlamıyla araştırmacı gazetecilerin azlığından yakınmıştım. Meğer böyle gazeteciler varmış, ben de Türkiye'ye paraşütle indiğim için yeni tanıyorum onları. Nedim Şener'i, Hanefi Avcı'nın hapse atılmasından sonra sık sık televizyon programlarında görmüştüm. Cengiz Çandar'ı Tayyip Erdoğan'ın İsviçre'de hesabı olmadığına ikna eden, o gerçeği bilen ve haksızlığa tahammül edemeyen insanlara özgü hal vardı üzerinde. Sürekli bildiklerini anlatıp karşısındakini ikna etmeye uğraşıyordu. Tabii ne kadar anlatsan, karşındakinin işine geldiği kadar. Ahmet Şık'ın kim olduğunu ise yeni öğrendim. Radikal'in o ezilenin yanındaki imajını oluşturmasını sağlayan pek çok haber yapmış. Sonra Radikal bordrolarda maaşları düşük gösteriyor, fazla mesaileri vermiyor diye dava açınca işinden kovulmuş. Daha sonra Nokta dergisine girmiş, darbe günlüklerini yayınlayan ekipte yer almış. Ertuğrul Mavioğlu'yla birlikte Ergenekon üzerine kitap yazmışlar.
Şimdi bu iki düzgün gazeteci Silivri'de.
Her İstanbul'a gidişimde, şiddetle akan ışıl ışıl bir nehir görüyor gibi oluyorum. Daha önce gördüğüm şeye yine şaşırıyorum. Her yerde ışıklar, yollar, arabalar, yeni inşaatlar var. Bu nehirle birlikte akmak ne kadar kolay, ne kadar zevkli olurdu diye düşünüyorum. Rüzgarı arkana alınca ilerlemek ne kolay. Ama bu nehir nereye akıyor? Bunu sadece muhafazakarlar aşırı güç kazanıyor, bundan sadece bir çemberin içindekiler nemalanıyor diye söylemiyorum. Bu pırıltının arkasında karanlık bir taraf var, fakirlik var, pislik var. Çöpler var bir yerlere yığılan. Zehirli gazlar var, zehirli kimyasallar var yediklerimize karışan. Tüketilen kaynaklar var. Anlamsız hayatlar var.
Bir de bunları görüp o nehre karşı yüzmeye çalışanlar var.
Tuesday, March 08, 2011
İşler biraz düzgün gitti mi çok sevinip aradaki zorlukları unutmak biz fanilere özgü bir kusurdur. Hatta zorluklar ve sıkıntılar ne kadar büyük olursa, onları aşmaktan duyulan sevinç de kötü hatıralara o derece baskın çıkabilir. Son durumdan memnunsanız o zorlukları çıkaranları "bugüne gelmeme katkısı oldu" diye affedebilirsiniz bile. Ama benim hafızam güçlü olduğu için zorlukları ve onların bana yaşattığı duyguları unutmam, şu anda bile aynen yaşayabilirim. Hem şu son altı aydır yaşadıklarımı buraya yazmak istiyorum, ibret olsun da boşa gitmesin diye.
* İlk mülakatımı, Türkiye'ye döndükten iki gün sonra, işverenlerin kurduğu bir sivil toplum kuruluşunda çalışmak için, A. şirketinin Şişli ofisindeki N. Hanım'la yaptım. Görüşme sırasında az daha uyuyakalan bu hanım, telaffuz ettiğim rakamı "müdürlerin bile almadığını" söyledi. Bu lafını şimdi muhabbetle anıyorum. Ne kadar iyi yalan söyleyebildiğinizi ölçen klasik mülakat sorularını sordu: "En büyük zayıflığınız nedir? İnisiyatif alıp çözdüğünüz bir problemi anlatın."
Ayrıca yakın zamanda bu STK'nın hazırladığı bazı görüşleri, değerlendirmeleri yakından inceleme fırsatım oldu. Fikirlerimi kendime saklamayı tercih ediyorum.
Şirket ofisinin karşı köşesindeki tabldot restoranında çalışan garson ve aşçı beylerin anlattıklarına göre, bu şirkete bankaların mülakatlarına girmek için onlarca genç gelir, öğleden sonraki aşamaya geçebilenler bu restoranda yemek yerler, sonuçları orada beklerlermiş. Garsonla aşçı kafa kafaya verip bu gençlerin haline tavrına bakıp karar verse, ortaya daha sağlıklı sonuçlar çıkar.
* R. haber ajansı, "senior correspondent" arıyormuş. Türkiye büro şefi olan bey, ilana senior correspondent yazmış olmasına rağmen asıl aradığının, mesela bir şirketin finansal sonuçlarını çok çabuk yazabilecek acar finans muhabirleri olduğunu söyledi. B. haber ajansıyla yoğun rekabet halindeymişler. Benim gibi iyi okullardan mezun pek çok muhabir geçmiş ellerinden, bunların kusuru "çok düşünmeleriymiş." Mülakatın üzerinden üç ay geçtikten sonra editoryal teste girdim, meğer henüz açılmamış bir pozisyon içinmiş. Bir daha da kendisinden haber alamadım.
* T. isimli demokrasi savaşçısı düşünce kuruluşunun iyi yönetişim bölümüyle de görüştüm. Daha önce bu blogda eleştirdiğin yerde çalışmayı neden istiyorsun diye sormayın, zaten ağzımın payını aldım. Benimle temasa geçen Ö. Hanım, işe alım sürecini hızlandırdıklarını, bayramdan önceki Cuma günü görüşme için beni beklediklerini söyledi. Aptal aptal fahiş THY biletlerimi aldım, görüşmeye gittim. Ö. Hanım'ın patronu kendisine tam yetki vermiş, sıcak bir görüşme yaptık.
Kasım'da yaptığım görüşmenin sonucunu, Ö. Hanım'ın "sayın başvuru sahibi" diye başlayan E-maili ile Şubat ayında öğrendim. Bu pozisyon için fazla senior'muşum. İyi yönetiştik hep birlikte.
* Bir sonraki İstanbul seyahatimi, R. gazetesinin ekonomi müdürü J. Hanım'la görüşmek için yaptım. R. gazetesi henüz R. gazetesiyle birleşmemişken, şu anda kapanan R. gazetesinin yazı işleri müdürü olan beyle görüşmüştüm. Kendisi muhabir olmamam gerektiğini lisan-ı münasiple anlatmıştı. Neredeyse üç yıl sonra kendisine yine yazınca, akıllanmadığımı söyledi ama E-mailimi J. Hanım'a yolladı. J. Hanım açık pozisyon olduğunu söyleyerek beni görüşmeye çağırdı.
Elimde yapmak istediğim haberlerin listesi, bir süre bir muhabirin masasında J. Hanım'ın yuvarlak masa toplantısından dönüşünü bekledim. Yapmak istediklerimi anlattım, bana bir-iki ay ücretsiz staj yapmam gerektiğini söyledi, İstanbul'da kalacağım yer olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince stajı İzmir bürosunda yapabileceğimi, büro şefiyle konuşacağını söyledi.
Bir kaç gün sonra İzmir büro şefinin kendisinin haberi olmadan değiştiğini, evden yazı gönderebileceksem göndermemi, yoksa açık pozisyon olmadığını söyleyen bir E-mail attı.
* N. Hanım'ın röportajlarını okumuştum; sponsoru, patronu olmadan bağımsız gazetecilik yapabilme özleminden bahsediyordu. Ancak hazırladıkları tablet gazetede henüz kendi haberlerini yapmıyorlardı, yalnızca gün içinde ajanslardan gelen haberleri derliyorlardı. İnşallah yaza doğru freelance çalışan yazarların, muhabirlerin işlerini satın almaya başlayacaklardı.
N. Hanım yazılı basında benim gibi pek çok insanın öğütüldüğünü, müdürlerin kendilerini gölgede bırakır diye iyi muhabirleri işe almadıklarını, kötü dönemlerde pek çok muhabir çıkartılırken, donanımsız olduğu halde daha kıdemli olanların pozisyonlarını koruduklarını anlattı.
* Son olarak, aklıma ana muhalefet partimizde araştırmacı olarak çalışma fikri geldi. Geçen yıl bir konferansta tanıştığım, yeni parti meclisine seçilen beyefendiye güzel bir E-mail yazdım. Seçimlerden önce de, sonra da genç bir araştırmacı grubunun ne kadar işlerine yarayabileceğini anlattım. Kendisi Ar-Ge işlerine bakan sosyolog S. Bey'e yollamış E-mailimi. Bir aydan fazla oldu, S. Bey'den bir yanıt gelmedi. Öyle tahmin ediyorum ki iktidar partimize aynı başvuruyu yapmış olsaydım, çok daha fazla ilgi görürdüm.
Thursday, March 03, 2011
Herkesin artık bildiği gibi Nina, Kuğu Gölü balesinde kuğu kraliçesi rolünü oynaması için seçilmiş bir balerindir. Hayatı aşırı müdahaleci annesiyle birlikte yaşadığı eviyle bale stüdyoları arasında geçmektedir. Nina bu hayatın ne kadar çorak olduğunun farkında değildir; bildiği tek mutluluk balede daha iyi bir performans sergileyebilmektir. Gösterinin kareografı başrolü ona verince bu şansı yakalar, ancak bu rolün hakkını verebilmek için şimdiye kadar görmezden geldiği, bastırdığı "karanlık taraf"ını ortaya çıkarması gerekmektedir.
Nina her taraftan ezilmektedir: Onun için çok fedakarlık yapmış annesi onun bir an için bile sözünden çıkmasına tahammül edemez, kareograf tutkularını açığa çıkarması için "baskı yapar" ve önüne Nina'nın zıttı kişilikte (ve rahatlıkta) Lily'i rakip olarak koyar, eski baş balerin (ve kareografın eski sevgilisi) Beth Nina'yı kareografı baştan çıkarmakla suçlar ve kendini bir arabanın önüne atar, Lily bir yandan Nina'ya dostane davranırken diğer yandan kareografın kendisine gösterdiği ilgiyi kabul etmekten çekinmez... Yani Nina, bir Mahsun Kırmızıgül filmi karakteri (ya da bir laboratuvar faresi) gibi dünyadaki tüm dertlerden muzdariptir.
Dünyayı Nina'nın gözünden izlediğimiz için, bir yerden sonra gerçek halüsinasyonlara karışıyor. Mesela Lily, annesi ya da kareograf aslında Nina'nın düşündüğü kadar Nina'ya düşman mı bilemiyoruz. Gerçi filmde neyin gerçek, neyin sanrı olduğu eninde sonunda açığa çıkıyor, dolayısıyla gerçek olmadığı açıkça belli olmayan bir sahne de acaba sanrı mıydı diye paranoya yapmaya gerek yok. Film bize düşündürmek istediği kadar derin değil bence. Hatta bütün o şüpheyle ve efektlerle olmadığı kadar derinmiş gibi gözükmeye çalıştığı için, filmin dürüst olmayan bir yanı var. Delilik, subjektifliği ve anlaşılmazlığıyla izleyiciyi hem korkutan, hem merakla kendine çeken karanlık bir çekim alanı ve yönetmen Darren Aronofsky, bu etkiyi kötüye kullanmış.
Filmde kuşkusuz gerçek bir yan da var ve filmi izleyen bütün kadınlar ve genç kızlar Nina'yı (değişik derecelerde) anlayabilirler. Mesela Nina'nın gittikleri barda Lily'nin rahatlığına hayretle baktığı gibi ben de bazı hemcinslerimin gamsızlığına hayret ve kıskançlıkla bakmışımdır. Nina'nın etrafındaki herkes kişiliğini özgürce (ve düşüncesizce) yaşar ve zavallı Nina'ya yaşatırken, Nina mükemmel performansı gösterebilmek için mükemmel olmayan tarafını açığa çıkarmaya "zorlanıyor." (Buradaki ironi, daha önceki bir postta yazdığım "belki de en mantıklı olan insanın duygusal tarafını hesaba katması" tespitiyle paralellik taşıyor.) Sanki Nina, dünyadaki kötülüklerin ve düşüncesizliklerin altında ezilmektedir, bir türlü onlara karşılık verememektedir. Kimse Nina'nın niye böyle olduğunu ve kendisinin bu durumdaki payını düşünmüyor, Nina'yı anlamaya çalışmıyor. Ece Temelkuran'ın şu yazısında söylediği gibi, belki de Nina'nın ihtiyacı olan şey sevgi ve kimse Nina'yı onun ihtiyaç duyduğu kadar çok ve koşulsuz sevmiyor.
Filmde annenin ve kareografın Nina üzerinde kurduğu tahakküm, bana Çoğunluk'ta babanın oğlu üzerinde kurduğu tahakkümü hatırlattı. İlişkilerde bir tarafın diğeri üzerinde kayıtsız şartsız tahakküm kurması, bunu hakkı bilmesi haksızlık. Hiç bir ilişkinin doğası, bu haksızlığı haklı çıkarmaz. Buna popüler kültürde gittikçe daha çok dikkat çekilmesi olumlu. Ancak bize sözünü dinleten herkesten nefret etmeden önce şunları düşünmekte yarar var: Birincisi, bir tarafın diğerinden güçlü bir konum almasını haklı çıkaran nedenler, durumlar olabilir. Her ilişkinin her zaman demokratik olması beklenemez. İkincisi, güçlünün güçlülüğü, aynı zamanda zayıfın zayıflığı demektir. Gönül ister ki her ilişki pür sevgi ve saygı çerçevesinde yürüsün, reel olarak güçlü olan zayıfın haklarına saygı göstersin. Ancak maalesef dünya böyle bir dünya değil. Dolayısıyla zayıf olan taraf ya güçlenmek, kişiliğini ve haklarını savunmak, ya da ilişkiyi terketmek durumunda. Bazen böyle bir seçenek olmadığını biliyorum, ama bazen de var. Önemli olan zayıfın bunu farketmesi.
Monday, February 21, 2011
"Sermayenin Gizemi"
Sermaye Pazara Çıkıyor
Sermayenin önündeki son engel, bir ürün ya da hizmetin pazara çıkarıldığında alıcı bulup bulamayacağı sorusu. Büyük insan gruplarının isteklerini, ihtiyaçlarını ve arzularını "oluşturmak" için büyük bir çaba harcanıyor. Ancak bunu reklam sektörü tek başına başaramaz. Asıl önemli olan, sürdürülebilmesi için belli bir ürün ve hizmetler topluluğuna gereksinme duyan bir günlük hayatın koşullarının oluşturulmasıdır. Söz konusu olan sadece arabalar, evler, benzin, yollar ve alışveriş merkezleri değil, aynı zamanda çim biçme makinaları, buzdolapları, klimalar, perdeler, mobilyalar, elektronik cihazlar ve tüm bunların bakımıdır. Banliyö hayatı pek çok isteği ihtiyaca dönüştürerek sonsuz sermaye birikimi için alan yaratmıştır. Tüketicinin ruh hali ve güveni, kapitalizmin sürdürülebilmesi için hayati önemdedir.
Düşük maaşlar nedeniyle iç talebin yeterli olmadığı yerde sömürgeleşme gibi yöntemlerle dış pazarları kontrol etmek, talep yaratmak için önemli bir çıkış yolu oldu. Ancak 1970'lerden bu yana bu gittikçe daha zor hale geldi. Artık Çin ekonomisi, Amerika'daki talep sayesinde ayakta duruyor. Talep probleminin bir başka çözümü ise fazla üretimin kapitalistlerce yeniden yatırıma dönüştürülmesi. Yani üretim çalışanların tüketimi, kapitalistlerin kişisel tüketimi ve kapitalistlerin yapacağı yeni yatırımlarda kullanılıyor.
Kapitalistlerin dünün üretimiyle bugünün yatırımını yapabilmeleri için kredi almaları gerek. Yani kredi, sermaye birikiminin ve kapitalizmin devamını sağlamak için anahtar rol oynuyor.
Üretimin yeni yatırımlarda değerlendirilebilmesi için üretimin genişleyebileceği yeni üretim alanlarının mevcut olması gerek. Amerika nasıl İngiltere'den sermaye çektiyse, Çin de Amerika'dan sermaye çekiyor. Bu sermaye de yeni fabrikaların açılması için kullanılıyor. Ancak beklentilerdeki bozulmalar ve kredi sistemindeki krizler sermaye dolaşımını sekteye uğratabilir. Temel sorun, yatırım yapılabilecek yeni alanların kısıtlı oluşudur.
Bu bölümde ve bir önceki bölümde anlatılan bariyerlerin birini atlamak için yapılan bir hamle, sermayenin bir başka bariyere çarpmasına yol açabilir. Maaşların düşüklüğünden kaynaklanan talep problemini çözmek için kredi sistemini yaygınlaştırırsınız, sonra kredi krizi çıkar. Sorun çözülmez, yalnızca yer değiştirir.
Sermaye evrimleşiyor
Sevdiği, tanıdığı biri faili meçhul cinayete kurban gitmiş, kaybedilmiş ya da haksız yere hapse atılmış biri, hayatının geri kalan kısmını bir bilgi almaya, bir belirsizliği gidermeye, sevdiğini kurtarmaya, o haksızlığı yapanların bulunup cezalandırılmasına adayabilir. Vurulup vurulup yara almayan bir deve sürekli yumruk atar, her yumrukta o devin canını acıtamadığını, sadece kendi canını yaktığını bile bile yumruk atmaya devam eder. Harcadığı o zaman ve enerjiyle çok daha güzel işler yapabilirdi oysa. Yazılar yazabilir, bilimsel çalışmalar yapabilir, şarkılar besteleyebilir, insanların hayatlarını güzelleştirebilirdi. Ama bütün bunlar, bazı ülkeler için lükstür. Haksızlıkları göre göre yaşayamayan insanlar, hayatlarını bir yanlışı doğruya çevirmeye adar.
Haksızlıkları gören insan, onları görmezden gelerek hayatına devam edebilmek için bir çok mazeret bulabilir: Zaten o dev yara almıyordur, onunla savaşmak kendi hayatını riske atmaktan başka bir şey olmayacaktır. Yazıktır bunlarla sinirini bozmak, vaktini harcamak, iktidar sahiplerinin oyunlarına hayatını kurban etmektir! Okulun popüler, cüsseli grubunun laf attığı çocuk gibiyiz: Tahriklere gelmeyelim, onları duymazlıktan gelelim, işimize gücümüze bakalım.
Ama o zaman her şey böyle sürer gider.
Aşk'ın reva görüldüğü kesitleri sıralamak güç değildir: I. Gençler (gençtir, geçer). II. Magazin dünyası (saç rengi değiştirir gibi heyecan odağı değiştirme 'yeti'sine sahip olanların oluşturduğu özel katman). III. Çizgidışı bireyler (Dostoyevski'nin, Nietzche'nin, Sloterdijk'in yüklediği anlam katsayısıyla 'Budala' sınıfına girenler). Patoloji kontenjanını böyle sınırlıyor kontrat, "öteki"leri normal'in çerçevesi içine çağırıyor.
Enis Batur, Haneberduş, sf. 76
Kafayı boşa almayın!
Geçen yaz birisi bana ne kadar mantıklı olduğumu söyledi, hep öyle olmamı salık verdi. O sırada hayatımdaki en mantıksız dönemi yaşadığımdan bu laf sonradan bana çok ironik gözüktü. Sonradan insanın mantığına ne kadar güvenmesi gerektiğini düşündüm. Kuşkusuz mutlu olabilmek için duygusal gereksinimlerimize de bir söz hakkı tanımamız gerekiyordu, ne kadar mantıksız gözükseler de. Asıl böyle yapmak daha mantıklı olurdu. Böyle iyimser ve salak bir şekilde, gene kafayı yokuşaşağı boşa almış düşünürken, şu ulvi hislerin sömürüldüğü bir başka alan geldi aklıma: Dinler de, insanların mantıklarıyla veremediği cevapları vermeyi, onları tehlikelerden korumayı, hayatlarına kısa yoldan bir anlam katmayı vaad etmiyorlar mıydı? Mantığın susturulduğu yerde insan her türlü sömürüye açık hale gelmiyor muydu? Dinler bizi koruyordu, kolluyordu, en çok da şu lanetli özgürlüğümüzden, karşılığında da biat etmemizi istiyorlardı. Evet, duygular sömürülmeye çok açıktı.
İki Pazardır Dr. Alper Hasanoğlu'nun Radikal Hayat'taki yazılarını okuyorum. Bu Pazarki Seküler din aşk, seküler Tanrı maşuk yazısına çok hak verdim. Şöyle diyor Hasanoğlu:
...Animistik düşüncenin anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan boşluğu Tanrı düşüncesi doldurdu. Peki Tanrı’dan ne bekleniyordu? İnsana en azından bir korunma ve emniyet hissi vermeliydi Tanrı ve hayata da bir mana. Ama bunun karşılığında onun sözlerine değer vermeli, buyruklarını yerine getirmeliydi. O seven ve cezalandırandı, iyi ve acımasız olandı, adil ve karar verendi. Yani babaydı. Ona bağlanabilmek, insani sınırlılığı aşabilmek demekti.
Ama insanın, ‘ben’inin sınırlarının ötesine geçmesini Tanrı bile sonsuza kadar mümkün kılamadı. Aydınlanmayla birlikte Tanrı da tahtından indirildi ve hükümranlık insanın eline geçti. O andan itibaren her şeyin yapılabilirliğine dair inanç hayata hakim oldu.
* * *
Var olabilmek için yalnızca kendine, kendi yetilerine ve ürettiklerinin gücüne güveniyordu insan. Ama bu tümgüçlülük fantezisi ortaya çıkan varoluşsal boşluğu doldurmuyordu. Devasa ilerlemelere, bütün kazanımlara rağmen insan gün geçtikçe daha çok çaresizlik, korku ve tek başınalık duyguları altında ezilip acı çekiyordu.
Varoluşun manası ‘Sen’
Bu kaybolmuşluk duygusu içinde insanın en önemli hedefi, başka bir insanla birleşebilmek, onunla bir olabilmek olarak tezahür ediyordu. Belki de Öteki‘yle sınırlardan kurtulmak mümkün olabilirdi. “Bu dünyada kendimi yücelmiş hissedemeyeceksem, hiç olmazsa sende yüceleyim, seninle yüceleyim.“ Böylece özne olarak “Sen“ varoluşun manası olmaya başladı. Aşkın bu romantik tasavvuru sayesinde insan tekrar kendini merkeze koymaktan vazgeçiyor ve kendi sınırlılığını aşabilmek için ‘kutsal’ bir varlığa yöneliyordu.
Böyle baktığımızda insanın bütün mantıkdışılığına rağmen niçin ötekine sımsıkı bağlı kalmaya çabaladığını, maşuktan kaynaklanan hayal kırıklıklarının neden bu kadar derin yaralar açtığını ve buna rağmen neden yine ve yine denemeye devam ettiğini anlayabiliyoruz.
Kaybolup giden Allah aşkının seküler tezahürü olan insana duyulan aşk, ilişkide maşukla bir olma hali, o büyük güvencenin tekrar yerine konabilmesi olasılığı, bizi Frankl’ın tarif ettiği varoluşsal vakumdan koruyabilecek yegane şeymiş gibi görülüyor. Maşuk seküler Tanrımız oluyor böylece. Günümüz modern yaşamı kendine yetmeyen, anne-babanın yardımı olmadan uzun süre hayatta kalmayı bile başaramayan insan tekinin doğal olarak var olan yetersizlik duygusunun daha da pekişip narsistik bir yapının ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Ben bu durumda Adler’in “toplumsallık duygusunun” önemli bir alternatif olabileceğini düşünüyorum.Toplumsal bir varlık olarak içinde bulunduğumuz toplulukla özdeşleşebilmeyi, o topluluk için bir şeyler yapabilmeyi tekrar keşfedersek seküler Tanrımız maşuka bu kadar çok anlam yüklemekten sıyrılıp kendimizi daha özgür hissetmemize olanak sağlayacak, daha az bağımlı, daha az korku dolu bir ilişki yaşama şansına kavuşabiliriz. Böylece Fromm’un dediği gibi maşuku Tanrı konumundan insan konumuna indirip şunu deme şansına kavuşuruz: “Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var. Bir yaradana, beni sınırlılığımdan çıkaracak bir güce ihtiyacım olduğu için seviyor değilim seni."
Hasanoğlu geçen hafta da Erkekliğin Krizi yazısında şöyle diyordu:
Bu hafta Alman haber dergisi Focus’ta erkekliğin yıllar içinde ne yönde değiştiğine dair bir araştırma yayımlandı. Günümüzde kadın 1970’li yıllardan farklı olarak erkeğin para kazanmasının yanında, evde çocuğa bakmasını da istiyor. Ayrıca erkek tarafından korunmayı ve iş hayatında desteklenmeyi talep ediyor. Günlük hayatın süpermeni olmasını istiyor erkekten. Oysa 1970’lerin ortalarına kadar erkeğin kimlik tanımı oldukça basitti ve bu da oryantasyon kolaylığı sağlıyordu. Ailesini besleyen, koruyan, emniyet ve güveni sağlayan taraftı erkek.
Son 30 yıl kadının başkaldırısı ve özgürleşmesiyle geçti, erkek de bu durumu şaşkın şaşkın izlemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi de toplumdaki yerini ve rolünü yitirmiş olmanın telaşıyla ne yapacağını bilemiyor. Maço mu olsun, yumuşak mı, kariyer peşinde mi koşsun yoksa iyi bir ev erkeği mi olsun? Kadın hepsi olsun istiyor ve bir zamanlar bilgeliği, gücü temsil eden erkek bugün savaş düşkünü ve çocuk tacizcisi olarak görülüyor. Erkek artık kendini nerede, ne olarak konumlayacağını bilemiyor ve kimlik krizi yaşıyor.
...Erkek, uygarlığın temelini oluşturan karşılıklılık ve merhamet duygularını kadınsılıkla karıştırıp bilimsel ve teknik alandaki becerileriyle ilişkilerdeki erk kaybını telafi edebileceği yanılgısı içinde. Bu nedenle de kadının arkasından umutsuzca ve bir oğlan çocuğu şımarıklığıyla nefes nefese koşup duruyor.
Olgunlaşmamış bir erkekliğin en büyük takıntısı şudur: “Acıdan kaçmanın tek yolu durmadan galip gelmektir, çünkü zafer duygusunun verdiği güç beni yok olmaktan korur!” Halbuki erkeğin, durmadan üstün gelmenin tek getirisinin ötekinin düşmanlığını pekiştirmek olduğunu görmesinin zamanı çoktan geldi. Mutluluğun güçten geçtiğiyle ilgili yanılgının düzeltilmesi ve ‘Öteki kendini iyi hissederse ben de kendimi iyi hissederim’le yer değiştirmesi gerekiyor.
Kadının erkekten dayanıklılığı öğrendiği kadar, erkeğin de kadından ilişki kurma becerisini ve duyarlılığı öğrenmesi gerek. Erkek kendinden emin olduğu eski günlerine dönmek ve yaşadığı krizi bir şansa çevirmek istiyorsa merhamet ve anlayış duygularını içselleştirmeyi başarmak zorundadır.
Bu ikinci alıntıyı da yapmamın bir sebebi vardı elbet. Hadi itiraf edelim, kendine güvenli, kararlı, mücadeleci erkeklerden hoşlanıyoruz. Kendimizi böyle birinin yanında güvende, daha güçlü hissediyoruz. İlişkinin başında, bu insanın ilişki içinde de bu özellikleri sergileyeceğini, bizi tahakkümü altına almaya çalışacağını öngöremiyoruz, görmezlikten geliyoruz. Sonra o mantıksızlık dalgası geçtiğinde, geri alamayacağımız sözler verdikten, sorumluluklar aldıktan, zaman harcadıktan sonra durumu anlıyoruz ama, artık çok geç olmuştur.
Bütün o baygın filmler, diziler, kitaplar ve şarkılar, o korunaksızlığımızı ve güvenlik arayışımızı sömürmek için. İlişkinin hiç bir anında mantığın şalterini kapatmamak gerekir. Bu demek değildir ki sevgi, paylaşım, dostluk olmayacak, beraber bir şeyler inşa edilmeyecek. Ama insan soğukkanlılığını, bağımsızlığını asla kaybetmemeli.
Tuesday, February 15, 2011
"Sermayenin Gizemi"
Sonunda ünlü coğrafyacı David Harvey'nin The Enigma of Capital (Sermayenin Gizemi) kitabını bitirebildim. Kitaptaki tespitlerin önemli ve doğru olduğunu düşündüğüm için kısa kısa buraya yazmak istiyorum.
Asıl sorun
Dünya ekonomisinin sağlıklı sayılabilmesi için yılda en az yüzde üç büyümesi gerekiyor. Kapitalistler pazar paylarını kaybetmemek ve ellerindeki sermayenin değer kaybetmesini önlemek için yarattıkları yeni sermayeyi yatırıma dönüştürmek zorundalar. Harvey'e göre kapitalizmin her gün yeniden cevabını vermesi gereken soru, "sermaye fazlasının nasıl kullanılacağı," yani sermaye fazlasının yatırılabileceği yeni karlı alanların nasıl bulunabileceği.
Krizin ortaya çıkışı üzerine...
1970'lerden beri maaşlı çalışanların eli, sermaye sınıfına göre büyük ölçüde zayıfladı. Maaş gelirlerindeki reel artış, sermaye sınıfının gelirlerindeki artışın çok altında kaldı. Bu durumun sebepleri arasında yurtdışından ucuz işçi getirilmesi, iş gücü tasarrufunu sağlayan teknolojilerin gelişimi, sermayenin iş gücünün ucuz olduğu yerlere gidebilmesi var. Gelişen ulaşım ve iletişim ağları ile gümrük vergileri ve kotaların azaltılması bu süreci mümkün kıldı. Dünyanın her yerinde kadınların ve kırsal nüfusun iş gücüne dahil olması da iş gücünün büyümesine ve ucuzlamasına yol açtı. Ana hedefi enflasyonu kontrol etmek olan neoliberal doktrin, çalışanların pazarlık gücünü iyice zayıflatan bir işsiz ordusunun oluşmasının zeminini hazırladı.
Maaşların düşmesi, pazarların daralması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. Bunun çaresi de kredileri yaygınlaştırmakta bulundu. Emlak piyasalarında hem arzı, hem talebi finansal kurumlar finanse ve kontrol eder hale geldi. Bankalar kredi risklerini üzerlerinden atacak araçlar geliştirdiler. Değişik ülkelerin bankacılık sistemleri birbirine bağlandı. Gelişmiş ülkelerde karlı yatırım alanları bulunamadığında, sermaye gelişmekte olan ülkelere yöneldi. IMF, gelişmekte olan ülkelerin ipleri sıkı tutup borçlarını ödeyebilmesi için kuruldu. Ödenmeyen borçların devlet kaynaklarından finanse edilmesi, "yatırımcı güveninin" sağlanmasının tek yolu olarak görüldü. Çoğu zaman seçim kampanyalarını da finanse eden yatırımcıları ürkütmek, siyasetçilerin en büyük korkusu haline geldi.
Sermaye sınıfı sadece üretime yatırım yapsa belki bunun istihdamı artıracağı ve gelirin alt sınıflara "damlayacağı" varsayılabilirdi. Oysa sanayide yoğun rekabet sonucu düşen kar marjlarının etkisiyle sermaye sahipleri spekülatif şekilde varlıklara, yani borsaya, emlağa, emtia piyasalarına ve sanata yatırım yapmaya başladı. Özelleştirmeler de önemli ölçüde yatırım çekti ve yeni milyarderler yarattı. Yeni yatırım kanalları oluşturabilmek için karmaşık finansal araçlar icat edildi ve finans sistemi, reel ekonomiye kıyasla çok daha büyük bir hızla genleşti. Reel ekonomide faaliyet gösteren büyük şirketler, ürettikleri mallardan çok finans piyasalarındaki faaliyetlerinden para kazanmaya başladılar. Düzenleyiciler ise gittikçe karmaşıklaşan finans piyasalarını takip edemez hale geldiler.
Sermaye birikiyor
Sermaye üretim döngüsünü ne kadar hızlı tamamlarsa, o kadar çok kar yaratır. Sermayenin dolaşımının sekteye uğraması halinde sermaye değer kaybeder. Bu nedenle sermayenin dolaşımı sırasında aşması gereken mesafenin daha kısa sürede katedilmesi ve karşılaştığı zorlukların azaltılması gerekir. Harvey, sermayenin karşısına çıkan altı tane engelden bahsediyor: i) Yetersiz başlangıç sermayesi; ii) İş gücünün yokluğu ya da iş gücü ile ilgili siyasi zorluklar; iii) Doğal limitler de dahil olmak üzere üretim araçlarının yetersizliği; iv) Uygun olmayan teknoloji ve organizasyon şekilleri; v) İş gücünün direnişi ya da verimsizliği; vi) Talep yetersizliği.
18. yüzyılda yükselen burjuva sınıfı, başlangıç sermayesini devlet sınırları içinde kapitalist öncesi grupların mal varlıklarına el koyarak, dışarıda ise sömürgeci ve emperyalist politikalarla elde etti. Özellikle "kamu borcu"nun ortaya çıkmasıyla birlikte, devlet ve finans kesimi arasında sıkı bir bağ oluştu. Bu bağ, IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Uzlaşmalar Bankası, OECD ve G20 gibi uluslararası kuruluşlarla küreselleşti. Yönetimlerinin teknokratik ve elitist yapısı nedeniyle, bu kuruluşlar ve Merkez Bankaları kapitalizmden şikayeti olanların tepkilerinin önemli hedeflerinden biri haline geldi.
Yasadışı yolları bir kenara bırakırsak, bugün de sermaye birikimini hızlandırmanın yasal yolları mevcut: Özelleştirme, kamulaştırma, satın alma ve birleşmelerden sonra yapılan varlık satışları ("asset stripping") ve iflas eden şirketlerin emeklilik ve sağlık sigortası yükümlülüklerini yerine getirememesi gibi. Kriz sırasında düşük değerle satılan varlıklara da spekülatörlerin "el koyduğu" düşünülebilir. Kapitalizmin işleyişini sağlayan demiryolları gibi büyük altyapı yatırımlarının yapılabilmesi için ise birden çok kaynaktan sermaye toplamak gerekiyordu ve bu da kredi sistemiyle mümkün oldu.
Sermaye çalışıyor
Sermayenin bir de üretim aşamasında karşılaşabileceği engeller var. Yukarıda anlattığım gibi, iş gücünün yaratabileceği sorunlar son otuz yılda büyük ölçüde aşıldı. İş gücü havuzu, kapitalizmin büyümesine rahatça hizmet edebilecek şekilde genişledi. İş gücü piyasalarının kuralları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, kapitalistler bu engelleri de çoğu kez rahatça aşabiliyorlar. Örneğin hızlı nüfus artışı, bir ülkedeki sermaye birikiminin hızlanmasını sağlıyor.
Kapitalistler, iş gücünü çalışanları birbirleriyle ve işsizlerle rekabet içine sokarak kontrol ediyor. Dolayısıyla çalışanlar ve işsizler birbirlerine ne kadar yabancılaşırlarsa, kapitalistler için o kadar iyi. Çalışanlar arasında cinsiyet, ırk, etnik köken, kast, siyasi görüş ve din açısından ayrımlar ne kadar belirginleşirse, çalışanların dayanışma riski o kadar azalıyor. İş gücünün üst katmanlarında ise, bu "Tanrı vergisi" ayrımlar rekabetin önlenmesine ve hiyerarşik düzenin kurulmasına hizmet ediyor. Cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık, çok büyük grupları en alt basamaklardaki düşük gelirli ve güvencesiz işlere mahkum ediyor.
İş gücünün sermaye sınıfına zorluk çıkarmaması için devletlerin de yapması gereken çok şey var elbette. Örneğin gıda ve ucuz tüketim mallarının desteklenmesi ve eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, ucuz ve kaliteli iş gücü için gerekli.
İş gücü sorunu aşılsa bile, üretim yapılabilmesi için gerekli olan diğer girdilerin (enerji, ham madde, ara mallar, makine, fabrika, altyapı ve ulaşım gereksinimleri) arzının sürekliliği çok önemli. Yani kapitalist sistemin, kendi devamlılığı için gereksinim duyduğu koşulları sürekli olarak yaratması gerekiyor. Rekabet koşullarının düzenlenmesi ve malların dolaşımına yönelik engellerin kaldırılması, tedarik akışının kesintiye uğramaması için hayati önem taşıyor. Bu yüzden IMF ve Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelerde yolsuzluk ve kanunlardaki belirsizliklerin ortadan kaldırılarak "yatırım ortamının iyileştirilmesi"ni salık veriyor sürekli. Kapitalizmin sağlıklı olması için tüketim ve yatırım malları üreten sektörlerin denge içinde olması gerekiyor.
Tabii üretim için gerekli olan tedarik akışının sağlanabilmesi için en temel gereklilik, doğal kaynakların sürekliliği. Harvey burada doğal kaynakların şuursuzca tüketilmesinin ve iş gücünün zayıflatılmasının kapitalizmin sürekliliği için aynı ölçüde zararlı olduğunu söylüyor, ancak kısa vadeli düşünen kapitalistlerin bunu anlamaya niyeti yok! Doğal kaynakların tüketilmesi ve yoğun atık üretimi, kapitalizmin yarattığı ve sürekliliğini tehlikeye düşüren en önemli sorunlar. Doğal kaynaklardaki kıtlığın önüne, prensipte teknik, sosyal ve kültürel değişikliklerle geçilebilir. Ancak kapitalizm çoğu kez doğaya zarar veren kültürel tercihleri (et ağırlıklı beslenme, gelişmiş ülkelerin banliyölerindeki yaşam gibi) dönüştürmeye çalışmaktansa, teşvik ediyor.
Dünyadaki ekolojik dengeler öyle karmaşık ki, küçük değişikliklerin bir bütün olarak nelere sebep olacağını kimse bilemez. İnsan faaliyetinin çevreye, iklime ve insan sağlığına zararları ancak yıllar sonra tam olarak anlaşılabiliyor. Bu zararlar ve doğal kaynakların sınırları anlaşıldıkça, çevrecilik de kapitalizm karşıtı hareketler arasında sivriliyor.
Harvey, geçmişte de pek çok kez olduğu gibi kapitalizmin doğal kaynaklardaki kısıtları aşabileceğini iddia ediyor. Hatta yeni ve çevreci teknolojiler, kapitalistlere sermaye fazlasının yatırılabileceği yeni alanlar sunuyor. Ancak kapitalizmin bu sınırları aşmak için (lobilerin baskısıyla) seçtiği yöntemler de, korkunç yan etkilere gebe olabilir. Önemli bir örnek, ethanol üretimi için verilen destekler. Harvey gıda fiyatlarındaki artışı, tarım alanlarının ethanol üretimine ayrılmasına bağlıyor. Petrol fiyatlarındaki oynaklığı da petrol üretimindeki reel kısıtlardan çok, spekülatif piyasaların yarattığını düşünüyor. Petrol fiyatları yükseldiğinde, daha önce işletilmesi imkansız alanlar açılabiliyor. Krizlerin oluşmasında, doğal kıtlıklar kadar kapitalistlerin bu kıtlıklara verdikleri tepkiler de rol oynuyor.
Sermayenin çok önemli bir kısmı "ikinci doğanın" inşa edilmesine, yani yapılaşmaya, şehirleşmeye ve altyapı yatırımlarına harcanıyor. Çoğunlukla krediyle yapılmış bu yatırımların bir krize yol açmaması için verimli bir şekilde kullanılmaları gerekiyor.
Son olarak, kapitalizmin sürdürülebilmesinde teknolojik yaratıcılığın rolü yadsınamaz. Yoğun rekabet ortamında başlarını suyun üstünde tutmaya çalışan kapitalistler, sayesinde o çok ihtiyaç duydukları sıçramayı yapabilecekleri, maliyetlerini düşürecek buluşların, pazarlayabilecekleri yeni ürünlerin peşindeler. Sadece şirketler değil, devletler de bu yarışın içindeler. Kapitalizmin devamı için finans sektörüyle iş birliği içinde olan devlet, reel sektörü de stratejik sektörlerde Ar-Ge faaliyetlerini finanse ederek destekliyor. Ancak sürekli yapılan yenilikler, bir önceki "nesil" ürünlere yapılan yatırımın boşa gitmesine, pek çok insanın işsiz kalmasına yol açabiliyor.
Sermaye fazlası, spekülatif şekilde "inovasyon dalgaları"na yatırım yapıyor. Harvey, şu anda hızlanan yatırımlara bakarak bir sonraki balonun biyotıp, genetik mühendisliği ve yeşil teknolojiler alanlarında oluşacağını tahmin ediyor. Her inovasyon dalgasında hakim sınıf da el değiştiriyor.
Teknoloji ve bilim karmaşıklaştıkça, bu alanlarda uzman olanların üzerimizde kurduğu tahakküm sağlamlaşıyor. Kendimizi pek çok alanda uzmanların eline teslim etmek zorundayız, ancak uzmanların bu uygulamalarının sonuçlarına ne kadar hakim olduğu, kamusal yarara ne kadar önem verdiği bir muamma. Son ekonomik krizde yaşanan da buydu aslında. Kısaca, kapitalizm teknolojik gelişmenin mümkün kıldığı bir "yaratıcı yıkım" döngüsü sayesinde sürdürülebiliyor.
Devam edecek...
Saturday, February 05, 2011
Tuesday, February 01, 2011
Bu blogu şu sıralar kimse okumadığına gore rahat rahat içimi dökebilirim.
Tam olarak altı aydır işsiz olan birisi olarak söyleyebilirim ki işsizlik insanın içini kurutan bir şey. Ki bunu ben söylüyorum, ev geçindirmek, kira ödemek zorunda olmayan, görece olarak kariyerinin başında olan ben. İşini, Londra’daki hayatını beğenmediği için kendi isteğiyle bırakmış olan ben. Meğer çoğu insanın payına düşenden çok daha fazlasına sahipmişim. Çalıştığım şirket matah bir yer değildi, ama meğerse bu, yani insana, emeğe değer verilmemesi normalmiş. Anladım ki insanların yüzde doksanı, eğitimleri ne olursa olsun, buldukları işi yapmak zorundalar. Hem de çok az paraya, hala yıllarca ailelerinden destek alarak, gece gündüz çalışarak. Aktif olmak, sosyalleşebilmek, hayatını idame ettirecek kadar para kazanabilmek tek beklenti.
Bu altı ayı tabii ki bir şekilde geçirdim: Türlü türlü iş başvuruları, doktora başvuruları, görüşmeler, sınavlarla. Araba kullanmayı öğrendim. Manikür yaptırmaya başladım. Türkiye’yle ilgili uzakta olmanın getirdiği tüm romantik fikirlerden kurtuldum. Buna karşılık çalışırken ah işe gitmek zorunda olmasaydım ne kitaplar okur, neler yazardım dediklerimin hiç birini yapamadım. Ne ilham, ne sabır bulabildim. Onun yerine bol bol televizyon izleyip, Internette ne bulursam okuyup zaman öldürdüm. Öfkeli biri haline geldim. Kendime, işverenlere, bana haksızlık yaptığını düşündüğüm insanlara, hükümete, pragmatist liberallere (hükümetle yolumuz kesişmiş olabilir, pişman değiliz!), trafikteki şoförlere, kafeleri dolduran gençlere, en yakınımdakilere tahammül edememeye başladım. Güzel şeyler yapan, üreten, güzel şeyler söyleyen insanların varlığına hem sevindim, hem onlara gıpta ettim. Gerçi pek bir işe yaramıyorlar gibi geldi, kendi gibilere bir nefes aldırmaktan başka. Adi şeylerin bu kadar prim yapıp, düzgün, kaliteli olanın farkına varılmamasına çok kızdım. Farkına varılacak biri olmadığım için kendime kızdım. Hayal etmediğim kadarıyla mutlu olamadığım, sabredemediğim, koşullara uyamadığım için yine kendime kızdım. Gittikçe kızgın, her şeyden şikayet eden yaşlı teyzelere benzemeye başladım. Güya ben uzaklarda bu ülke hakkında ahkam kesip rahat bir hayat süreceğime gelip faydalı bir şeyler yapacaktım! Sevgili başbakanımızın deyimiyle yük almak bir yana, yük olup çıktım. Anladım ki insanın işleri iyi giderken iyi bir insan olması kolay da, işleri kötü giderken iyi bir insan olması çok zor. İşleri iyi giden insanların ezici çoğunluğu da iyi ve düzgün olmadığına göre, Türkiye’deki iyi ve düzgün insan sayısının azlığına şaşmamak gerekiyor.
Şu sıralar aklıma hep Kara Kitap’taki Rüya ve Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun geliyor. Kara Kitap’ta Galip ne demişti kaçkın karısı Rüya’nın ardından: “Hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine.” (sf. 326) Füsun da Kemal’in ve hepimizin beklediği o mutlu sona razı olmamıştı, kafaya alındığını anlayıp sonunda. Halbuki o Kemal’in hayran kaldığı kuş resimlerini yapıp vakit öldürürken bile hep inanmıştı günün birinde bir film yıldızı olacağına.
Friday, January 28, 2011
Can Dündar, Özdemir Sabancı'yı öldüren, sonra kendisi hapishanede öldürülen Mustafa Duyar'ın eşi ile röportaj yapmış. Röportajın bir yerinde Semra Duyar, eşinin Almanya'da Abdi İpekçi suikastinin azmettiricisi Yalçın Özbey ile aynı evde saklanmaktan duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. Anlaşılıyor ki bu cinayetlerin arkasındakiler, minareye göre kılıf buluyormuş: Eğer yok edilmesi gereken kişi patronsa solcu katil, sol görüşlü gazeteciyse sağcı katil bulunuyor, işin asıl sebebini bilmeyenlere, katiller de dahil, inanabilecekleri bir hikaye sunuluyormuş. Zaten Mustafa Duyar'ın hikayesini okuduğunuzda, insanların tutunacak bir dal arayışı içinde nasıl kolayca katil olabildiğini görüyorsunuz.
Saturday, January 15, 2011
Wednesday, January 12, 2011
Diyelim ki doktorsunuz. Acil servise korkunç şekilde bıçaklanmış, kan kaybından ölmek üzere olan bir adam geliyor. İçinizden onu bıçaklayanlara karşı bir öfke yükseliyor. Dur şunlar adam öldürmekten müebbet hapse girsinler diye hastayı ölmeye terk eder misiniz? Böyle bir şey yaparsanız doktorluk mesleğinde barınabilir misiniz?
Hizbullah sanıklarının da içinde bulunduğu tutukluların salıverilmesi olayının, yargı reformu ve davaların bu kadar uzun sürmesinde sorumlunun kim olduğu tartışmalarından tamamen bağımsız değerlendirilmesi gerekir. Hükümet, büyük ihtimalle yılın sonuna doğru olayın gidişatını görmüş, ancak yaklaşan felaketi önlememeyi seçmiştir. Tabii ki olayların suçunun yargı mensuplarında bulunacağını, tartışmaların genişleyeceğini hesaplayarak. Genişleyen tartışmaların sonunda yargıyı istediği gibi dönüştürebileceğini öngörerek.
Gelelim merhumu kimin bıçakladığına... Sorunun bu hale gelmesine yargı-hükümet ihtilafı sebep oldu. Hükümet her yerde olduğu gibi hakim-savcı atamalarında da kendi yandaşlarına öncelik verdi. Yargı da bu atamaları kendi imkanları dahilinde engellemeye çalıştı. Artık yargı reformu konusunda güç hükümette. HSYK ve Anayasa Mahkemesi'ni zaten istedikleri gibi değiştirdiler. Bugün meclis web-sitesinde yayınlanan, Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usülleri Hakkındaki Kanun Tasarısı'nın mevcut yasayla karşılaştırmalı olarak çok dikkatli incelenmesi gerekiyor.
Artık AKP'den bağımsız bir hukuktan söz edemeyiz. Demokratik yollarla AKP'nin önüne geçebilmek içinse CHP'nin kendine acilen çeki düzen vermesi gerek. CHP'nin, bir dönem daha güçlü AKP iktidarını göze alamaması gerek. Mevcut stratejilerle seçime gitmenin de hiç bir şeyi değiştirmeyeceği ortada. CHP'nin kaybedecek bir şeyi olmadığı için, çok radikal bir strateji değişikliğine gitmesinde sakınca yok bence. AKP'yi ters köşeye yatırabilirler. Bunun başarılı olabileceğini, AKP'nin 2002'deki seçim zaferinde gördük. Nasıl bir strateji izlemeleri gerektiğini de bir sonraki yazımda anlatacağım.
Thursday, January 06, 2011
Türkiye'de bu hafta olanlar, insanlık ve Türkiye hakkında şimdiye kadar hiç yaşamadığım ölçüde hayret, öfke ve çaresizlik duygularına kapılmama neden oldu. Hakkında hüküm verilmeyenlerin tutukluluk sürelerini kısıtlayan yasa yürürlüğe girdi. Ergenekon gibi siyasi örgüt davalarından tutuklu bulunanların tutukluluk sürelerinin on yıla kadar uzatılmasına imkan veren yasa, on yıldır devam eden Hizbullah davasının sanıkları da dahil olmak üzere bir çok cinayet, tecavüz zanlısının serbest bırakılmasının yolunu açtı. Ne hükümet davaların yetişmediğini görüp yasanın yürürlüğe girme tarihini erteledi, ne de Yargıtay üyeleri çok önemli davaları zamanında sonuçlandıramayacaklarını anlayıp seslerini yükseltti. Çünkü bu insanlarda insanları hayvanlardan ayıran vicdan, adalet duygusu bulunmuyor. İş işten geçtikten sonra Yargıtay kaç yıldır karşı çıkmadıkları yasada suç buldu, hükümetse hızlı çalışmadıkları için Yargıtay'da.
Öyle görünüyor ki bu krizden en kârlı hükümet çıkacak. Yargıtay'ın daire sayısını arttırıp, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun seçeceği üyelerle bu daireleri dolduracaklar. Hatta bu yaz Yargıtay'da başkanlık seçimi varmış; bu operasyonu seçimden önce yapabilirlerse kendilerine yakın bir başkan seçtirebilirler. Yargıtay başkanı bir zamanlar bu genişlemeyi savunurdu, ama HSYK'nın yeni kadrosunu görünce yusuf yusuf oldu. Şimdi o da Avrupa Birliği gibi yargının yükünü azaltmak için Bölge Adliye Mahkemeleri kurulmasını öneriyor.
Bütün bunlar olurken hayat devam edecek. Büyük şehirlerin binlerce yollarında yüz binlerce arabalar akacak. Uçaklar, vinçler gece-gündüz, ardı ardına inecek, kalkacak. Alışveriş merkezleri dolup dolup boşalacak. Yeni adalet sarayları, alışveriş merkezleri, rezidanslar, oteller, otoparklar, yollar yapılacak. İnsanlar şehrin en lüks, en fakir semtlerinde çekilen dizileri izleyecek. Şehirlerin en fakir semtlerinde gençler bir yerlerde iş, bir yerlerde anlam arayacaklar. Belki kız arkadaşlarına laf attı diye birilerini vuracaklar, belki Hizbullah sempatizanı olacaklar. Bir yerlerde toplanıp konuşacak, tartışacaklar. Lüks semtlerde de birileri anlam arayacak. Toplantılar yapılacak, işler bağlanacak. Yazılar, kitaplar yazılacak, resimler yapılacak, şarkılar bestelenecek. Sinemaya, sergilere, konserlere gidilecek. Herkes, her şey özgür olsun denilecek. Bol bol içilecek. Birileri sevilecek, bir şeylere sevinilecek ve insanın bütün bunlar olurken ben nasıl bir şey olmuyormuş gibi hayatıma devam ederim dedikleri kısacık bir süreliğine unutulacak. Bu unutma, boş verme anlarında yapılan bebekler de maalesef bu ülkede doğacak. Anneleri babaları, bebekleri için en iyisini umacak: Hiç bir şeyin farkına varmadan, hiç bir şeye kulak asmadan yaşayıp gitmelerini.
Wednesday, December 29, 2010
While looking for articles for my PhD applications, I came upon this book chapter by Roberto Mangabeira Unger, a professor at Harvard Law School. The essay is about passions, i.e. emotions. Unger first lays out the competing theories of emotion as a destructive vs. constructive force, one that blinds reason vs. one that empowers and directs reason and one that strengthens compliance with social order vs. one that spurs rebellion to it. Then he explains his own theory that views emotions as arising out of social alliance. Relationships that involve passion (as opposed to instrumental relationships, where the sides view each other as means to achieve their goals) help people to feel accepted in one hand, and transcend their "characters" on the other. Face-to-face relationships invariably blend passion with instrumentality.
Transcending one's character through relationships may appear as cheesy as the line "you make me want to become a better person," but overcoming the determinism of one's character is surely an appealing possibility. This is perhaps the discovery of the possibilities of one's character by putting oneself in various situations and various relationships. Or perhaps it is indeed a genuine transformation of character. In any case, the space in which we operate expands, but this is far from a certainty. Any social alliance, be it a romantic partnership, the family, the workplace or the community, carries the risk of rejection of, or disregard for the individual's character and its shrinking. Others can be our heaven or hell.
So entering into any alliance requires trust in others' good faith. Trust basically amounts to not expecting reciprocity immediately for every contribution one makes to the alliance. One views the alliance as positive overall, disregarding (for a while, at least) the short-term calculation of gains and losses. Trust can be viewed as courageous suspension of self-interest or stupid naivete. On the other hand, distrust may be called selfishness at times, and enlightenment at others.
Unger admits that accepting, loving, transforming relationships are not the only source of happiness. People can derive real happiness without making themselves vulnerable in social alliances from the personal enjoyment of luxury, art and (paradoxically) sex. But that's mainly the subject of the next chapter, which I haven't read yet.
A few thoughts to close 2010. Happy new year!
Wednesday, December 08, 2010
New Yorker dergisinden Raffi Khatchadourian'ın 7 Haziran 2010 tarihli No secrets makalesi, Julian Assange ve ekibinin, Amerikan askerlerinin Irak'ta sivilleri öldürdüğü iki ayrı saldırının video görüntülerini yayına hazırlayışlarını anlatıyor. Assange görüntüleri Paskalya tatilinin ertesi günü Washington'daki Milli Basın Kulübü'nde gösterdikten sonra, Khatchadourian'a şöyle diyor: "Bizim gerçeğin böylesine tarafsız bir hakemi olarak görülmemiz beni şaşırttı; bu yaptığımız şeyin iyi olduğunu gösteriyor." Ancak sonra ekliyor: "Tamamen tarafsız olmak aptallıktır. Bu sokaktaki tozla öldürülen insanların hayatlarını aynı kefeye koymak anlamına gelir."
Yuvarlak masa
Daha evvel yazmıştım ki, bir kere taraf olduktan sonra düşünmeyi bırakmış olmaları Taraf gazetesini gülünç durumlara sokuyor. Ama haklarını yememek lazım, düşünmek gerçekten de taraf olmaktır. Bu gazete, tutarlılık içinde doğru bildiği yolda ilerlediği için düşük tirajına rağmen etkili olabildi. Yayınladığı darbe iddiaları, belgeler iddianamelere dönüştü, düşman bildiği pek çok insan hapiste. Kamuoyunda da bu gazetenin yazdıklarını makul bulan bir kesim var.
Amerikalı hukukçu Stanley Fish, The Trouble with Principle ("Prensiple İlgili Sorun") kitabında, liberal düşüncenin savunduğu prensiplerin içinin boş olduğunu iddia eder. Örneğin, "ifade özgürlüğü" siyaseten içi boşaltılmış bir prensiptir. Liberaller, bu prensibe bağlılıkları yüzünden asla hak vermedikleri fikirlerin, su götürür iddiaların seslendirilmesine göz yummak zorunda kalırlar. "Mutlak doğru"nun yokluğunu kabullenecek kadar aşmış olduklarından, çoğu zaman değer yargılarına varmaktan bile çekinirler. Karşılarındakilerin ise hiç öyle bir derdi yoktur, beğenmediklerini kaba kuvvetle susturmakta beis görmezler.
Fish liberalleri eleştiriyor, ama muhafazakar değil. Aslında liberallerin görüşlerini paylaşıyor. Örneğin Amerika'da siyah öğrencilerin daha düşük not ortalamalarıyla üniversitelere girebilmesini sağlayan pozitif ayrımcılık ("affirmative action") politikalarını destekliyor. Ama liberallerin metodlarını eleştiriyor, onları biraz daha gerçekçi olmaya çağırıyor: Diyor ki, siz bu kadar hoşgörülü, bu kadar "siyaseten doğrucu", bu kadar tereddütlü olursanız hiç bir şey yapamazsınız, hiç bir şeyi değiştiremezsiniz. Dünyada iyi ya da kötü, kıymet-i harbiyesi olan ne yapılıyorsa, hala onu yapanın gücü yettiği için yapılıyor. Mücadele ederek yapılıyor. Siz de önce şu köşeye bir oturun da, sizin için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bir karar verin. Sonra da bir şeyleri değiştirmek için güç toplamaya, mücadele etmeye başlayın. İfade özgürlüğü için bile mücadele vermeniz gerekiyor.
Bütün bunlar Eyüp Can'ın bugünkü yazısını ve ona yapılan yorumları okuyunca yeniden aklıma geldi. Dünkü yazısında Can, başbakanın rektörlerle buluşmasını protesto etmek üzere yola çıkan gençlerin, Dolmabahçe'ye varmadan çok önce durdurulup şiddet görmesinden hareketle, sadece orantısız güce değil, "orantısız eylem"e de karşı çıkıyor. Okurlar da haklı olarak soruyorlar: Dayak yiyen bir kızın resmini tam sayfa basıp "ne hakla?" diye sorarken mi samimiydin, yoksa "öyle de olabülür, böyle de olabülür" mealinden bu satırları yazarken mi? Yazdığın hiç bir şey, hiç bir işe yaramadı.
Bugünse Can, "yuvarlak masalarındaki" yazı işleri toplantısı sırasında, arkadaşlarının dünkü yazısını nasıl eleştirdiklerini anlatıyor. Radikal'de de sorun bu işte: Her görüşe saygılı olacağız diye, "saygılı" olmaktan başka bir vasfı, duruşu olmayan, "yuvarlak", tanımlanamayan bir gazete. Karşıt görüşler birbirini götürüyor. Belki de amaçları buydu başından beri.
İtiraf ediyorum, hamile bir öğrencinin dayak yediğini okuduğumda ilk tepkim, "o kızın orda ne işi varmış" oldu. Ama arayacak olsak kurbana kabahat, suçluya bahane bulabiliriz rahatça. Sadece hamile kızın değil, öğrencilerden herhangi birinin neden evinden çıktığını sorabiliriz. Ama o suçun orada işlenmiş olmasının aslında tek nedeni vardır: Suçlu, suçun işlendiği yerde ve anda kurbana zarar verebilecek kadar güçlüdür ve bunu seçmiştir. Bu gerçeği sulandırmak suçluyu daha güçlü, kurbanı daha zayıf kılar. Bu tavır, bir gazeteciye yakışmaz.
Tuesday, November 30, 2010
Kelimeler lodosun karıştırdığı deniz durulunca dibe çöken kumlar gibi. Rüzgar durunca yere inen tozlar gibi. Cadının fokur fokur kaynayan kazanında gördüğü işaretler gibi. Kelimeler dibe çöktüğünde, yüzeye çıktığında, geriye ne kalıyorsa berraklaşıyor, hafifliyor. En kötüsü onları görememek, ne olduklarını, nerede olduklarını bilememek.
Wednesday, November 17, 2010
Friday, November 05, 2010
Küçükken yazları teyzemin evine giderdim. Önce Akçay'da oturuyorlardı, sonra Altınoluk'a taşındılar. Mesela okuduğum kitapları hatırlıyorum, Baby Sitter's Club, Walk Two Moons, Jane Eyre, Sofi'nin Dünyası'nı Akçay'da, Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı Altınoluk'ta okumuştum. İngilizce kitapları bizim lisenin kütüphanesinden alırdım. Akçay'da kocaman bir balkon vardı ve Akçay'ın denizi çok temiz olmadığından gene Altınoluk'a giderdik denize. Teyzem börekler, tereyağ ve yoğurt soslu makarnalar yapardı, harika kahvaltılar hazırlardı. Akşamları Akçay'ın kordonunda gezer, incik boncuk satan sergilere bakar, tulumba tatlısı ya da dondurma yerdik. Levent Yüksel'in ilk kasedini de o sergilerden almıştım. Altınoluk'ta taşındıkları evin misafir odasında denize bakan küçük ama çok güzel bir pencere vardır. Kahkaha ve Unutuşun Kitabı'nı üniversite ikinci sınıfın yazında okuduğuma göre Altınoluk'ta en son o zaman kalmışım, ama yanlış hatırlıyor olabilirim.
Bu Cumhuriyet Bayramı'nda Cunda'ya gittik. Cunda'nın güzel ve tombul kedilerin mesken tuttuğu yokuşlarından tırmanıp Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'na çıkıyorsunuz. Kitaplık, değirmeni de olan eski bir şapelin içine kurulmuş. Önce yapının etrafını dolaşıp etrafa bakmak gerek: Keçileri, kümesleri, basket sahasında bağıra çağıra futbol oynayan çocuklarıyla güneş altında pırıl pırıl parlayan bir köy burası. Köyün ötesindeyse sakin, parça parça deniz. Sonra içeriye, loş ve serin kitaplığa giriyorsunuz. Küçük, renkli camlı pencerelerin bazıları açık. Oturup raflara dizili, insanı içlerindeki harika sırlarla telaşa düşüren romanlardan birini okumaya fırsat yok - hele ziyaretçisinin çok olduğu tatil günlerinde, burası yaşayan bir kitaplıktan çok, bir müze ve mesire yeri gibi. İnsanlar kitaplığı şöyle bir dolaştıktan sonra dışarda kahvaltı ediyor.
Annem "Unutulmayan Manşetler" diye büyük bir albüm buldu. Ankara Ticaret Odası, 1930'lu yıllardan itibaren değişik gazetelerin ön sayfalarını derlemiş. Atatürk'ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı (kah Hollanda, kah Polonya Alman taarruzuna mukavemet ediyor... birbiri ardına açılan cepheler... Pearl Harbor... Türkiye'nin çevresini saran savaşın ortasında herkesin gönlünü hoş tutma, görünmez olma çabası), atom bombaları, Varlık Vergisi'ni ödeyemeyince çalışma kamplarına gönderilenler ("çok şıktılar, tren hareket ederken 'parayı denkleştirebilirsek belki Ankara'dan dönerim!' diyenler duyuldu"), Sovyetler'in notası, Kore Savaşı ve Nato'ya girişimiz, Demokrat Parti'nin ezici seçim zaferleri, Kıbrıs'ta olaylar ("Türk kadınlarına tecavüz ediliyor!"), Atatürk'ün Selanik'teki evine saldırı, 6-7 Eylül olayları, "ihtilal kışkırtıcılığı" yapmakla suçlanan muhalefet, kapatılan halkevleri, mecliste muhalefete karşı açılan Tahkikat Komisyonları, Menderes'in mucize eseri kurtulduğu uçak kazası, Said Nursi ve en sonunda 1960 darbesi ile hakim olan "mutlak huzur". Darbenin hemen ardından "düşük" hükümet üyelerine karşı gazeteleri saran yolsuzluk iddiaları ve Yassıada duruşmaları. Celal Bayar'ın kemeriyle intihar teşebbüsü ve Adnan Menderes'in asılmadan önceki son sağlık kontrolleri. Daha küçük haberler de var tabii: Aşk cinayetleri, hırsızlık olayları, güzellik kraliçeleri, kraliyet ailelerinin düğünleri ve prenseslerin hayatları, yeni icatlar ("gebeliği önleyen hap icat edildi"), üniversitede klikleşme iddiaları ("Edebiyat Fakültesi diğer fakülteler arasında sükunetiyle bilinir"), kayıp çocuk Ayla. İlhan Selçuk şakayla karışık yüksek kurbanlık fiyatlarından şikayet ediyor, şu anda adını hatırlamadığım bir yazar gazetelerdeki renkli resimlerin zevksizliğinden. Demirel ve Ecevit'in ("Avusturya da işçilerimizi istiyor!") suretleri görünmeye başlamıştı ki, dışarda parlayan güneşe (ve kitaplığın gittikçe kalabalıklaşmasına) dayanamayıp çıktık dışarı. Bir dahaki sefere...
Bu gazetelere bakmak, insanı daha büyük bir şeyin parçası gibi hissettiriyor, sanki büyük bir akışın içinde gibi. Bir yandan bu akışı etkilemenin imkansızlığı karşısında çaresizlik duyuyorsun, bir yandan ılık, tatlı bir aidiyet duygusu. Bir yandan o dönemin gerçekliğine yaklaşmışsın gibi geliyor, bir yandan bazı haberlerin hangi etkiler altında, hangi karanlık saiklerle yazılmış olabileceği hakkında fikir yürütüyorsun.
***
Cunda ve çevresinde görülmesi, yapılması gerekenler: Kitaplığın biraz aşağısında yıkılmak üzereymiş gibi duran büyük hayalet kilise, Mevlana Parkı'nın karşısındaki yine yıkılmaya yüz tutmuş büyük ev, Taş Kahve'de oturup çay ya da Uludağ gazozu içmek, Karadeniz Pastanesi'nde sakızlı Türk kahvesi eşliğinde su böreği ya da sakızlı kurabiyelerden yemek, Ayvalık'ın sahil şeridinde yürüyüş yapıp güzel köşklere bakmak. Bir de, Edremit'teki Cumhuriyet Lokantası'nda paça çorbası, karnıyarık, kuzu furun ve irmik helvası! (Hepsini aynı anda değil tabii.)
Bana yazı yazdırmak isteyen havayolu dergileri, lütfen temasa geçiniz!
Thursday, October 28, 2010
Dün akşam Seren Yüce'nin Çoğunluk filmini izledikten sonra yönetmenle yapılmış bir kaç röportajı ve Ekşi Sözlük'teki bazı yorumları okudum. Ben de filmin gerçekliğine hayran kaldım. Peki gerçeği olduğu gibi görmek niye insanı bu kadar çarpıyor? Çünkü biz, günlük hayatımızda gerçekten kaçmak için elimizden geleni yapıyoruz. Popüler sinema da çoğunlukla bu ihtiyacımıza cevap veriyor. Gerçeği olduğu gibi görüp gösteren bir eser ise, kendimize karşı yeterince dürüstsek, hem bir uçurumdan bakmak kadar çarpıcı, hem de korkutucu.
Bir yorumcu "hissizlik"ten bahsetmiş. Aslında Mertkan hissiz değil ama korkuyor. Acıma, üzüntü, öfke, sevgi hep bu korkuya yenik düşüyor. Mertkan korku dışında başka bir şey hissetmekten bile korkuyor. Kız arkadaşından ayrılmasını isteyen babasından dert yandığında, annesi ona kendisinin ne istediğini soruyor. Mertkan tereddütlü cevap verince de sabırsızlıkla "ben senin hayatta hiç bir şeyi istediğini görmedim, vardır babanın bir bildiği" diyor.
Gerçek aslında ölü bir gezegenin çorak toprakları da, biz dünyalılar gözlerini ufka dikmiş, hikayelerle oyalanan hayalperestler miyiz? Gerçekten kaçmakla onunla yüzleşip, yine de daha iyisini hayal edebilmek, bunun için çalışabilmek arasında bir fark var. Anlamlı olan, bu çaba.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, sayfa 81-82.
Tuesday, October 19, 2010
Pek çok insanın pek çok şekilde hakkı yeniyor. Evde, trafikte, merkezi sınavlarda, atamalarda, kamu ihalelerinde, mahkemelerde. Sosyal güvencesiz, iş güvenliksiz işçi çalıştıran iş yerlerinde. Tabii bunlar hala yadırgayabildiklerimiz. Bazılarını haksızlık olarak bile görmüyoruz, sistemin doğal işleyişi sayıyoruz. Bu hep böyleydi, ama benim aklım şimdi erdiği için şimdi öfkeleniyorum.
Aleni fauller
Bugünün iki haberi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinde Adalet Bakanlığı'nın istediği adayların seçilmesi ve KCK davası. Bu iki haber aslında tek haber: KCK gibi davalar, hükümetin yargıyı dilediğince yönlendirmesinin sonucu.
Murat Yetkin'in bugünkü yazısından öğrendik ki, biz Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK'da yer almasından şikayet ederken, üç bakanlık bürokratı HSYK'na girmiş. Dedikodulara göre, eski müsteşar yardımcısı hakim ve savcıların atama, nakil, yetki gibi işlerine bakacak olan dairenin başına geçecekmiş. Eski personel müdürü mesleğe kabul, terfi ve disiplin işlerine bakan dairenin başkanı olacakmış. Denetim ve soruşturma izni işlerinden sorumlu üçüncü dairenin başkanlığına ise eski Adalet Akademisi Merkez Eğitim Müdürü'nün yerleştirilmesi düşünülüyormuş. Ahmet İnsel'in bugünkü yazısına göre Müsteşar Ahmet Kahraman bürokratların seçilmesiyle birlikte "bakanlıktaki hafızanın kurula taşınmasını" olumlu buluyormuş.
Kurumların değiştirilmesiyle yargının bağımsız ve tarafsız olamayacağını Koşullar ve Formüller adlı yazımda anlatmıştım. İyileşmeyi bir yana bırakın, işler daha da kötüye gitti. Eskiden hiç değilse HSYK ve hükümet yargı üzerinde zıt yönlü baskı uyguluyordu. Artık birbirlerini tamamlayacaklar. Kimse hakimler ve savcıların seçimlerde serbest iradeleriyle karar verdiklerini iddia etmesin. "Ne olur ne olmaz" diye düşünenlerin sayısı az değildir. Ne de olsa yerin kulağı, duvarların gözü vardır, oylarının hesabı kendilerine sorulabilir.
KCK davasının ise şu anda sürmekte olan onlarca benzeri gibi siyasi bir dava olduğu duruşmalar başlayınca meydana çıktı. İddianame 7578 sayfaymış, ekleriyle 130 bin sayfayı buluyormuş. Aralarında eski DTP yöneticileri ile BDP'li belediye başkanlarının, il genel meclisi başkanlarının ve belediye meclisi üyelerinin bulunduğu sanıklar “devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma”, “terör örgütü üyesi ve yöneticisi olma”, “terör örgütüne yardım ve yataklık etme” suçlarından yargılanıyormuş. 151 sanıktan 103'ü tutukluymuş. Anladığım kadarıyla geçen yılın Aralık ayındaki operasyonlardan beri tutuklular.
Tribünlerin sevinci, korkusu
Ortalıkta dolaşan iki hikaye var. Birincisi, ya "cahilliğin talih olduğu yerde bilginin aptallık olduğunun" idrakine varmış, ya hayat meşgalesinden (çalışmak da hayat meşgalesidir, keyif sürmek de) etrafına bakmaya mecali kalmamış, ya da rüzgarı arkasına almış mutlu çoğunluğa anlatılıyor. Tabii bir de yabancılara. Bu hikaye "demokratikleşme, normalleşme, Alevi-Kürt-Roman açılımı, ekonomik büyüme, ordunun tasviyesi, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri, rezidanslar" diyor.
İkinci hikayeyi ise öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler anlatıyor. O hikaye, HSYK'na seçilen bakanlık bürokratlarının ve KCK gibi nice davadan hüküm giymeden, hüküm giyerek yıllarını hapiste geçirenlerin hikayesi. Bu, yüzeydeki ışıltının, boş sözlerin ve inşaatların altında süregitmekte olan haksızlıkların hikayesi. Bu hikayenin anlatılmasından hiç şikayetçi değil hükümet, hiç bir şeyi gizlemeye çalışmıyor. Sorulunca usulen diyor "hakimlerimizin iradesidir, yargının takdiridir" diye ama, aslında ibret-i alem olsun istiyor. Biliyor ki çoğunluğun zaten umurunda değil bu hikaye. Anlatılanlara kulak verip durduk yere öfkelenen basiretsiz azınlığa gelince... Bırakınız dinlesinler, görsünler, iyice anlasınlar. Hiç bir kuralın, kanunun, kurumun önemi olmadığını, önemli olan tek şeyin güç olduğunu. Gücün bizde olduğunu.
Friday, September 24, 2010
İki gece önce NTV'de Basın Odası programında Ruşen Çakır, Nuray Mert, Nazlı Ilıcak ve Okay Gönensin Bekir Coşkun'un Haber Türk gazetesindeki işinden atılmasını tartışıyorlardı. Hepsi, Doğan Holding olayının medya patronlarını tedirgin eden bir hava yarattığı konusunda hemfikirdiler. Bu tedirginlik sayesinde artık hükümetin doğrudan baskı yapmak zorunda kalmadığını, Turgay Ciner gibilerin kendiliklerinden hükümetin dümen suyuna gittiğini söylediler.
Ancak Gönensin, çok önemli bir şey daha söyledi: Medyanın iktidar karşısındaki zayıflığının, biraz da gazetecilerin iyi gazetecilik yapmamasından, gazetecilik refleksinin zayıflığından kaynaklandığını. Bana öyle geliyor ki gazete ve haber kanallarının "ciddi" içeriğinin yüzde doksanı köşe yazarlarının ya da uzmanların görüşlerini ifade etmesinden ibaret. En son ne zaman popüler bir gazete, dergi ya da televizyon kanalı bir skandalı ortaya çıkardı? Hangi araştırmacı gazeteci ya da muhabirin adını biliyoruz? Ortaya ne çıkıyorsa yasa dışı yollardan belge ve görüntü-ses kayıtlarının Internet'te yayınlanmasından ya da gazetelere "servis edilmesinden" çıkıyor. Gazeteciler bilgiyi bulmak yerine onu herkesle birlikte öğrendiklerinden, haberin kapsamı, içeriği ve zamanlaması ile ilgili inisiyatif kullanamıyorlar. Belki de böyle bir dertleri yok. Olsaydı, herhalde Ruşen Çakır'ın dediği gibi Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddiaları araştırırlardı.
Nazlı Ilıcak'a göre "alternatif medya"dan her şeyi öğreniyormuşuz, merak etmemize gerek yokmuş. Bundan emin olmamız mümkün değil çünkü neyi bilmediğimizi maalesef bilmiyoruz.
Gazetecilik sadece gizli, bomba haberleri ortaya çıkarmak da değildir. İnsanların gözden kaçırdığını, görmezden geldiğini ama önemli olanı gündeme getirmektir. Örneğin bu sabah NTV Haber'de evlerinden Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında uzaklaştırılıp yerleştikleri TOKİ evlerinde mutlu olamayan Sulukuleliler ile ilgili bir haber vardı. Gerçi bu haber de gazetecinin kendiliğinden bulduğu bir şey değildi -- bir mahallenin suni olarak aniden değerlenmesinin, çehresinin değişmesinin yarattığı sıkıntılar Tophane'deki galerilere yapılan saldırıları anlamaya çalışırken gündeme geldi. Marifet bir madende ya da tersanede meydana gelen kazadan sonra taşeronluk ve iş güvenliği üzerine haber yapmak değil, kimsenin o anda üzerinde konuşmadığı sorunları ve riskleri önceden görmek.
Türkiye'de gazeteciler mesleklerinin değerinin, öneminin farkında değiller. Maaş alıp kısa yoldan bir köşe kapmaya çalışmaktan daha fazlası olmalı.
Tuesday, September 21, 2010
Thursday, September 16, 2010
Friday, September 10, 2010
Bir kaç yıl önce, Avrupa Birliği reformlarına "ülkemizin koşulları" yüzünden karşı çıkanlara kızardım, işi "koşul" argümanıyla yokuşa sürüyorlar diye. Artık onlara hak veriyorum. Çünkü biliyorum ki Anayasa Mahkemesi ve HSYK, Avrupa Birliği'ndeki benzerleriyle aynı yapıya da "kavuşsa," hakimler ve savcılar işlerini düzgün yapıp yapmadıklarına göre değil, birilerinin çıkarına göre atanacak. Anayasa Mahkemesi'nin işlevi, güç dengesinin hükümet lehine değişmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkacak. Günün birinde başbakanımız ya da bakanlarımız Yüce Divan'da yargılanacak olsalar, davaya kendilerine sempati duyan mahkeme üyeleri bakacak. Bu iki kurumun üyelik yapısı, paketin kabul edilmesi durumunda daha referandumun ertesi günü değişecek. Üstelik hükümet referandumda zafer kazanırsa, genel seçimlerdeki şansı da artacak.
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Serap Yazıcı, TESEV için anayasa değişikliklerini değerlendiren bir rapor hazırlamış. Rapor, belli "demokratikleşme" kriterlerini tam olarak sağlamasa da, mevcut sisteme kıyasla o kriterlere daha yakın olduğu için değişiklikleri olumlu buluyor. Yazıcı'ya göre tüm maddeler demokratikleşmeye katkı sağladığı için kendi içlerinde bir bütünlükleri varmış, bu nedenle de hep birlikte referanduma sunulmalarında bir sakınca yokmuş. Bir sosyal bilimcinin anayasa değişikliklerini pratik sonuçlarına hiç aldırış etmeden, sanki bir makinenin kalite kontrolünü yapıyormuşçasına teorik bir "check list"e göre değerlendirmesi bence ahlaki değil. Bu yöntem, bir "demokratikleşme" formülü hangi topluma uygulanırsa uygulansın aynı sonucu verirmiş gibi yapıyor. Aynı sorun, Avrupa Birliği'nin yaklaşımında da mevcut.
Kısacası bu toplumdaki insanların büyük bölümü, hükümetimiz başta olmak üzere, demokratik ve ahlaki değerleri içlerine sindirmiş değiller. Kararlarını ya çıkarlarına göre alıyorlar, ya başka değerlere göre. Bazıları milliyetçi, bazıları dinci, bazıları cemaatçi, bazıları hizipçi, bazıları devletçi. Yani sanki hükümetimiz ve toplumumuzdaki bireylerin çoğu evrensel ölçüde demokrat, adil, ahlaklı, vicdanlıymış gibi, bu anayasa değişikliklerini evrensel formüllere göre ölçmek, bu değişiklikler kabul edilir edilmez bir batı Avrupa ülkesi kadar demokrat olacakmışız gibi yapmak ya aptallık, ya ikiyüzlülük. (İnsan bunu farkettiğinde, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne bazı değerleri içselleştiremediği için girmemesi gerektiğini iddia eden Avrupalılara da hak veriyor ister istemez.)
Demokratikleşme, ancak "koşulların" iyileşmesiyle sağlanabilir. Bu da eğitim sisteminin daha adil hale getirilmesiyle, ekonomik kalkınmayla, kayıtdışı ekonominin kayıt içine alınmasıyla, sosyal hakların sağlanmasıyla, kadınların maddi-manevi bağımsızlığıyla... İnsanların birey olabilmesiyle, özgür düşünebilmesiyle, kararlarının, hayatının sorumluluğunu alabilmesiyle. Anayasa değişiklikleri bizi daha demokratik ve ahlaklı kılmayacağına göre, böyle bir amacı olmadığı gibi, böyle bir sonucu da olmayacaksa, vereceğimiz karar AKP'yi destekleyip desteklemediğimize bağlı. AKP koşulları iyileştirmek için hiç bir şey yapmadığı gibi, sistemdeki çarpıklıkları, adaletsizlikleri kendi çıkarı için kullanıyor.
Pazar günü hayatımda ilk defa oy kullanacağım. Hayır diyeceğim.